İlki sarsıcıydı, neredeyse infiale yol açtı. Pek çoğumuz mahcuptuk, payımıza düşen sorumluluğu hatırladık, belki kendimizi hesaba çektik. Sarsıcılığından kurtulup, haberi sindirmek zaman alacak derken ikincisi duyuldu. Hemen ardından uğultular yükseldi, televizyonları işgal eden analistlerin pek çok tiradı işitildi. Ancak buradaki yapay dil ve ısmarlama profesyonellik ele avuca gelecek kadar belirgindi. Haberin kısa zamanda kıvamını kaybetmesinin bu gibi söylevlerle bağı olmalıydı. Yanı sıra klasik bir ''o iş öyle olmayabilir'' gizemciliği de galebe çalıvermişti. Çok geçmeden üçüncüsü meydana geldiğinde, tuhaf bir kayıtsızlığa bürünmüştük bile. Bir rutini hatırlarcasına şöyle bir bakıp geçtik. Hadisenin dehşeti, trajedisi yahut kapı komşumuzun da benzer eşiklerde olabileceği ihtimaliyle, dikkatli ve rikkatli olma hassasiyetimiz çözülmüştü.
''Siyanürle ölüm'' vakalarına karşı kalplerimiz zırhlandı. Merkezî iktidarımızın da yoğun gayretiyle, hız çağında, bir trajedi daha çarçabuk massedildi. Zira nicedir ölümlerle intiharlar ''gizli mesleğimiz'', milliyetçilik günlük gıdamız, itiraza yelteneni şiddet temrinleriyle yıldırmak tabiatımız. Hayatı bu gibi başlıklar üzerinden yaşamayı âdet edindik. Şu adı konulmamış harp düzeninde kanımızın donma çıtası hayli yukarılarda. İnfial devletimiz, milletimiz ve dinimiz tariz edildiğinde meydana geliyor ki neyin ne zaman tariz veya taciz olduğunu elbette ''kamu diplomasisi'' yapan iletişim direktörleri tayin ediyor. Anlaşıldığı kadarıyla ''hiç'' ile eşdeğer sayılan intihar, bunlar arasında değil.
Artık hemen hiçbir ölüme şaşırmıyoruz. Türlü işleme tabi tutulan, güncel, siyanürle intihar vakaları geride kalanlara hal arz etme imkânını şimdiden kaybetti. Bunda iktidar teknikleri kadar epey aşınmış duyarlıklarımızın da payı var. Ölüm bunca tanıdıkken, ona vesile olan ''siyanür'' ilgimizi çekme kabiliyetini ne kadar sürdürebilirdi. Uzun sürmüş olağanüstülüklere maruz kalanların hayret etme ünitelerini, doz aşımı nedeniyle, erken kaybetmesi neredeyse kaçınılmazdı ve başımıza gelen buydu.
Böylesi durumlarda akla en son gelmesi beklenen İçişleri Bakanlığı'nın devreye girerek, siyanür satışlarının denetim altına alınacağını açıklaması, meseleyi devlet ricali bakımından resmen mühürledi. Sonra unutulmanın kollarına terk edildi ölenler. Her yeni siyanürlü-toplu intihar haberiyle, şöyle bir hatırlanıp tekrar unutulana dek böyle sürecek gibi. Zamanla düzleşmesi kaçınılmaz iktidar mantığı, meselelerin nevi şahsına münhasırlığını görmezden gelir. Konu intiharsa eskiden de oluyordur, şayet siyanür dert ediliyorsa o maddenin satışı daha sıkı denetlenerek sıkıntı bertaraf edilir. Alın bu baştaki mekaniği, memleketin akla gelecek her başlığında deneyin, işleyecektir. Çünkü bu yaklaşım otoriterliğin simya taşı sayılır ve rezonansa girdiği ne varsa tamamını kendine benzetir.
Olguca adliye-zaptiye mantığı çoğu zaman meseleleri bağlamından kopararak, güvenlik devleti ihtiyaçları doğrultusunda tasnife tabi tutmayı önceleyerek işler. Çünkü her ''olay'' nihayet bir vakadır. Münasip bulunmadığında üstü kapatılır, riskli sayılıyorsa bazen alenen bazen imalı ifadelerle tekfir edilir. İntihar başlı başına bir son. Çoklu intihar vakalarıysa pek nadir. Onlara da asıl olarak düşük yoğunlukta savaş coğrafyasında tanıklık etmiştik. Bir iç ülkedeki saklı trajedinin izlerini taşıyan ve hâlâ anlatılmayı bekleyen o intiharlar, vaktiyle sıralı iktidarların marifetiyle hasıraltı edilmiş, yakından ilgilenenler haricinde toplum konudan bihaber bırakılmıştı. Çoklu intiharlar yoksulluk, kaderine terk edilmişlik dolayımıyla yeniden gündemimize girdiğinde benzer işlemlere tabi tutuldu ve nedensel ilişki zinciri bilhassa kırıldı. Böylelikle ölüm haberleri arasında meseleyi değersizleştiren detaylar kol gezdi. ''Bulaşıcılığı''na bilhassa işaret edilen, asıl olarak o kaygıdan hareketle tartışılan intiharları manasızlaştırarak gündemden düşürme yaklaşımı sıhhi bir tedbir sayıldı. Neyse ki bize yaşamanın değerini anlatan kimi psikologların kişisel gelişim notlarıyla toplumcak aşılandık. Pek tabii sorun kent yoksulluğuyla, dışlanmışlıkla veya belli bir ekonomi politikle etkileşimli toplumsal yabancılaşmayla değil, çocukluk travmalarımızla bağlantılıydı.
Açlığın, yoksulluğun, sefaletin kendisine değil ama lafzına tahammülsüz merkezî iktidarımız. Oradan bize anlatılan hikâyeler bambaşka. Ecdada yakışır biçimde alıp yürüyerek yedi düvele had bildiriyor. Harika dokunuşlarla ekonomik göstergeleri iyileştiriyorken, o tabloya soru soran her gelişme ''surda gedik'' sayılıyor. Haliyle intihar, soruların en doğrudan ve en şiddetlisi. Zira soru sahipleri, değiştirebilme inancını kaybederek yaşamlarından vazgeçenler. Sanki bir masal en heyecanlı yerinde, ''bakın burası çok önemli'' denilmişken, birdenbire bölünüyor. Hakikate çağrının keskinliği, masal anlatıcıları için hayli rahatsız edici. Buna karşı geliştirilen kontratak; meselenin işitilmemesi için azami gayret göstermek, başarılamıyorsa bağlamından koparmak. Kendisiyle fazla meşgul ve hemen her hadiseyi varoluşuna kasteden bir hamle kuruntusu ile karşılamasıyla meşhur Sultan Abdülhamit'i andıran hususi dikkatiyle merkezî iktidarımız, ''intihar etmek suretiyle'' meydana gelen hadiseler üzerinden gelişecek bir algı operasyonunu önlemek için bu nevi ölümleri, muhipleri eliyle, ''mevsimsel geçiş''e bile bağlayabildi. Vesile oldu, tenezzül eşiğinin ne denli düştüğünü, kötülüğün hangi raddeye vardırılabildiğini gördük.
Yedi düvele karşı süren muhayyel harbe asker yazılmanın muteber bulunduğu bir zaman aralığında intihar ederek, bütün intiharları bırakıp kaçanların itibar görmesi imkânsız. Merhametin, kalpsizliğin ötesinde buz gibi bir mantık hüküm sürüyor. Sadece kendi izlerçevresine odaklanan her iktidar için, geriye kalan tek tek insanlar değil, bir yekûn ve bu insanların tamamı ''artık nüfus''tur. Yaşam biçimleri üzerinden kışkırtılan toplumsal yarılmanın, ölüm biçimlerine dek taşındığını, intihar edene, rahmet edene rahmet dilenip dilenmeyeceği yahut namazının kılınıp kılınmayacağı yollu henüz yer altında süren tartışmalardan çıkarmak mümkün. Akıbeti toplumsal felakete açılacak bir düzlemin göze alındığı yollu işaretlerse biriktikçe birikiyor.
Bağlamından koparma tutumu, mesajı kesintiye uğratma amacıyla iç içe. Gerek intihar edenlerin kişisel dertleri gerek toplum olma vasfını günden güne kaybederek çözülen toplumun eşitler arası bir ilişki düzlemi inşa ederek kendisini yeniden oluşturma olanağı, bu gibi bağlamından koparma denemeleriyle ortadan kaldırılıyor. Meseleyi her ne ise o olarak tanıyıp tarif etmek ve sonuçlar çıkarmak varken, bağlamından kopararak tercümeye başladığımızda onu her yere sürükleyebilir, dahası omuzlarına istediğimizi yükleyebiliriz. Bu kesintinin kuntlaşmaya, kendiliğinden insani refleksleri baskılamaya yol açmasıysa kuvvetle muhtemel.
İktidarlaşma, devletle bütünleşme hırsı eşliğinde, tamamına vardırılınca insanı değil, devletin güvenliğini/itibarını önceleme güdüsü kaçınılmaz hale geliyor. Sözgelimi siyanürle intihar haberleriyle aynı günlerde bir yurttaş İstanbul Adliyesi'nde intihar etti. O dramatik tabloyu tamamlayan tanık anlatımlarındaki hassasiyetle görevlilerin olayı ele alışı arasındaki uçurum, yarılmanın gündelik hayatın detaylarına nasıl işlediğini gösteriyor. İntiharı yıllık toplamı gösteren bir istatistik üzerinden ele alan idarecilerin adliye boşluklarına ağ gererek intiharların önleneceğini açıklaması, olağan şartlarda gayri insani sayılabilir ama şu sıralar hiç garip değil. İçişleri Bakanlığı'nın davranış çizgisi, idarenin biz yurttaşlarla muhatap olan ve anons mekaniğiyle konuşan/yazan görevlilerine de sirayet etmiş görünüyor. Bu özdeşleşmenin nasıl bir siyasal rejimi işaret ettiğini kestirmek pek güç olmasa gerek.
Adliyenin yüksek katlarından atlayarak intihar eden yurttaş yerde yaralı yatarken, görevlilerin ilk işi güvenlik şeridi çekmek, müdahale etmeye çalışanları uzaklaştırarak yaralının sağlık hakkından faydalanmasını uzun süre geciktirmek oldu. Zira orası pek çok davanın görüldüğü Adalet Sarayı'ydı, sükûnet ve güvenliğin berdevamı esastı; bu bahiste birinin, hele intihara teşebbüs edenin yaşamı, birilerinin zannettiği gibi önemli değildi. İntihara karşı ortalama bilinçaltını ele veren kayıtsızlıkla, şu sıralar rejimin kalbi sayılan adliyelerden birinin ''güvenliği'' elbette bir candan üstün tutulacaktı.
Kendisini, bir saate yakın yaralı yatan ve dünyaya son kez oradan bakan yurttaşın yerine koyan herkes, bunun intihar edenden nasıl bir korkunç intikam olduğunu ve asıl dehşetin bu ''gösteri''yi izlemeye mecbur edilenlere yaşatıldığını tahayyül edebilir. Çünkü şiddete maruz kalanın yaşadığı acı gelir geçer, ucunda ölüm varsa nihai olarak geçecektir, hayatta kalmaya devam ederse çeşitli telafi mekanizmaları bulacaktır. Ancak şiddeti seyreden ya da buna mecbur bırakılanlar müdahale etmek gibi olağan insani tutumlardan alıkonulduğunda acıyla şiddetin etkisi zamana yayılır ve travma yaratma olasılığı artar. Güven’de olabilir, Vedat Türkali'nin karakteri doğrudan fiziksel işkenceye uğramamış ama yanında eziyet edilenleri görmüştür. Sırf müdahale edemediği, kendisi değil başkaları işkence gördüğü için yaşadığı travmanın etkisini yıllar sonra dahi üzerinde taşır. Seyir işkencesiyle olağandışılığın olağanlaşması ürperticidir. Maruz kalmanın ve izlemeye mecbur edilmenin rutine bağlanması, süreğen duyarsızlığa yol açarak kalp kaybıyla sonuçlanması muhtemeldir ki bu da ''hiçbir şey hissetmemek'' oluyor.
Pek çok yurttaş bakımından Adalet Sarayı'nda adalet aramak nicedir boş bir uğraş. Ancak bir metafor değeri taşıyan adliyeler, rejimlerin nabız atışlarının duyulduğu mekânlar. Adalet Sarayı'nda intihara verilen güvenlik devleti yanıtı, Türkiye sathındaki tutumlara teşmil edilebilir. Belki bir yerde daha saf, diğerlerinde türlü faktörlerle daha seyreltilmiş olabilir ama çekirdeğindeki yakıcı-yıkıcı müşterektir. Yaşama hakkını, velev ki kişi bundan vazgeçmek istese dahi, teminat altına almak yerine, kendini yalnızca hadisenin güvenliğinden mesul tutmak devletimizin kadim tutumudur.
Sosyalizm denemelerinin bütün çeşitleriyle toplumsal seçenek olmaktan çıktığı dünyanın şimdiki zamanında, herhangi bir konuda akıldan önce kalbe ve sağduyuya müracaat fazlasıyla romantik. Hiç değilse son beş yüz yılın toplumsal kazanımlarını kerteriz alan yaklaşımlar önermek arkaik hümanizm sayılıyor. Kalpsizleşmenin neticelerinden biri kendine dönüklük olsa gerek. Başkasının acısına taşlaşmak da tezahürler arasında sayılabilir. Toplumsal eşitlik anlayışından uzaklaşma ve rövanşizmle sınırlı bir ''vakti gelince onlara gösteririz''ci pusu ideolojisiyse, muhalif olanı önünde sonunda müstebite benzetir. Nefretten ve karşı olmaktan ibaret bir kendini var etme yolunun, özgürlüğe açılmayacağı kolaylıkla tahmin edilebilir ki pek çok örneği var.
İntiharlar, tıpkı yeniden memleketin rutini haline getirilen ''genç ölümler'' gibi yakıcı. Ancak bunlar fraksiyonel siyasal saiklarla toplumu baştan ayağa tekrar dizayn etme gayretkeşliğinin türlü sonuçları arasında. Kapitalizmin bilinegelen pek çok kurumunun yıprandığı, toplumsal itiraz dalgalarının kıyılarını dövdüğü yerleşik iktidarı aşmadıkça, kendini tekrar duygusuyla karşı karşıya kaldığı bir ''eylemsizlik momentinde'' milliyetçilikler tekrar keşfedilirken, bir taraftan da dinler/dinsellikler merkezî iktidarların ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılıyor. Tarihsel akış içinde devrimci imkânlar taşıyan bu iki başlığın, bu yeni imalat ve sürümlerinde o eski rollerinden eser yok. Hayatı bu gibi esaslar üzerinden okumak haliyle pek kolay. Kendi meşrebinize göre çektiğiniz çizginin veya duvarın bir tarafında kalanlar dost ve diğerleri düşman. Sonrası çeşitli mevzi ve cephelerde süren amansız bir fütuhat savaşı.
Siyasal ve duygusal saflaşmalar da bu esaslar ekseninde belirginleşiyor. Bunlarla akışkan bir ilişkisi olmayan ne varsa tamamını itibar kaybına uğratma çabası yaygın. Sağ popülizmden otoriter despotluklara dek pek çok model taraftarlarına bunu vaat ediyor. Saflaşmanın kontrolsüz ve yıkıcı kamplaşmalarla yürüdüğü alanların daha çok eski ''reel sosyalist'' bakiyesi coğrafyalarla ''burjuva demokrasisi''ni dahi tecrübe etmemiş devletleri kapsamasıysa hayli ilginç ve ders çıkarma vesilesi kılınmaya müsait.
Desteklediğimiz veya maruz kaldığımız iktidarların neye gülünüp neye üzülüneceğini aşağı yukarı belirlediği, neyin geçiştirilip neyin tekraren vurgulanacağını fısıldadığı, ilksel saydığı bazı sabitlerine soru sorulmasını yasakladığı atmosferlerde bir ülkede olup bitenlerin alenen ortaya konulmasını istemek de güç, yok sayılan intiharların sebeplerini sorgulamak da. İncitici olan buna alışmak, bir süre önce belki adliye polis marifetiyle yansıtmaktan alıkonulduğumuz duyarlıkları kaybetmek, daha fenası farkına varmaksızın bunlardan vazgeçmemizdir. Bireysel ve kolektif tam hak eşitliğine dayalı, dikey ilişki modellerinin uzağında, karnaval neşesi taşıyan yeni bir toplum inşasının, aynı zamanda alışmamakla, ezilenler dünyasına seçenekler sunan eleştiri kültürünü toplumsallaştırabilmekle de ilgisi olmalı.
Resim: Henry Walsh