Son bir hafta içerisinde yaşanan iki intihar vakasının ardından ülkede yoksulluk diye bir şeyin varlığından söz edilmeye başlandı. 6 Kasım’da İstanbul, Fatih’te yaşayan dört kardeşin birlikte intihar ettiği, 9 Kasım’daysa Antalya’da yaşayan dört kişilik bir ailenin evlerinde, “Herkesten özür diliyorum ama artık yapacak bir şeyim yok. Hayatımıza son veriyoruz,” yazan bir mektupla birlikte ölü bulunduğu haberi geldi. İlkinden farklı olarak ikinci olayda toplu bir intihardan söz etmek mümkün değil çünkü hayatını kaybedenlerden ikisi çocuk.
Her iki ailenin de maddi sıkıntı içinde bulunması bu olayları birleştiriyor. Fatih’te yaşayan Yetişkin Ailesi’ne anneden kalan yüklü borç, bundan dolayı eve giren tek maaş üzerine konan haciz, bakkaldaki veresiye defterinde biriken borç, ödenmemiş faturalar yüzünden kesilen doğalgaz ve elektrik; Antalya’daki olayda, baba Selçuk Şimşek’in mektubunda dokuz aydır işsiz olduğunu, maddi sıkıntılar çektiğini ve çare olmayan bir seçeneğe sığınacak kadar çaresiz hissettiğini itiraf etmesi… Ancak intiharların sebebinin yoksulluk olduğunu düşünmek insanlara pek inandırıcı gelmiyor olsa gerek ki günlerdir gerçek sebebin ne olduğu tartışılıyor. İlk olayda, yaşları 48 ila 60 arasında değişen, hiç evlenmemiş dört kardeşin aynı evde yaşıyor olmasının tek başına “anormalliği”, insanların sebebi başka yerde aramaları için yeterli imkânı sunuyor. İkinci olayda ise ailesinin canına kıydıktan sonra intihar eden babanın şık bir ofiste çekilmiş fotoğrafı ve ailenin oturduğu site, yoksulluğu bir gerekçe olarak safdışı bırakmayı kolaylaştırıyor. Çünkü baktığınız zaman, iki aile de mesela damı akan bir gecekonduda oturmuyor. Ya da fotoğraflarında hiçbirinin üzerinde eski püskü kıyafetler görünmüyor. Üstelik Yetişkin Ailesi’nin bir ferdi obez. Obezlik/şişmanlık bir şekilde akla zenginliği getiriyor. Özetle, her iki aile de görünürde yoksulluğun kodlarını taşımıyor; bir diğer deyişle, aklımızdaki yoksul prototipine uymuyor.
O halde nasıl oluyor da bu insanlar yoksul olarak nitelendirilebiliyor? Öncelikle yoksulluğun gıda yoksulluğundan ibaret olmadığını, karnı doyan herkesin yoksulluktan münezzeh sayılamayacağını akılda tutmak gerekiyor. Yoksul deyince aklımıza sadece sokakta yaşayan ya da çöpte yiyecek arayan ya da üstü başı pejmürde haldeki insanlar gelse de neoliberalizm bu genelgeçer yoksul imajını gözden geçirmemizi ve yeni imajlara doğru genişletmemizi zorunlu kılıyor. Çünkü neoliberalizm borç sayesinde yeni bir yoksul tipi üretmiş durumda. Tüketicilerin sayısını artırabilmek için borçluların sayısını artıran bankacılık sistemi, refahın arttığı şeklinde bir izlenim yaratarak, insanların borca dayalı şekilde haddinden fazla tüketimde bulunmasına neden oluyor ve borç, insanların kendi geleceklerinin üzerindeki kontrolü kaybetmeleri sonucunu doğuruyor. Dolayısıyla borç, hem şimdiyi hem de geleceği ipotek altına alıyor; sadece maddi zenginliklere değil, insanın tercihlerine de el koyuyor ve en nihayetinde insanlar borçlar tarafından yönetilir hale geliyor.[1] İntihara sürüklenen her iki ailenin de ciddi bir borç yükü altında olduklarını görüyoruz. Şimdi, işin bu raddeye gelmesinde etkisi olan çalıştıkları, daha doğrusu çalışamadıkları işlere bakabiliriz. Yetişkin Ailesi’nin iki ferdi, kendilerine güvenceli bir hayat sağlama olanağı sunmayan geçici ve düzensiz işlerde çalışıyormuş. Bilgisayar teknikeri olan Selçuk Şimşek ise ev geçindiren bir insan için son derece uzun sayılacak bir süre boyunca işsiz kalmış. Burada post-endüstriyel sürecin inşa ettiği, esnekliğe dayalı emek rejiminin sonuçlarını görüyoruz. Yoğun teknoloji kullanımına dayalı olan post-endüstriyel üretimin gerektirdiği esneklik, ortaya çıkardığı belirsiz ve güvencesiz emek biçimiyle her geçen gün daha çok sayıda insanı işsizliğin kollarına itiyor; işsizlik sadece vasıfsız işgücü için değil, artık vasıflı işgücü için de daimi bir tehdit ve bu koşullar altında kimse işsizlik dolayısıyla yoksulluk ihtimalinden fersah fersah uzak sayılmaz. Büyük bir hızla işlevsizleştirilerek atıl hale getirilen insanlar için işsizlik yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ontolojik bir sorun.[2] Hiçbir şeye sahip olmadığında hiçbir değerin olmadığını hissettiren bir toplumda, ekonomik yoksulluk kişinin varoluşuna atfettiği anlamı hiçlik duygusuyla örmesine neden oluyor ve bunun psikolojik maliyeti de en nihayetinde kendi bedenine yönelik bir şiddet biçimini alıyor.
Üstelik tam da esnek üretime geçişle birlikte işsizliğin yaygınlaştığı, iş piyasasının düzensiz ve güvencesiz bir nitelik kazandığı bir dönemde neoliberal politikalar refah devletinin altını oymuş ve refah imkânlarından yararlanma hakkını çalışmaya bağlanmış durumda. Devlet ancak çalıştığınız takdirde size sosyal güvence sağlıyor. İhtiyaç tespitine dayalı sosyal yardımlar ise yalnızca en muhtaç olanlara yöneliyor. Hal böyle olunca ciddi anlamda bir seçicilik mekanizması işliyor ve sosyal yardımı hak etmek için her şeyden önce yoksulluğunuzu kanıtlamanız gerekiyor; bu ise evinizin ve özel hayatınızın sosyal yardım uzmanları tarafından didik didik edilmesi demek -ki sosyal hizmetler, “ihtiyaç sahibi ailelerin refah seviyesini yükseltmekle değil, sosyal harcamaları azaltmak için sosyal yardım alıcılarının sayısını asgariye çekmekle”[3] daha çok ilgileniyor. Dolayısıyla sosyal yardımlardan yararlanmak her geçen gün zorlaşırken yardıma hak kazananlar daha fazla denetime tabi tutuluyor. Damgalayıcı nitelikteki bu sosyal yardımlar, insanların onurunu zedeleyerek neredeyse bir cezaya dönüşüyor. Özel yardımlara başvurmak ise, içinde bulunduğumuz dönemde ifşa edilmeyi gerektiriyor. Ancak “sesinizi duyurabildiğiniz” takdirde, ancak ne kadar müşkül durumda olduğunuzu binlerce, milyonlarca insanın önünde itiraf edebildiğiniz takdirde yardıma mazhar olabiliyorsunuz. Bu itiraf aynı zamanda başkalarının merhametine muhtaç olduğunuzun itirafı. Bilhassa ailenin geçiminden sorumlu kişi olarak görülen erkek için yardım almak, “kendi başarısızlığının itirafı” olarak deneyimleniyor[4] ve Antalya’daki olayda baba Şimşek’in içinde bulunduğu psikolojik durumda ataerkinin erkeğe yüklediği rollerin ağırlığı etkili olmuş gibi görünüyor. Bu nedenle nasıl ki yardım istememeyi onurlu bir hareket gibi sunmak ve yüceltmek yanlışsa yardım istemeyi sıradan bir eyleme indirgemenin de aynı oranda yanlış olduğunu söylemek gerekiyor. Yardım istemeyi reddeden bu iki ailenin tavrını eleştirmek ise yardım istemenin, bir diğer deyişle başkalarına muhtaç olmanın duygusal şiddetini görmezden gelmek anlamına geliyor.
Demek ki yoksulluk çeşitli veçheleri olan ve farklı boyutlarda yaşanan, yani sadece ekonomik değil, aynı zamanda duygusal ve psikolojik bir durum. Necmi Erdoğan’ın dediği gibi, “kişilerin içinde yaşadığı, anlamlandırdığı, başa çıkmak için çeşitli yöntemler geliştirdiği, toplumsal bir ‘durum’”.[5] Kimi zaman da başa çıkmanın mümkün olmadığı, başa çıkmaya çalışmanın kendisinin bile insanı güçsüzleştirdiği ve verilen mücadeleye devam edecek takati tükettiği bir durum.
Bu elbette intiharın tek gerekçesinin yoksulluk olduğu anlamına gelmiyor. Ancak yoksulluğu ekonomik yoksulluğun beraberinde getirdiği farklı yoksunluk biçimleriyle birlikte okuduğumuzda yoksulluğun bir kök sorun olduğunu görmek kolaylaşıyor. Yoksulluk insanları fiziksel ve psikolojik açıdan hastalıklara açık hale getiriyor. Yetişkin Ailesi’nde kardeşlerden birinin obezite, diğerinin ise sara hastası olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda kardeşlerden ikisinin de antidepresan kullandığı biliniyor. Tedavi olma imkânının olmadığı noktada psikolojik rahatsızlık yoksulluğu, yoksulluk ise karşılığında psikolojik rahatsızlığı besliyor. Sonuçta yoksulluk, içinden çıkılamaz bir girdaba dönüşüyor. Bu çıkışsızlık, önce aileleri, sonra bireyleri kendi içine dönük hale getiriyor. Böylece yoksullar, yoksulluklarını evlerine kapanarak örtüyorlar ve bu ev artık “yoksulluğun sıkıntılarının biriktirildiği bir kabuğa”[6] dönüşüyor. Yetişkin Ailesi’nin cenazelerine bir arkadaştan başka kimse sahip çıkmazken Şimşek Ailesi’yle ilgili soru sorulan komşular aileyi tanımadıklarını söylüyorlar. Bu, ailelerin ne kadar dışarıya kapalı bir hayata itildiğinin ve içinde bulundukları girdaptan onları kurtaracak bir dayanışma ağından ne denli yoksun olduklarının göstergesi.
Kabuğun altındaki yaranın derinliğiyse ancak insanlar o yarayla yaşamaya devam etmenin ağırlığını artık taşıyamadıklarında ortaya çıkıyor. Ama bu derinlik herkesin içinde kaybolacağı kadar geniş olduğu için bir siyasetçi çıkıp bu intiharların yoksullukla ilişkisini reddediyor. Haber manşetleri yoksulluğun sıkıntılarının biriktiği bu evlerden “sırlar evi, dehşet evi” gibi isimlerle bahsederek yaşananları fantastikleştiriyor. Bir gazeteci, eve aslında dört bin liranın üzerinde maaş girdiğini, olayı yoksulluğa bağlayarak toplumda infial yaratılmaya çalışıldığını iddia ediyor. Bir başka gazeteci, emniyet yetkilisine evde içki şişesi bulunup bulunmadığını soruyor. Bir diğeri, intiharların faturasını evde bulunan “ateist kitaba” kesiyor. Sosyal medyada yüceltmelerle kahretmeler el ele gidiyor. İntiharlar, bireyleri aşan sosyal nedenlerden arındırılarak safi psikolojikleştiriliyor.
Bu açıklamaların çoğu yaşanan intiharların vicdani yükünden kurtulmanın arayışlarıymış gibi duruyor. Çünkü yoksulluk, yoksulun içinde yaşadığı siyasal ve sosyal topluluğa bazı ahlâki yükümlülükler getiriyor ve insanların yoksulluk nedeniyle intihara sürüklenmiş olması, topluluğun diğer üyelerinin üzerlerine düşen yükümlülüğü yerine getirmediklerinin ilanına dönüşüyor. İntiharların sebebinin yoksulluktansa depresyon veya aşırı alkol tüketimi olması topluluğun bu intiharlardaki payının ortadan kalkmasını sağlayacağı için bu ihtimallere dört elle sarılınıyor.
Yetişkin Ailesi’nin “Dikkat siyanür var, polisi arayın, içeriye girmeyin” notuyla Selçuk Şimşek’in ölümlerinin vereceği ıstıraptan dolayı özür dileyen mektubu, kendilerine aynı duyarlılığı göstermeyen dünyaya karşı gösterdikleri son duyarlılık olarak kalıyor.
[1] Mustafa Demirtaş, “Neoliberalizmde Borç ve Öznellik”, Sosyoloji Dergisi, sayı 37, 2018, s. 45-46.
[2] Ömer Laçiner, “Bir Süreç ve Durum Olarak Yoksullaşmayı Sorgulamak”, Yoksulluk Halleri içinde, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016, s. 312.
[3] Pierre Bourdieu, Dünyanın Sefaleti, Heretik Yayıncılık, İstanbul, 2015, s. 246.
[4] Aksu Bora, “Kadınlar ve Hane”, Yoksulluk Halleri içinde, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016, s. 108.
[5] Necmi Erdoğan, “Yoksulları Dinlemek”, Yoksulluk Halleri içinde, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016, s. 14.
[6] Ersan Ocak, “Yoksulun Evi”, Yoksulluk Halleri içinde, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016, s. 171.