Venezuela’da Karşı-Hegemonya: Yenilmeye Mahkûm bir Mücadele mi?

ABD’nin küresel sistemde hegemonik bir güç olarak sahip olduğu konum, Uluslararası İlişkiler disiplinindeki tartışmalı meselelerin başında gelir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD hegemonyası altında kurulan Pax Americana düzeninin temelleri neye dayanmaktadır, bu temeller 1980’lerden bu yana sarsılmakta mıdır, 2008 küresel ekonomik krizi ABD hegemonyasını düşüşe mi geçirmiştir, Çin ve Rusya ABD’ye meydan okuyan karşı-hegemonik güçler midir? Bütün bu soruları, bugün Maduro hükümetinin karşı karşıya kaldığı ABD müdahalesi bağlamında yeniden düşünebiliriz. Zira Chávez’in miras bıraktığı “Bolivarcı Devrim” süreci, her şeyden önce başlı başına bir karşı-hegemonya modeliydi. Sadece Venezuela’da değil, Latin Amerika genelinde ABD hegemonyasının maddi, ideolojik ve kurumsal temellerini yıkmayı hedefleyen bu modelin neden başarısızlığa uğradığını anlamak, karşı-hegemonyanın olanak ve sınırlılıkları üzerine düşünmek açısından çok önemli. Bu yazıda Venezuela’da karşı-hegemonyanın sınırlarını belirleyen temel unsurun, petrol fiyatlarından önce sınıfsal çelişkilerde aranması gerektiğini savunacağım.

Karşı-hegemonyanın maddi, ideolojik ve kurumsal temelleri

Gramscici anlamda hegemonya, yapı ve üstyapıyı diyalektik bir bütünlük içerisinde birleştiren “tarihsel blok” (blocco storico) kavramı ile yakından ilişkilidir. Gramsci’nin yapı ve üstyapının bütünlüğünü “blok” kavramıyla ifade etmesi, çelişkili, hareket halinde, sürekli değişen ve dönüşen bir yapıya işaret etmek içindir; blok, bir bütünü oluşturan ve aralarında bir uyum olmayan farklı unsurları kapsar. Hegemonya inşa etmeye çalışan toplumsal sınıfın farklı ittifaklar kurmasıyla, bir tarihsel blok içerisinde farklı kimlik ve sınıf çıkarları bir araya gelebilir. Başka bir ifadeyle bir sınıfın hegemonyası, tarihsel blok içindeki farklı parçaları bir arada tutar. Dolayısıyla hegemonya ve tarihsel blok arasındaki ilişki de sürekli yeniden kurulur. Gramsci’ye göre hegemonya, birbirine karşıt olarak görülen zor ile rızanın diyalektik birlikteliğiyle mümkün olur; bu doğrultuda egemen sınıf, zora dayalı bir tahakkümün ötesinde ihtiyaç duyduğu rızayı sağlayabilmek ve hegemonyasını inşa edebilmek için maddi güçlerle birlikte ideolojik ve kurumsal temellere de sahip olmalıdır. O halde karşı-hegemonik bir mücadelenin başarılı olabilmesi için mutlaka yeni bir tarihsel bloğun şekillenmesine katılması ve bu blok içinde oluşacak sınıf ittifakının maddi, ideolojik ve kurumsal temellerini inşa etmesi gerekir.

Chávez, Latin Amerika’da ABD hegemonyasına karşı yeni bir tarihsel blok oluşumuna katkıda bulunabilecek üç temel karşı-hegemonik araca sahipti: Maddi imkânlar (petrol), fikirler (21. yüzyıl sosyalizmi) ve kurumlar (ALBA/Latin Amerika için Bolivarcı İttifak). Burada, yüksek petrol fiyatlarına olan bağımlılıktan dolayı maddi temellerin zayıflığı ilk bakışta kendini gösteriyor. Ancak esas mesele, bu yeni tarihsel blok oluşumu sürecinde hâkim, oligarşik sınıf fraksiyonuna karşı verilecek karşı-hegemonya mücadelesinin en başından beri çelişkili ve kırılgan bir sınıf ittifakı üzerine kurulmasıydı. Petrol fiyatlarındaki hızlı düşüşün yol açtığı şey, Bolivarcı Devrim sürecinin sınıfsal çelişkilerini daha da keskinleştirmek ve tüm çıplaklığıyla ortaya sermek oldu. Bu süreci incelemeden önce Chávez’in iktidarını hangi dinamikler üzerine kurduğuna kısaca değinmek gerekiyor.

Venezuela’da Chávez’in iktidara gelişi, Latin Amerika tarihinde “post-neoliberal” olarak kavramsallaştırılan yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 1989’da neoliberal politikalara karşı kendiliğinden büyük çaplı bir halk ayaklanmasının gelişmesi, hükümetin orduyu devreye sokarak bu ayaklanmayı kanlı bir biçimde bastırması ve buna itiraz eden Albay Hugo Chávez’in öncülüğünde bir grup askerin darbe girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması, Laclau’nun “popülist kırılma” dediği süreci tetikledi. 1958’den beri petrol gelirlerini elinde tutan siyasi ve ekonomik elitlerin kurduğu “Punto Fijo” düzeni sarsılınca, mevcut düzendeki dışlanmış kesimlerin taleplerini karşılayacağını vaat eden Chávez, önemli bir toplumsal taban buldu ve 1998 seçimlerinde %56 oy alarak eski düzenin kalıntıları üzerine yeni bir düzen kurmak için gerekli meşru zemini kazanmış oldu. Chávez ilk iş olarak yeni bir anayasa yaptı ve “Plan Bolivar 2000” adını verdiği programla %60’ın üzerinde olan yoksulluk oranını düşürmeye ve neoliberal politikaların yıkıcı etkisini gidermeye çalıştı. OPEC’in petrol fiyatları üzerinde denetim sağlaması yönündeki girişimleri, Chávez’in ilk dönemdeki önemli başarılarından biriydi. Bu girişim sonucunda petrol fiyatları yükselmeye başladı, ayrıca önlem olarak ekonomik istikrar fonu yeniden düzenlendi ve petrol fiyatlarında ani bir düşüş olması durumunda ülke gelirine destek olacak şekilde tasarlandı.

Chávez’in en temel politikası geliri ve toprağı yeniden dağıtmaktı ancak Nisan 2002’deki ABD destekli darbe girişimi gösterdi ki Chávez’in yapmak istediği reformlar ancak ABD hegemonyasına karşı topyekûn direniş mekanizmalarıyla hayata geçirilebilirdi. Darbe girişiminin ardından Aralık 2002’de petrol şirketini durma noktasına getiren lokavt ve Ağustos 2004’te devlet başkanının göreve devam edip etmeyeceğinin oylandığı -anayasanın verdiği izne dayanan- referandum gibi iktidarını devirmeye yönelik diğer girişimleri de atlatan Chávez, bundan sonraki süreçte karşı-hegemonik bir mücadele hattı kurmaya çalıştı. Bundan böyle iktidarda kalmanın tek yolu, Bolivarcı Devrim’i radikalleştirmekti. Ilımlı reformların ya da “üçüncü yol” gibi kapitalizmle uyumlu seçeneklerin bir kenara bırakılarak sosyalizme geçiş sürecinin inşasına yönelik adımlar atılması bundan sonra mümkün oldu. Ancak Bolivarcı Devrim’i çok ciddi sınırlılıklarla birlikte oligarşinin sert muhalefeti bekliyordu.     

Aşağıdan ve yukarıdan gelişen çelişkiler arasında devrim

Chávez’in karşı-hegemonik projesinin ideolojik temelini oluşturan 21. yüzyıl sosyalizmi, 2006’da kurulan meclis ve kooperatiflerle birlikte şekillendi. Petrol gelirleri artık sadece yoksulların temel ihtiyaçlarının karşılanmasında değil, sosyalist bir üretim biçimini hayata geçirmeyi hedefleyen komünal yapıların inşasında da kullanılıyordu. Bu yapıların bir yandan katılımcı mekanizmalarla işçi sınıfının örgütlülük kapasitesini geliştirmesi ve burjuva devletini dönüştürmesi, diğer yandan da alternatif bir ekonomi modeli yaratarak yerel düzeyden ulusal ve bölgesel düzeye doğru genişlemesi öngörülüyordu. 2010’a gelindiğinde meclislerin sayısı 40 bini geçmişti, ancak mevcut koşullar hedeflenenin çok uzağındaydı. Özel sermaye ekonomideki ağırlığını korumuş, kamulaştırmalardan istenilen verim alınamamış, dahası orta sınıfların bu sürece direnmesiyle yoğunlaşan kutuplaşma ortamında Chávez’in iktidarının ilk döneminde sermaye sınıfının belirli kesimleriyle kurduğu ittifak hayati bir önem kazanmıştı. Bolivarcı hükümete yakınlaşarak zenginleşen, bu nedenle Boli-burjuvazi olarak da anılan bu kesimin varlığı başlangıçta geçiş sürecinin mecburi bir koşulu olarak görülüyor, ekonomik ve siyasi istikrar adına sermayenin belirli kesimlerine stratejik olarak taviz verilebileceği, aşağıdan gelişen süreçler güçlendikçe sosyalist hükümetin bu “geçici” bağları koparacağı öne sürülüyordu.[1] Ancak bu bağların beraberinde getirdiği şey, esasen yozlaşma ve yolsuzluk oldu. Diğer yandan tam da bu noktada yolsuzluk meselesinin sadece iktidara yakın sermaye gruplarına özgü olmadığını, Fedecámaras adlı ticaret ve sanayi odaları birliği tarafından temsil edilen, yabancı sermayeyle bağlantılı hâkim, oligarşik sınıfın da bu süreçte yolsuzluğa karıştığını vurgulamak gerek. Fakat nasıl Brezilya’da yolsuzlukların bütün faturası Lula da Silva’ya kesildiyse Venezuela’da da yolsuzluk sadece sosyalizm ya da popülizm eleştirisi bağlamında gündeme gelen bir mesele olarak kaldı.[2]  

Venezuela’da aşağıdan gelişen katılımcı sürecin iyi yönetilememesinde ve bürokratikleşmeyle gelen yolsuzluk sorununun önüne geçilememesinde PSUV’un (Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi) işlevsizliğinin önemli bir payı vardı.[3] Aralık 2006’da kurulan PSUV, katılımcı, doğrudan ya da radikal demokrasi olarak tanımlanan sürecin merkezinde yer alıyordu. Ancak devletten görece bir özerkliğe sahip olması ve tabandan yönetilmesi öngörülen parti, tam tersine geleneksel bir devlet partisi halini alarak meclislerde örgütlenen tabanın doğrudan devletin üst kademelerine eklemlenmesinin bir aracı haline geldi. Zamanla PSUV içinde kopmalar yaşandı, Chávez’in Aralık 2007’deki referandum yenilgisiyle ortaya çıkan kırılma giderek kendini göstermeye başladı.[4] Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Venezuela’da sesleri fazla duyulmayan, analizlere dahil edilmeyen ama 21. yüzyıl sosyalizmini aşağıdan kurmak için bugün hâlâ canla başla mücadele eden bir işçi sınıfı olduğudur. Kendilerine “Chavista” deseler de, onların mücadelesini belirleyen, Chávez’e ettikleri sadakat yeminleri değil, üretim araçlarına el koyma hedefi. Bu kesimin önemli bir kısmı Chávez’in ardından bir süre daha Nicolás Maduro’yu desteklemeye devam etti. Ancak “Nicolás Presidente, el pueblo insurgente” (Nicolás başkan, halk başkaldıran) sloganı bu desteğin koşulsuz olmayacağını gösteriyordu. Nitekim öyle de oldu. Maduro petrol fiyatlarındaki hızlı düşüş karşısında zor durumda kaldığında otoriter önlemlere başvurmaya başladı ve kriz derinleştikçe işçi sınıfına çıkarılan fatura ağırlaştı. Chávez döneminde hiçbir zaman böyle bir durum ortaya çıkmamıştı.[5] Maduro popülaritesini hızla yitirdi, PSUV içindeki sosyalist gruplardan biri ayrılarak Marea Socialista’yı (Sosyalist Dalga) kurdu.[6] Venezuela’daki devrimci sosyalistlere kulak verdiğimizde krizin çözümü için tek bir önerileri olduğunu görüyoruz: İşçi sınıfı saflarını sıkılaştırmak. Dolayısıyla Bolivarcı hükümete desteğin petrol gelirlerinden kaynaklandığı ve petrol gelirlerindeki düşüşle birlikte bu desteğin azaldığı yönündeki analizler, Venezuela’daki toplumsal dönüşüm sürecini ve klientalist ilişkilerin dışında gelişen aşağıdan hareketlerin taleplerini göz ardı ediyor.  

Derinleşen çelişkiler ve oligarşinin saldırısı

2014’ün ikinci yarısından itibaren petrol fiyatlarındaki hızlı düşüş, karşı-hegemonyanın dayandığı maddi temele büyük bir darbe indirdi. Bir yandan kapitalist sınıf fraksiyonları arasındaki rekabet kızışırken diğer yandan gelirin yeniden dağılımına dayanan devrimin kazanımlarını korumak çok zor hale geldi. Hem misyon adı verilen barınma, beslenme, eğitim ve sağlık gibi temel alanlardaki sosyal yardım programlarını ve halk örgütlerini finanse etmek hem de kapitalist girişimcileri destekleyen döviz sistemini koruyabilmek artık mümkün değildi. Yüksek petrol fiyatları bu çelişkili süreçlerin aynı anda işlemesine izin veriyordu ancak 2013 sonrasında küresel ekonomik krizin etkisiyle kaynak çıkarımına dayalı (extractivist) kalkınma politikaları sınırına ulaştı ve emtia fiyatlarındaki hızlı düşüş Latin Amerika ülkelerindeki hammadde ihracatıyla büyüme dönemine son verdi. Ancak Venezuela açısından esas mesele, yeni ekonomik konjonktürün kendisinden ziyade bu süreç karşısında ülke ekonomisinin çok kırılgan bir konumda olmasıydı. Sosyalist üretim ilişkileri kurulamamış, alternatif geçim kaynakları oluşturulamamıştı. Diğer yandan Boli-burjuvaziye verilen tavizin bedeli ağır olmuş, hükümete yakın sermaye grupları ülkeye yatırım yapmaktansa daha avantajlı olan ithalata yönelmişlerdi.

Petrol gelirlerine bağımlılık bu kadar artmamış olsaydı emtia fiyatlarındaki düşüşle gelen krizin de bir sınırı olacaktı. Ancak giderek keskinleşen sınıfsal çelişkiler, Bolivarcı Devrim sürecini oligarşinin saldırısına açık hale getirdi. Muhalefetin içerisinde Leopoldo López’in temsil ettiği, Chávez’e yönelik darbe girişiminden bu yana anti-demokratik, şiddet ve darbe yanlısı tavır alan baskın kesim bu süreçte Maduro’yu devirmeye yönelik bir “yıpratma savaşı” vermeye başladı.[7] Ordunun üst kademeleri Bolivarcı hükümetin yanında olduğundan yeni bir darbe girişimi olası değildi. Bunun yerine kıtlığa yol açan bir ekonomik savaşla birlikte “guarimba” olarak anılan çok şiddetli sokak çatışmaları kışkırtıldı. Guarimbalar her ne kadar Batı basınında “açlık isyanları” olarak yer aldıysa da bu isyanlar temel gıda ürünlerine erişimin sınırlandığı gecekondu mahallerinde (barrio) değil, marketlerde olmayan ürünlerin restoranlarda bolca sergilendiği, başkent Caracas’ın doğusunda yer alan Chacao gibi üst-orta sınıf semtlerde yoğunlaşıyordu.[8] Gıda sektöründeki hâkim sermaye sınıfının üretimi azaltarak, ürünleri alternatif pazarda satarak ya da stokçuluk yaparak temel tüketim ürünlerinde kıtlık yaratması Venezuelalılar açısından yeni bir olgu değil, her önemli siyasi süreçte karşılaşılan alışıldık bir durumdu.[9] Ancak kısa sürede yüzde 18 binlere fırlayan enflasyon, karaborsa ve kaçakçılıkla birlikte kıtlık sorunu daha önce görülmemiş bir boyuta ulaştı ve artan şiddet oranlarıyla birlikte büyük bir kitlesel göç dalgasını tetikledi. 2016’dan bu yana üç milyondan fazla Venezuelalının ülkesini terk ettiği tahmin ediliyor.

Tıpkı Chávez gibi Maduro da iktidarına yönelik saldırılar karşısında bir tercih yapmak zorundaydı. Kendi tabanından gelen çağrılar devrimin radikalleştirilmesi yönündeydi. Maduro ise mevcut çelişkileri daha da derinleştirecek ve devrimin tüm kazanımlarını riske atacak bir yol izledi. Bazı sosyal yardım programlarını küçülterek, vergi indirimlerine giderek ve önemli devlet kademelerine (özellikle ordu ve kilise kökenli) sermaye temsilcilerini atayarak, yani aşağıdan değil yukarıdan gelen talepleri karşılayarak ekonomik krizi aşmaya çalıştı.[10] Ancak Aralık 2015’teki parlamento seçimlerini MUD (Demokratik Birlik Masası) çatısı altında birleşen sağ muhalefetin kazanması, Maduro açısından çok büyük bir siyasi krize yol açtı. 167 sandalyeli Ulusal Meclis’in 112’sini kazanan sağcılar Chávez döneminden bu yana ilk kez mecliste çoğunluğu kazanmış ve bu durum Maduro’nun iktidarına yönelik büyük bir tehdit oluşturmuştu.[11] Bu sürecin ardından Maduro hızla otoriterleşme eğilimine girdi. Yüksek Adalet Divanı oy satın aldığı ortaya çıkan ve usulsüz yemin eden bazı milletvekillerin tahliye edilmesi yönünde bir karar almış ancak Ulusal Meclis bu kararı kabul etmemişti. Bunun üzerine Maduro meclisin yasama yetkisini elinden almaya çalıştı fakat gelen tepkilerin ardından bundan vazgeçti. Maduro’nun bir sonraki hamlesi yeni bir anayasa yazılması için Kurucu Meclis oluşturacağını ilan etmek oldu. Ancak Maduro, Chávez’in en önemli miraslarından biri olan 1999 Anayasası’nı neden ve nasıl değiştirmek istediği konusunda net bir açıklama yapmadığı gibi Kurucu Meclis oluşturma kararını oylamak için (anayasanın gerektirdiği şekilde) referanduma da gitmedi.[12] Temmuz 2017’de muhalefetin boykot ettiği Kurucu Meclis seçimleri %41 katılım oranıyla yapıldı ve ortaya Ulusal Meclis’i askıya alarak onun yerine geçen, Maduro yanlılarından oluşan bir Kurucu Meclis çıktı. Bu hamleyle Maduro meşruiyetini büyük ölçüde kaybetmiş, dahası Chávez döneminden beri ülkedeki darbe yanlısı muhalifleri destekleyen ve Venezuela’daki rejimi değiştirmek isteyen ABD yönetiminin eline büyük bir koz vermişti. Trump yönetimi bu fırsatı kaçırmadı ve Ağustos 2017’de Venezuela’ya ekonomik yaptırım uygulamaya başladı. Gittikçe derinleşen ekonomik ve siyasi kriz ortamında Maduro, Mayıs 2018’deki başkanlık seçimlerini yine muhalefetin boykot etmesi sayesinde (resmî rakamlara göre %46, muhalefete göre %25 katılım oranıyla) rahatlıkla (%68 oyla) kazandı. Ancak muhalefet bu seçimleri tanımadı ve Ocak 2019’da Maduro’nun göreve başlamasının hemen ardından yeni Meclis Başkanı Juan Guaidó kendisini geçici devlet başkanı ilan ederek yeni bir kriz yarattı. Leopoldo López’in 2009’da kurduğu Voluntad Popular (Halk İradesi) partisinin bir üyesi olan ve muhalefet içindeki darbe yanlısı grupta yer alan Guaidó’nun ABD yönetimi tarafından tanınması ise krize uluslararası bir boyut kazandırdı.

Bu noktada belirtmek gerekir ki Maduro’nun Ulusal Meclis’in yerine Kurucu Meclis’i geçirmesi ne kadar anti-demokratik ise Guidó’nun kendini başkan ilan etmesi de aynı şekilde demokrasiye aykırı bir hareket. Guidó anayasanın 233. maddesine dayanarak başkanlık hakkı olduğunu ileri sürüyor, ancak bu madde sadece devlet başkanının görevini yerine getiremeyeceği durumlarda Meclis Başkanına 30 gün süreyle bu görevi devralma hakkını tanıyor. Muhalefetin başkanlık seçimlerini boykot etmesi, seçim sonuçlarını ve Maduro’yu tanımaması da yine anti-demokratik yollarla mücadele etmenin bir sonucu. Guaidó’nun kendisini başkan ilan edeceğine ve Trump’ın onu resmen tanıyacağına dair haberler, Maduro yeni görev dönemine başlamadan çok önce basında yer almaya başlamıştı. Bu da gösteriyor ki önceden planlanmış, üstelik gizli saklı değil, açık bir şekilde ortaya konmuş bir müdahale söz konusu.

Karşı-hegemonyanın yenilgisi

Bolivarcı Devrim süreci, 2000’lerin başlarında ABD hegemonyasının düşüşe geçtiği yönündeki tezlerin dayandığı unsurlardan biriydi.[13] Bugünse devrimin başarısızlığı ABD’nin Latin Amerika’daki hegemonyasını pekiştirmeye yaradı. ABD’nin hemen ardından AB ülkelerinin çoğunun ve Kanada’nın yanı sıra Arjantin, Brezilya, Şili, Kolombiya, Kosta Rika, Guatemala, Honduras, Panama, Peru ve Paraguay gibi Latin Amerika ülkelerinden oluşan Lima Grubu’nun Guaidó’yu resmen tanıması açıkça gösteriyor ki, ABD’nin herhangi bir ülkeye “demokrasi getirmesi” ve müdahalede bulanması büyük ölçüde meşru görülüyor. Diğer yandan ABD müdahalesine rıza göstermeyen ülkelerin ne kadar karşı-hegemonik bir pozisyonda oldukları da ayrı bir tartışma konusu. Maduro’yu destekleyen Rusya ve Çin’in krizi fırsata çevirerek Venezuela’nın petrol kaynaklarından imtiyazlı bir şekilde faydalanma hesaplarını bu açıdan dikkate almak lazım.[14] Benzer şekilde Maduro’nun önemli destekçilerinden biri olarak öne çıkan Erdoğan da yerel seçimler öncesinde ekonomik krize “Venezuela’daki gibi” dış sorumlular bulmak ve “darbe mağduru” olarak uluslararası kamuoyundaki imajını güçlendirmekle daha çok ilgileniyor. 

Bugün Venezuela’nın kuşatılmış, yalnız bir ülke haline gelmesinde, Chávez’in kurduğu “stratejik ittifakların” hiçbir sınıf temeli olmamasının önemli bir payı var. Chávez, ABD hegemonyasına karşı çok-kutuplu bir düzeni birlikte savunabilmek için Rusya, Çin ve İran gibi ABD’ye rakip ülkelere yönelmişti. Ancak küresel sistemde ABD hegemonyasına karşı çıkmaları, bu ülkelerde Venezuela’daki gibi karşı-hegemonik bir mücadele verildiği anlamına gelmiyordu. İran’da 1979 Devrimi’nden bu yana görülmüş en büyük kitle hareketlerinin yaşandığı 2009 protestoları sırasında göstericilere ateş açıldığında ve muhaliflere karşı çok sert bir polis şiddeti uygulandığında, Chávez Ahmedinejad’a sonuna kadar destek vermişti. Dahası Arap Baharı’nı ABD’nin tasarladığı bir süreç olarak gören Chávez, bu sefer Kaddafi ve Esad’ı da desteklemişti. Oysa Chávez, Ortadoğu’da ezilen halkların gözünde bir devrim kahramanıydı. ABD’nin Irak’a, İsrail’in Filistin ve Lübnan’a yaptığı müdahaleleri protesto edenler sokaklarda Chávez’in posterlerini taşımışlardı. Chávez ise ezilen halklarla aşağıdan bir dayanışma ağı kurmak yerine yukarıdan ittifaklar yapmayı tercih etti. Bugün Maduro’nun Erdoğan’la kurduğu yakın ilişkiye de, bu sebeple, şaşırmamak lazım.

Diğer yandan Chávez’in eski müttefikleri arasında bugün Venezuela’nın yanında karşı-hegemonik bir pozisyon alabilen sadece üç ülke var: Küba, Bolivya ve Nikaragua. Bu da Chávez’in karşı-hegemonik projesinin kurumsal temellerini oluşturan ALBA’nın bir mirası. ABD’nin Meksika ve Kanada’yla NAFTA’ya dayanan serbest ticaret bölgesini tüm Latin Amerika geneline yayma girişimini engellemek, Chávez’in en önemli başarılarından biriydi. ABD’nin dayattığı FTAA’ya (Amerikalar Serbest Ticaret Bölgesi) karşı 2004’te ALBA’yı (Latin Amerika için Bolivarcı İttifak) hayata geçiren Chávez, serbest ticarete dayalı bölgesel entegrasyon modellerine alternatif olarak, tamamlayıcılık ve dayanışma ilkesine dayanan bir bölgeselleşme projesi sunmuştu. ALBA’nın ilk anlaşması FTAA’nın dışında bırakılan Küba ile imzalanmış ve günde 95 bin varil petrolün karşılığında Küba Venezuela’nın sağlık altyapısına destek sağlamıştı. ALBA’ya daha sonra Bolivya, Nikaragua, Ekvador ve Honduras gibi ülkeler de dahil olmuş ve ALBA kapsamında Latin Amerika Yatırım Fonu ve Güneyin Kalkınma Bankası gibi kurumlar oluşturulmuştu. Ancak ALBA’nın esas önemi, gerek yerel gerek bölgesel düzeyde eğitimden sağlığa kadar birçok alanda kapsamlı bir karşı-hegemonik entegrasyon projesi olması ve kooperatifler araçlığıyla genişleyen bölgesel üretim ağları kurmayı hedeflemesiydi. Ancak karşı-hegemonyanın maddi ve ideolojik temellerindeki zayıflık, yani petrole olan bağımlılık ve kapitalist üretim ilişkilerinin dışına çıkılamaması kurumsal temelleri de güçsüzleştirdi.

Venezuela’daki karşı-hegemonya mücadelesinden alınması gereken en önemli ders, anti-kapitalist bir temeli olmayan ve sağlam bir işçi sınıfı tabanına dayanmayan radikal dönüşüm süreçlerinin zamanla ivme kaybedeceğini ve devrimci süreci hâkim sermaye sınıfının saldırısına daha da açık hale getireceğini görmek olmalı. Devrimi radikalleştirmektense iktidarını sağlamlaştırmaya çalışan ve sınıf çelişkilerinin daha da keskinleşmesine yol açan Maduro bu yolu sonuna kadar açmış oldu. Bugün Maduro’yu eleştirmek, ABD müdahalesini meşru göstermenin değil, Venezuela deneyiminden ders alınarak karşı-hegemonya potansiyeli taşıyan devrim olanakları üzerine düşünmenin bir yolu olarak gündeme gelmeli.



[1] Bu sadece Venezuela örneğinde gündeme gelen bir argüman değildi. 1960’ların sonlarında bazı Latin Amerikalı komünistler bu argümanı “ilerici burjuvazi” (progressive bourgeoisie) kavramıyla dile getirmişti. Bkz. Steve Ellner, “Beyond the Boliburguesía Thesis”, NACLA, 2016. (https://nacla.org/news/2016/06/09/beyond-boliburgues%C3%ADa-thesis). Diğer yandan Michael A. Lebowitz’e göre, Venezuela’da hükümet özel girişimlere ilk başta dokunamasa da, onlara dayattığı koşullarla (socialist conditionality) mevcut üretim ilişkilerini aşama aşama dönüştürmeyi hedefliyordu. Bkz. Michael A. Lebowitz, “Proposing a Path to Socialism: Two Papers for Hugo Chávez”, Monthly Review, Vol. 65, No. 10, 2014. https://monthlyreview.org/2014/03/01/proposing-path-socialism-two-papers-hugo-chavez/  

[2] Venezuela, Brezilya ve Arjantin’deki sol hükümetlerin özellikle ekonomik ve siyasi krizlerin derinleştiği 2015’ten bu yana içinden geçtikleri süreçler birbiriyle çok paralel. Birikim’in 323. sayısındaki (Mart 2016) “Latin Amerika solu nereye?” başlıklı yazımda bu üç ülkedeki solun “düşüş” süreçlerini karşılaştırmıştım.

[3] Steve Striffler, “Latin Amerika’da Sol Bir Şey: Venezuela ve Yirmi Birinci Yüzyıl Sosyalizmi Mücadelesi”, Leo Panitch ve Greg Albo (Haz.), Socialist Register 2017: Devrimi Yeniden Düşünmek, Yordam, 2017: 162-163.  

[4] Sosyalizme geçiş sürecinin oylandığı bu referandumda %51 hayır oyu çıkmış, daha sonra yapılan anketler Chavista hareketi içindeki kırılmanın devlet başkanının yetkilerini güçlendirmeye yönelik maddelerden kaynaklandığını ortaya koymuştu.

[5] Maduro döneminde PSUV’dan ayrılan sosyalistlerin bakış açısını ortaya koyan önemli bir röportaj için bkz. Eva María, “Chavismo From Below: An Interview with Cesar Romero”, Jacobin, 2016. https://www.jacobinmag.com/2016/04/chavez-maduro-venezuela-mud-psuv/

[6] Guaidó’nun ABD tarafından geçici başkan olarak tanınmasıyla derinleşen krizin ardından Marea Socialista’nın yaptığı açıklama için bkz. https://marksist.org/icerik/Dunya/11380/Venezuelali-sosyalistler-Halk-Maduroyu-istemiyor-ve-Guaid%C3%B3yu-kimse-secmedi

[7] Ryan Mallett-Outtrim, “Death Toll Rises in Venezuela; Opposition Demonstrators Say They’re Fighting a War of ‘Attrition’”, 19 Şubat 2014, http://venezuelanalysis.com/news/10372

[8] Ana Felicien, Christina Schiavoni ve Liccia Romero, “The Politics of Food in Venezuela”, Monthly Review, Vol. 70, No. 2, 2018. https://monthlyreview.org/2018/06/01/the-politics-of-food-in-venezuela/

[9] Steve Striffler, a.g.e., s. 159.

[10] Eva María, “Chavismo From Below: An Interview with Cesar Romero”, Jacobin, 2016.

[11] MUD’un parlamento seçimlerini kazanmasında kıtlık meselesinin önemli bir rol oynadığını bu noktada vurgulamak gerek. MUD’un sloganı “la última cola”, yani “son kuyruk”tu. Yani kıtlığa yol açan oligarşi temsilcileri temel ihtiyaç ürünlerinin önünde oluşan kuyruklara son vereceklerini vaat ediyorlardı.     

[12] Eski Adalet Bakanı Luisa Ortega, Chavista hareketi içinde Maduro’ya bu konuda itiraz eden önemli isimlerden biriydi ancak başsavcılık görevinden alındıktan sonra ülkeyi terk etti.

[13] İlhan Uzgel, “Hegemonik Bir Kriz Olarak ABD’nin Irak’a Müdahalesi Sorunu”, Mülkiye, Cilt XXVII, Sayı 240, Yaz 2003, s. 61.

[14] İlhan Uzgel, “Venezuela Tipi Anti-Emperyalizm Mümkün mü?” Gazete Duvar, 2 Şubat 2019, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/02/04/venezuela-tipi-anti-emperyalizm-mumkun-mu/