Kendilerini siyasete adamış birer militan, otokratik eğilimleri olan fakat bir yandan da seçime dayalı meşruiyete kuvvetle muhtaç iki güçlü kişilik, halk kitlelerinin taptığı karizmatik birer figür, medya cambazlığında iki usta, yerel oligarşinin ve dış güçlerin zulmüne karşı halkın koruyucusu ve bir ulusun kurtarıcısı olarak Juan Domingo Peron (1895-1974) ve Hugo Chávez (1954-2013), Latin Amerikalı kimliklerine ilaveten aslında pek çok ortak noktaya sahip.
Siyaset bilimi açısından, kurdukları rejimleri diktatörlük olarak tanımlayamayız; çünkü kendi dönemlerinde siyasal ve parlamenter muhalefeti tümüyle saf dışı bırakmamışlardı ve az çok haklı bir rekabetin sağlanabildiği seçimler düzenli olarak yapılabilmişti. Öte yandan bu rejimleri tam anlamıyla birer demokrasi olarak da niteleyemeyiz; çünkü kuvvetler ayrımına asla riayet edilmemiş ve kurumlar liderlerin keyfince manipüle edilmişti. Buradan hareketle bir dizi ifadeyle onları tarif etmek mümkün: “rekabetçi otoriterizm”, “seçime dayalı otokrasi”, “hegemonik demokrasi”, ve elbette “popülist rejim”.
Yadsınamaz bir “aile havası”
Latin-Amerika popülizmi çerçevesinde Arjantinli General ile Venezuelalı Yarbay arasındaki seçmeci yakınlığın Chávez tarafından birkaç defa ifade edilmesiyle daha da net bir görünüm aldığını söyleyebiliriz –yine de Peron onun ilk gönderme yaptığı isim değildi. Ayrıca Rio de la Platalı Peroncu militanların çoğunun, ideolojik duyarlılıklarını tarif etmek için kendilerine taktıkları isimle, o büyük “ulusal-halkçı” aileye bu Karayipli subay figürünü derhal dahil etmeleriyle, ikisi arasındaki yakınlık çok daha simgesel ve ikna edici bir boyuta ulaştı. Dolayısıyla, bu yadsınamaz “aile havası”, meseleye daha yakından bakmayı gerektiriyor.
Mussolini hayranı ama bir yandan da işçi kitlelerinin durumuyla yakından ilgilenen, güçlü bir sendikal bürokrasiye dayanan milliyetçi bir subay tarafından 1940’lı yıllarda temelleri atılan Peronculuk –“utanç verici bir faşizm ile kurulmakta olan bir sosyal demokrasi arasındaki bu uygunsuz birleşim”[1]– gözlemciler açısından her daim anlaşılması güç bir gizem olmuştur. Gerek Peron’un “sosyal adalet” olarak adlandırdığı modelinin (ki bunun oldukça geniş üç “ilke”ye dayandığını iddia eder: “sosyal olarak adil, ekonomik olarak özgür ve siyasal olarak egemen” bir Arjantin) iş başına koşulduğunu gördüğümüz ilk görev döneminde (1946-1955), paradoksal olarak namevcut lider efsanesini güçlendiren ve Peronculuğu Arjantin siyasetinin vazgeçilmez bir unsuru haline getiren sürgün döneminde (1955-1973)[2] ya da kaosun eşiğindeki bir ülkede, 1973-1974 yıllarında iktidara döndüğü o kısa süreçte, hareketin son derece katı bir biçimde antikomünist olan aşırı sağdan Küba yanlısı aşırı sola kadar tüm bir ideolojik yelpazeyi bünyesinde toplayabilmesi karşısında şaşkınlığa düşmemek elbette zor.
Peron’un “mirasçıları” Carlos Menem (1989-1999), Eduardo Duhalde (2002-2003), Nestor Kirchner (2003-2007) ve eşi Cristina Fernández de Kirchner’in (2007-2015) iktidarları da bu her şekle girebilen niteliği gösterirler. İlki daha önce eşi benzeri görülmemiş bir neoliberal kemer sıkma ve özelleştirme politikalarını uygulamaya koyar, ikincisi sosyal adaleti “yeniden rayına oturtmaya” çalışır. Kirchnerler ise Peron’un ilk dönem (ABD’yi eleştiren) ve 1970’li yılların Peroncu solunun sosyal ve “egemenlik haklarına dair” duyarlılıklarını sahiplenirler; ki bu da Venezuela’da Chávez’in övgüyle andığı “Bolivarcı devrim” söylemiyle epey yakın bir duruşa delalettir.
Chávezciliğin ideolojik yelpazesi Peronculuğa kıyasla oldukça dar olsa da ve onun 2006 itibarıyla giriştiği “sosyalist” dönüş çok daha kararlı ve geri dönüşsüz görünse de, Venezuelalı başkanın referansları da tuhaf bir eklektizmin izlerini bariz biçimde taşır. Başkanlık döneminin başlarında her fırsatta Savaşçının Bilgeliği’ne başvurur: Paulo Coelho tarzı bir new age bilgelik kitabı… Bundan birkaç yıl sonra Victor Hugo’nun Sefiller’ine olan hayranlığından bahseder: Ona göre bu kitap “21. yüzyıl sosyalizmi”nin temel kaynaklarından biridir. Bir zamanlar Tony Blair’in üçüncü yolunun takipçisi olduğunu açıkça ifade eder, ardından onu yerden yere vurur, sonrasında da Küba ziyaretleri esnasında kendini Castrocu, Çin’e gittiğinde Maocu ya da Muammer Kaddafi’nin Yeşil Kitap’ının hayranı ilan eder.
Bu öğretisel tereddütleri düşünülünce, Peron ile Chávez gibi iki figürü birbirine yaklaştırabilecek şeyin “özüne” odaklanmak daha yerinde görünüyor: liderin karizmatik gücü, yüceltilmiş bir “halkla” neredeyse mistik diyebileceğimiz biçimde kendini özdeşleştirme, hain ve ahlâksız oldukları ilan edilen iç ve dış düşmanlara karşı amansız bir mücadele, hukuki işleyişe ve kurallara ya da azınlıklara saygı göstermeme ve başkana sınırsız seçilme hakkı tanınması, kurumların manipülasyonu ve her fırsatta plebisite gitme mantığıyla sınırsızca iktidarda kalma teşebbüsü...
Kişisel karizma düzleminde de kısmi bir benzerlik söz konusu; ama bu benzerlik aynı zamanda paradoksal bir farklılık anlamına geliyor. İlk dönem Peronculuğun (1946-1952) mitsel gücünün ve özgünlüğünün kaynağı, Juan Domingo’nun simgelediği “rasyonel” baba otoritesi ile eşi Eva’nın simgelediği duygusal anne rolünün birlikte oluşturduğu karizmatik bir egemenlik olmuştu. Sosyal adalet isteyen kitleler de zaten Eva Peron’a Meryem Ana tarzı bir saygı beslemişlerdir ve bu bugün de devam ediyor.
Bu iki çehre –katı, sert bir baba ve sevgi dolu anne; ama aynı zamanda oldukça tahrik edici bir yer değiştirmeyle ihtiyatlı ve kurnaz bir reformist siyasetçi ile coşkulu ve radikal bir devrimci siyasetçi (“Evita guerrillera!” diyecektir 1970’li yılların Peroncu silahlı örgütleri)– Bolivar’ın mirasçısı olduğunu öne süren kişide tümüyle iç içe geçmiş halde karşımıza çıktı. Hugo Chávez hem Peron hem Evita, hem Fidel hem Che, hem iktidar hem simgesel karşı-iktidar, hem hükümetin başı hem kamusal güçlerin kötüye kullanımı karşısında aşağılanmış ve ezilmişlerin kurtarıcısı olmak istiyordu: neredeyse büyülü, sihirli bir ozmos; ve elbette halefi Nicolas Maduro bunu yeniden üretip sürdürmekte çok zorlandı.
Sol partilerle zorlu ilişkiler
Yadsınamaz benzerliklerin ötesinde sadece tarihsel ve sosyo-ekonomik bağlamla ilgili olmayan ayrım noktalarını da görmezden gelmemek gerek. Siyasal düzlemde Peronculuk, Arjantin siyaset sahnesinde daha önceden var olan sol hareketlerle Chávez’in sürdürdüğünden oldukça farklı bir ilişki geliştirmişti. Antifaşist koalisyonlar çağının ve Soğuk Savaş’ın kavşağında doğan sosyal adalet hareketi daha en baştan sosyalist ve komünist güçlerin ezici çoğunluğunun şiddetli itiraz ve düşmanlığıyla karşılaşmıştı; bu hareketler onu, haksız yere, sadece Avrupa faşizminin yerli bir versiyonu olmakla itham edip reddetmişti.
1970’li yıllarda, Peron’un yeni ve radikalleşmiş yandaşlarından bazıları, jeopolitik bağlantısızlık yönündeki kararsızlıklarını,[3] sınırları epey muğlak bir “milli sosyalizm”in emaresi olarak, onun halkçı dünya görüşünün ve üçüncü dünyacı antiemperyalizmin bir görünümü olarak yorumladı. Marksizm’den etkilenmiş radikal solun bazı kesimleriyle Peroncu sol arasında –özellikle de Küba Devrimi’nin etkisiyle– kısa süreli yakınlaşmalar oldu, ama bu girişimler General’in politik kurnazlıklarına ve nihayetinde epey muhafazakâr tercihlerine kurban gitti; ki zaten sonunda tüm bu umutlar 1976-1983 yılları arasında hüküm süren diktatörlüğün korkunç baskısı altında tamamen tükendi.
Peroncu solun mirası 2003 yılından sonra Kirchnerci “yatay ortaklıklar” politikası aracılığıyla ideolojik olarak nostaljik ama siyasal anlamda oldukça ılımlı bir tarzda yeniden canlandı. Bu strateji cumhuriyetçi ya da sosyal demokrat eğilimde olup orta sınıf reformizmine daha yakın, hatta insan hakları mücadelesi içindeki Peroncu olmayan ilerici hareketler ile Peronculuğun “ulusal-halkçı” hassasiyetlerini birleştirmeye dayanıyordu.
Kendileri de sertlik yanlısı milliyetçi bir kaynaktan gelseler de –Hugo Chávez’ın başlarda Peroncu aşırı sağdan gelen Arjantinli bir danışmanı vardı: Norberto Ceresole–, Venezuelalı Yarbay’a darbe girişimi (1992), ardından seçim macerasında (1998) eşlik eden Bolivarcı subaylar 1980’lerin sonlarından itibaren, zamanında silahlı olarak karşı karşıya gelip çarpıştıkları Marksist gerilla grupları ve aydınlarla sıkı dirsek temasına geçti. Özellikle de Chávez’in âdeta babası gibi gördüğü Fidel Castro’ya duyduğu hayranlık, hareketin –fiilî programının içeriğinden çok– ideolojik tonunu ve simgesel repertuarının büyük bir kısmını belirledi. Liberal ve muhafazakâr araştırmacılar, aslen daha çok klasik Latin-Amerika askerî caudilloculuğu, az çok “iyi çocuk” rolü oynayan ve örgütsüz tropikal kripto-Stalinizm, merhamet vurgusu yapan popülist Mesihçilik ve hiçbir kurumsal önlemle dizginlenmemiş yerel rantçı burjuvazinin asalak ve talancı pratiklerinin bir alaşımına dayanan rejimin “Kübalaşmasını” abartma eğilimindedir.[4]
Venezuela solu Bolivarcı rejime destek meselesi üzerinden kısa sürede ayrıştı, bu da hizipleşmelere ve neredeyse tüm oluşumların ikiye bölünmesine yol açtı. Chávezciliğe tereddütle yaklaşan fraksiyonlar hızla yok oldu; ya da merkeze ve sağa karşı oldukça vasat ve sağlam bir stratejiye sahip olmayan bir muhalefet çizgisinde, etkisiz biçimde yan yana geldiler. “Rejim destekçileri” ise sonunda neredeyse tümüyle fikir değiştirdiler ve tam bir dağılmışlık görüntüsü içinde, koalisyonu, 2007 yılında Chávez’in kurduğu Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi’nin (PSUV) kayıtsız şartsız egemenliğine terk ettiler. Onların “ihaneti”ni her fırsatta lanetleyen Chávez, bunu onlara “ödetmek” için idari ve hukuki bir düzenek kurdu. 2015 yılından itibaren PSUV dahilindeki sol akımlar Nicolas Maduro ve destekçilerinin gitgide despotlaşan politikalarının baskısı altında diğerleriyle aynı kaderi paylaşacaktı.
Sert bir sosyal demokrasi ve kuralsız otoriterizm
Örgütsel düzlemde, Peronculuk ile Chávezcilik arasındaki en büyük fark, ilkinin köklerinin Peron tarafından ustaca tesis edilmiş ve desteklenmiş bir sendikal harekete dayanmasıydı. İşçi temelinin bu gayet sağlam örgütlenmesi, sosyo-ekonomik gelişmeler ve ülkenin kısmen sanayisizleşmesi günümüzde onun rolünü biraz azaltmış olsa da, başkanın ülke dışında olduğu ya da muhalefet dönemlerinde hareketin devamlılığını sağladı.
Venezuela’da, başta Chávez’e destek veren bazı orta sınıf katmanları ondan uzaklaşmaya başladıkça Chávezciliğin toplumsal temelini sadece kayıtdışı çalışmaya mahkûm edilmiş ve 2014 yılından beri ortalığı kırıp geçiren kriz nedeniyle durumları çok daha kötüleşen, günübirlik yaşamak zorunda bırakılan kentli halk sınıfları teşkil etmeye başladı.[5] Zayıf direniş teşebbüslerinden sonra, başta rejime destek vermiş olan sanayi işçileri sınıfından küçük çevreler (petrol sanayisi ve başka yerlerdeki) onun otoriterizminden, yönetme konusundaki zaaflarından, yozlaşmasından ve her tür sendikal özerklik girişimine karşı baskılarından yılmış halde hızla bir tür iç sürgün yaşadılar –günümüzde kitlesel göç nedeniyle bu bir dış sürgün halini de aldı. İdeolojik nüanslar ve örgütsel boyutlar haricinde, Peronculuk ve Chávezcilik arasındaki en çarpıcı tezatı ortaya koyan şey nihai kaderleri oldu. Çoğu zaman kayırmacı bir tarzda işleyen pratiklerine ve kurumlarla kurdukları muğlak ilişkilere rağmen Arjantin’de sosyal devletin kurumsal mekanizmalarının büyük bir kısmını, “sert sosyal demokrasi”[6] rolünü oynayan sosyal adalet hareketi oluşturmuştu. Fransa’daki 1936 ve 1945 sosyal reformlarıyla tesis edilenlerin az çok eşdeğeri olan bu mekanizmalar, günümüzde halen varlığını devam ettiriyor.
Buna karşın, 2003 ile 2013 yılları arasında petrol gelirlerinin Chávez rejimi tarafından şimdiye dek görülmemiş bir ölçekte bölüştürülmesi, keyfî, askerileşmiş, geçici ve oldukça örgütsüz bir biçimde gerçekleşti. Kaotik bir biçimde idare edilen ve en küçük bir ilerici vergi reformunun dahi yapılmadığı bu sistem, sosyal devlet dahil tüm kurumların çözülmesi sürecini tetikledi. Bu kuralsız yönetim nedeniyle Venezuela’nın tanık olduğu en büyük ekonomik ve sosyal çöküş, yoksulluğu ve eşitsizlikleri Chávez’in iktidara geldiği dönemdekinden çok daha vahim bir noktaya taşıdı.
Her iki rejimin de yasadışılıkla ve suç teşkil eden pratiklerle ilişkisi genelde gözlemciler tarafından yanlış yorumlanmıştır. Bunlar Peronculuğa ve onun sendikal koluna asla yabancı olmamıştır –bu anlamda yaptıkları, 20. yüzyılın büyük bir kısmında ABD sendikacılığı ile Demokrat Parti’nin yerel seçim “makineleri” arasında süren gizli görüşmelere benzer. Ama Arjantin’de, kripto-mafyatik boyut ve Peronculuğun yozlaşması –elbette bu sadece onlara özgü bir durum değil– az çok hareketin liderinin, örgütsel dokunun ya da günün siyasi tasarılarının denetimi altında kalmıştı. Chávezcilikte, 2000’li yılların ortalarından itibaren ve daha kuvvetle Chávez’in ölümünden sonra, bu suç ve talan boyutu öyle ölçüsüzce büyüdü ki Bolivarcı devleti ve onun “kuralsız otoriterizmini” kendi içine alıp yok etmeye dek vardırdı.[7] Bugün sosyal bağlar ve güvensizlik anlamında korkunç sonuçlara yol açarak tüm toplumu etkisi altına alıp kangrenleştirmiş halde.
O halde Peron figürünün çok ötesine geçen uyum becerileriyle Peronculuğun Arjantin’e son derece üretken ve esnek olmakla birlikte muğlak bir kurumsal ve kültürel miras bıraktığını söyleyebiliriz. Bu sayede çoğu zaman tedirgin ama istikrarlı bir biçimde, rejim, hukuki kurallara göre işleyen demokrasi ilkelerine sahip bir tür sosyal demokrasiyle kendi karmaşık özlemlerini uyumlu hale getirmeyi başarmıştı. Ama Peron’un mirasçıları “toplumu kurmayı” başarmış olsa da Chávez’inkiler nihayetinde o toplumu “bozdu” ve tüm kurumsal mantığı paramparça ederek arkalarında ekonomik, sosyal ve hatta antropolojik bir yıkım manzarası bıraktı. Öyle ki, “doğal kaynakların –günümüzde bunlardan tekinin– lanetinin” gitgide daha da tutsağı durumuna gelen Venezuela’nın yeniden gün yüzü görüp göremeyeceğini bilemiyoruz.
Son olarak diyebiliriz ki, başlangıçtaki yakınlıklara, benzerliklere rağmen bu iki hareket arasındaki çarpıcı farklılıklar belki de “popülizm” kavramının analitik ve açıklayıcı sınırlarını gözler önüne seriyor.
Çeviren: Melike Işık Durmaz
Notlar
-Bu makale, Le retour des populismes, Etat du Monde 2019 (der. Betrand Badie ve Dominique Vidal, La Découverte, Paris, 2018) derlemesi içinde yayımlanmıştır.
-Marc Saint-Upéry’nin Le Rêve de Bolivar. Le défi des gauches sud-américaines, (La Découverte, Paris, 2008) kitabının Türkçe çevirisi, Meydan Okuyan Sol: Bolivar’ın Rüyası ve Güney Amerika başlığıyla İletişim Yayınları tarafından yayınlandı.
Birikim’in Notu: Arjantin’de 27 Ekim 2019’da yapılan seçimlerde, Peronist Partido Justicialista’nın adayı Alberto Fernandez, oyların %48’ini alarak başkan seçildi. Fernandez’le birlikte, Peronist eski başkanlardan Christian Fernandez de Kischner başkan yardımcısı seçildi. Peronist Parti milletvekili senato kısmi yenileme seçimlerine de “Herkesin Cephesi” adını taşıyan bir koalisyonla katıldı. Fernandez’in rakibi, 2015’den beri başkanlığı yürüten Mauirico Macri, Arjantin tarihinde ikinci kez seçilemeyen ilk başkan oldu. Bu seçimlerde Macri’nin başkan yardımcısı adayının da Partido Justicialista’nın sağ kanadından Miguel Angel Pichetto olması, Arjantin’de Peronizm’in siyasal alandaki etki alanının genişliğini göstermek açısından anlamlı. Arjantin’de başkan adayının oyların %45’ini ya da ikinci gelen adayla arasında on puan fark olması koşuluyla %40’ını alması, birinci turda seçilmesi için yeterli.
[1] Alain Rouquié, Le Siècle de Perón. Essai sur les démocraties hégémoniques, Seuil, Paris, 2016, s. 12.
[2] Başka nedenler haricinde siyasi hatalar, toplumsal muhafazakârlık ve 1955 yılında şiddetli bir darbeyle kendisini iktidardan indiren muhaliflerinin antidemokratik aşırılıkları sayesinde…
[3] Washington’a karşı retorik bir düşmanlık ile net bir bağlılık arasında oldukça pragmatik gitgellerle bu sözde “bağlantısızlık” aslında “Batı kampıyla” asla gerçek bir kopuşa neden olmadı.
[4] Küba ile siyasi ve ekonomik dayanışma ve Venezuela devlet aygıtına Kübalı unsurların sızması fiilen gerçektir ama bunlar Bolivarcı rejimin “Kübalaşması” anlamına gelmez; zira rejim birçok açıdan çok farklı bir güzergâh takip etmiştir –tabii bunun iyi sonuçları kadar kötü sonuçları da olacaktır.
[5] Bu kesimlere, kamuda çalışan 2,5 milyon insanı ve ailelerini de eklemek gerek: sıkı denetim altında, sadakati sürekli sorgulanan az çok kesin gözüyle bakılan bir seçmen kitlesi.
[6] Alain Rouquié’nin tabiriyle. Bkz. Alain Rouquié, Le Siècle de Perón, s. 384-385.
[7] Bkz. Marc Saint-Upéry, Le Rêve de Bolivar. Le défi des gauches sud-américaines, La Découverte, Paris, 2008, s. 101. Madurocu devleti “mafya devlet” ya da “mafyanın egemenliği altında” gibi ifadelerle tanımlamak, rejimle arası açılmış, bazıları özeleştiriyi bu gidişattan Chávez’in sorumlu olduğunu söyleyecek kadar ileri götüren Bolivarcı üst düzey kamu görevlilerinin ana şiarlarından biridir. Bkz. Aynı eserde, “Ce que disent d’ex-ministres et fonctionnaires de Chávez du régime de Maduro”, Mediapart, 19 Mayıs 2018, <https://blogs.mediapart.fr/saintupery/blog/190518/ce-que-disent-d-ex-ministres-et-fonctionnaires-de-Chávez-du-regime-de-maduro>.