“Nedir ki bağıran beş on kişi, asıl sen susana sor. Susana sor, bedeni ne biçim bir sarsıntı, deprem içindedir. Ve ne kıyametler boşaltıyordur havaya toprağa.”
Gülten Akın, 42 Gün
El Sistema’nın kurucusu Jose Antonio Abreu, yoksulluğun en vahim yanının hiç olma, hiçkimse olma, kimliksizlik hissi olduğunu söylüyor ve bu vahim yanlara “toplumsal güven eksikliği”ni ekliyordu.[1] Yoksulluğun yalnızca maddi yoksunluktan ibaret olduğunu farz etmek güç. Bu üstünkörü bakış (göremeyiş) gerçekdışı; gülemeyeceğimiz bir şaka gibi üstelik. Abreu’nun bıraktığı yerden söyleyebiliriz: Yoksulluk, bizi sadece hiçleştirmez, kimisi için “şey”leştirir. Bize bir “şey”ler yapar; bizi neye dönüştürür veya biz onunla neye dönüşürsek o “şey” oluruz. Sağlıklı yaşamsal pratiklerimizin yitimi gelir. Kocaman bir süreç içinde, yoksullaşma süreci içinde azar azar ve yavaş yavaş bizi bir yere götürür. Sürecin mekânları, eylemlilikleri, “şey”likleri değişir. Yoksullaşma sürecinin duyguları dönüşür, onlar da yoksunlaşır. Duyguların yoksunlaşması ve “yaşamdan yoksun” olma duygusunun işgali ardı ardınadır. Yani, yoksulluk bize bir şeyler yaparken bir bakıma manevi bir işgal sürecindeyizdir. Çabalamanın, didinmenin, öfkenin, çaresizliğin, yalnızlığın, değersizliğin, bağırmanın ve susmanın işgaliyle kalırız. Onurlu bir yaşamı düşleyerek kalırız. Yaşamdan yoksun olma, kendinden yoksun olma hissini destekleyecek ve sürdürebilecek koşullarla, kurumlarla, insanlarla yaşarız. Hâlâ yaşıyoruzdur. Yoksun olduğumuzu, hiç olduğumuzu hissettiğimiz bir yaşamı sürdürüyor ve yaşıyoruzdur.
İntihar, yoksulluk kaynaklıysa eğer, tepeden tırnağa bir yoksullaşma sürecinin eylemidir. Yaşam topyekûn yoksul kalmıştır, yoksullaşmıştır; zihin yoksullaşmıştır, kalp yoksullaşmıştır, zaman yoksullaşmıştır. En basit haliyle, yarının kendisi ve fikri yoksullaşmıştır çünkü bugün zaten -yaşanıyorken- yoksuldur. Yarının varlığına, başlangıcına, bitimine bizi götürebilecek herhangi bir duygu bulamayız, duygular yoksullaşmıştır. Yoksul uykular uyunmuştur, yoksul sabahlara uyanılmıştır, sokakta yoksul adımlar atılmıştır. Bakışlarınız yoksullaşmıştır örneğin. Gözünüz yoksullaşmıştır çünkü feri gitmiştir! Yalnızca aç kalınmamıştır, yalnızca soğukta kalınmamıştır, yalnızca faturalar ödenmemiş değildir. Süreğen yoksulluk, duyguların yitiminden önce birkaç duyguyu bol keseden vermiştir. Yoksulluğun duyguları vardır ve onlar bizi kendi bolluklarında boğabilir. Utancın, mahcubiyetin, üzgünlüğün, öfkenin, yetersizliğin bolluğunda boğuluruz. Bu bolluk sürecinde “yüzü tutmayan” bir şey olmuşsunuzdur. “Yüzü yere eğilen” bir şey olmuşsunuzdur. Sonunda yüzünüz yoksul bir yüzdür, ayaklarınız yoksulluğun ayaklarıdır, elleriniz yoksuldur. Daha fazlası olamayacağınız bir “şey” olmuşsunuzdur. Bu hiç olmak mıdır, bilmiyorum.
Yaşamı reddetmek, bir bakıma, “şey”den veya “hiç”ten başka olmaya dair bir eylemdir. Yarının fikri ve duygusu yitirildiği için, yarının işlevini görmüş, yarının beklentisini karşılamış bir eylem yerine geçer. Yaşamı reddetmenin kararını verebilmek, bu kararı uygulayabilmek “hiç”ten fazlası mı eder, bunu bilmiyorum. Sadece yarından vazgeçmenin, yarını “şey”den ve “hiç”ten daha başka bir şey olarak yaşamaya güdülenmekle ilişkilenebilir bir yanı olduğunu düşünüyorum. İkisi de bugünden başkalaşıyor, bugünü başkalaştırmak için eyliyor ve “hiç”e, “şey”e denk gelmiyor. İntihar edenleri unutmuyoruz. Eceliyle ölenleri unuttuğumuz kadar… Ecel bize sorumluluk yüklemiyor. İntihar bize, eylemi gerçekleştirene ve eylemden etkilenen herkese sorumluluk yüklüyor.
“Pişmanlık mı? Arkandan ağlayanların üzüntüsü için, sana olan sevgileri, senin de onlara karşı duyduğun sevgi için pişmandın. Karını yalnız bıraktığın için, yakınlarının içlerinde hissedecekleri boşluk için pişmandın. Ama bu pişmanlıkları yalnız önceden hissediyordun. Seninle birlikte yitip gittiler onlar da: Ölümünün acısına arkanda bıraktıkların tek başlarına katlanacaklar. İntiharın bu bencil yanından hoşlanmıyordun. Ama tartınca, ölümün dinginliği yaşamının acı dolu çalkantılarına üstün geldi”.[2]
İntihar yoksullaştırma eylemidir. Eylemi gerçekleştiren bizi yoksullaştırır. Eyleyenin süreci bizi yoksullaştırır. İntiharın yoksulluğu, onu gören gözü ve duyan kulağı da yoksulluğun duygularına ve duyguların yitimine uğratabilir. İntihar, bizi türlü duyguların sorumluluğunu almakla bırakan bir eyleyiciyle ve eyleyicinin hikayesindeki her şeyle yoksullaştırır. Sürecin yamacındaysak, eyleyenin yaşamının tanığıysak, yoksullaşmasının tanığı olamamışsak, tüm bunlardan daha uzak bir noktadaysak; yani her koşulda bizi içine çeken, havaya toprağa boşaltılmış kıyametlerle kalırız. Kıyametleri düşünürüz. Kıyametlerin sorumluluğunu alırız.
Bağırmanın değil susmanın, bağıranın değil susanın, duyduğumuzun değil duymadığımızın sorumluluğu bize kahırla kalır.
Kahrın işgali, bize kalır.