"Ötekilere duyduğumuz sorumlulukla yapabileceğimiz çok şey olduğunu düşünüyorum"
Ayşe Devrim Başterzi ile İntihar Üzerine Söyleşi

Ayşe Devrim Başterzi, 1973 Ankara doğumlu. Psikiyatri Uzmanı. TPD Yayınları tarafından basılan Kadınların Yaşamı ve Kadın Ruh Sağlığı (2012), Barış Kitabı: Bireyden Topluma Savaş ve Barışın Ruh Hali (2015) ve Kitlesel Travmalar ve Afetlerde Ruhsal Hastalıkları Önleme Müdahale ve Sağlatım Kılavuzu (2021) kitaplarının editörlerindendir. 29 Nisan 2017 tarihli 689 sayılı KHK ile barış imzacısı olduğu için Mersin Üniversitesi’ndeki görevinden ihraç edilmiştir.   Meslekî ilgi alanları ruhsal travma, kadın ruh sağlığı, iki uçlu bozukluk, mülteci ruh sağlığı ve psikanalitik yönelimli ve destekleyici psikoterapilerdir. Psikiyatrinin sanat, felsefe ve sosyal bilimlerle kesiştiği alanlarla da ilgilenir; savaş, barış, çatışma, şiddet, göç, travma, insan hakları, yaratıcılık, ayrımcılık, mekân, kent, kadın emeği, annelik gibi konularda yazıları, çalışmaları mevcuttur. Kendisiyle, toplumumuzda artan sıklıkta gözlemlediğimiz intihar vakalarını sorgulamak üzere bir söyleşi gerçekleştirdim.

***

 

Türkiye’de 2002-2019 yılları arasında 53 bin 425 kişinin intihar ederek hayatına son verdiğini, TÜİK'in son iki yıldır koronavirüs gerekçesiyle ölüm istatistiklerini açıklamadığını okuyoruz; Türkiye Psikiyatri Derneği’nden Doktor Yunus Hacımusalar, intiharın ''halk sağlığı'' meselesi olduğunu, ulusal anlamda etkin intihar önleme politikalarının uygulanmasının, intihar davranışını azaltabileceğini söylüyor. İntiharı ruh sağlığı üzerinden tartışan Dünya Sağlık Örgütü'nün Kapsamlı Ruh Sağlığı Eylem Planı 2013-2030'da ruh sağlığı ve hastalıklarının belirleyicilerinin, bireysel özelliklerin yanı sıra, sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve çevresel faktörlere bağlı olduğunu ve ulusal politikalar, sosyal koruma, yaşam standartları, çalışma koşulları gibi birçok etmenle ilintili olduğu yazıyor. Bireyin içindeki toplumsalı irdelemeye başladığımızda, intiharın politik mahiyetine yaklaşmamız, bu şekilde ''hastalık /sağlık'' retoriğinden ötesini görmemiz olası olur mu? Mesela Margaret Pabst Battin’in alıntıladığı, milattan önce 1937-1759 yılları arasında yazılan bir intihar şiiri geliyor aklıma. II. Pepi'nin ölümü ve Eski Mısır Krallığı'nın gücünü kaybetmesiyle, topluma iktidar mücadeleleri, kavgalar, şiddet, kutsal kabul edilenlerin yağması, ekonomik eşitsizlik hâkim olur ve tüm bunların halkta yarattığı umutsuzluk ve mutsuzluğu, edebiyata yansıyan intihar mektupları ve şiirlerden okumak, bizim için olası hale gelir. Bir Adamın Ruhu ile Diyalogu tam da bu kaos sırasında yazılır, ''sıradan biri'' tarafından. Bir kısmını çevirip aktardığım satırlarda şöyle yazıyor:

Kiminle konuşabilirim bugün?

Kalpler zorba.

Kimsenin kendini teslim edeceği bir yürek yokken...

Kiminle konuşabilirim şimdi?

Sırdaşlık yitmiş,

Bir bilinmeyene dökülür yürek.

Kiminle konuşabilirim artık?

Gözü tok olanlar kayıp.

Birlikte yürüyebileceğin bu insanlar, artık yoklar.

Kiminle konuşabilirim bugün?

Sefalet yüklüyüm.

Dost özlemi içindeyken,

Kiminle konuşabilirim?

Dünyayı kuşatan günahın,

Sonu gelmeyecek.

Bu şiiri, bir insanın kamusal varoluş sancılarının intiharına olan etkisini göstermesi açısından önemli bulurum; toplumdaki bireyi ve bireydeki toplumu anlatması, ruh halinin serencamını göstermesi açısından…

Merhaba, bu güzel giriş ve önemli soru için teşekkür ederim. Anlatmak istediğim şeylerin çoğu bu şiirde gizli. Modern dünyada intiharın cinayetten neredeyse iki kat fazla ölüme yol açtığını ve bilinen en yaygın ölümle sonuçlanan şiddet türü olduğunu söyleyerek söze başlamak isterim. Dünyada her yıl 800 bin insan intiharla yaşamını yitiriyor ve bunlar ne yazık ki sadece resmî rakamlar. Muhtemelen birkaç kat daha yüksek olabilir ne yazık ki rakamlar. Sorunuza gelirsek, son 150 yıldır tıp ve psikoloji alanında yapılan güvenilir çalışmalar, intiharı büyük oranda sağlık ve hastalık perspektifi ile ele almamız gerektiğini gösteriyor. İntihar sonucu yaşamını yitiren insanlara yapılan psikolojik otopsi çalışmalarına baktığımızda, neredeyse yarıya yakınının daha önce tanı konulmuş bir ruhsal hastalığı olduğu bilgisi gözümüze çarpıyor; psikolojik otopsi sonucunda, yüzde 90’a yakınının başta depresyon ve alkol/madde kullanım bozuklukları olmak üzere bir ruhsal hastalığın tanı kriterlerini karşıladığını görüyoruz. Hemen her zaman %10 civarında da onur-gurur intiharları ile karşılaşıyoruz, özellikle erkeklerde.

Ancak intihar girişimi ile yakından ilişkili olan ruhsal hastalıklara hangi etmenlerin yol açtığını incelemenin, bugünlerde içinde yaşadığımız koşullar açısından önem taşıdığını düşünüyorum. Her ne kadar ülkemizde sağlık politikaları ‘koruyucu sağlık’ perspektifini günbegün yitirerek, tıbbı ‘tedavi edici’ bir icraat haline dönüştürüyorsa da, Dünya Sağlık Örgütü Anayasası’nın başında; sağlığın, yalnızca hasta ya da sakat olmamak olarak nitelendirilemeyeceği, ‘bedensel, ruhsal ve sosyal açıdan tam bir iyilik hali’ olarak tanımlanması gerektiği yazıyor. Sağlığın bedensel ve ruhsal hali elbette sosyal yaşamımızla ilişkili. Buradan sağlığın sosyal belirleyicilerine geçebiliriz. Değerli hocamız, ülkemizde sağlığın sosyalleştirilmesinin mimarlarından Nusret Fişek, Ekim 1985 tarihinde yayımlanan Türk Tabipleri Birliği Haber Bülteni’nde yer alan makalesinde, ‘Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki okumamışlarda, geliri düşük olanlarda, kötü konut şartlarında yaşayanlarda, iyi ve dengeli beslenmeyenlerde hastalanma ve ölüm daha sık görülmektedir. Sağlıklı yaşam bu ve buna benzer birçok etkenin etkisi altındadır’ diyor. Sözleri geçerliliğini hiç yitirmedi ancak sağlıklı olma hakkının bir sosyal haktan olmaktan çıktığı, hastalıkların tedavisinin ‘meta’laştırıldığı neoliberal politikalara mahkûm olduk. Son otuz senedir, dünyada ve ülkemizde hastalıklar giderek artıyor; temiz bir çevre, uygun barınma koşulları, yeterli ve çeşitli gıda, sosyalleşmemize izin veren çalışma saatleri ve gelir düzeyi gibi hayatımızı sağlıklı bir halde sürdürmek için gereksindiğimiz, bir insan olarak dünya üstünde doğmuş olmakla kazanmamız gereken bu temel haklarımıza ulaşmayı sağlayacak kamusal politikalar yerine ‘birey’ kültüne indirgenmiş bir sağlık anlayışı olağanmış gibi sunuluyor; hatta pazarlanıyor. Sağlıklı olmak bireyin kendi kontrolündeymiş, sağlıklı beslenme ve egzersizle ‘sağlıklı’ kalmak mümkünmüş gibi pazarlanan vitaminler, gıda takviyeleri, egzersiz salonları ya da kişisel antrenörler gibi sevdiğim tabirle ‘sözde’ birçok sağlık ürünü çokça satışa sunulup tüketiliyor elbette. Ancak bunlar dahi, orta-üst düzey grubundaki insanlar için kısıtlı şekilde erişilebilir halde; sonuçta insanlar önlenebilir nedenlerle hastalanmaya ve ölmeye devam ediyor… Modern tıp çok etkili tedavi yöntemleri geliştirdi, bir ruh sağlığı uzmanı olarak birçok ruhsal hastalığın tedavisinde son elli yılda çığır açıcı gelişmelerin yaşandığının altını çizmek isterim; ayrıca hastalıkların fizyopatolojisini, yani bedenimizde neler olduğunda bu hastalıkların ortaya çıktığını anlamada da çok çok yol aldık. Ancak tüm bunlara rağmen COVID dönemi dışında intihar oranları, birçok bağımsız araştırmacıya göre, yıllardır pek de değişmeden devam ediyor. Artış bildiren çalışmalar var; ABD’de eyaletlerin yarısından fazlasında 1999-2016 arasında yüzde otuzdan fazla artış görülüyor mesela. Dünya Sağlık Örgütü 2000-2019 arasında, intiharın, ülkelerden topladığı verilerle azaldığını söylüyor; fakat hangi veriye ne kadar itibar edeceğimizi modern dünyanın çarpıtılmış hakikat rejimleri içinde söylemek ne yazık ki pek mümkün değil. Devletlerin Dünya Sağlık Örgütü’ne gönderdikleri sayılar ile aynı devletlerin kendi polis teşkilatlarının sayıları arasında anlamlı farklar buluyorlar; mesela Çin gibi bazı ülkelerde, intihar epidemiyolojisine dair çalışanların karşılaştıkları bir durum bu. Bildiğimiz şey; hastalıklar artıyor, tedaviye erişim azalıyor. Ruhsal hastalıklar için de durum böyle.

Özellikle majör depresyonu zamanında tespit edersek ve tedavi edersek intihar oranlarını azaltabiliriz ama depresyonun sıklığını azaltmayı denesek? Ruh sağlığı için sosyal belirleyicilerin önemini birçok çalışma gösteriyor olsa da, ne yazık ki intiharı önlemeye dair yürütülen çalışmaların büyük bir kısmı ‘ruhsal hastalıkları fark etme ve tedavi etme’ misyonuyla hareket ediyor. Herhangi bir psikiyatri kitabında intihar riskini arttıran nedenlere göz atarsanız eğer, hiç evlenmemiş/boşanmış/dul olmak, yaşlı, işsiz/göçmen olmak ve farklı bir cinsel yönelime sahip olmak gibi ‘devletli’ bir dille karşı karşıya gelirsiniz. Bu yıl Şubat ayında ünlü tıp dergisi Lancet ve Dünya Psikiyatristler Birliği, ‘Depresyon için Birleşmiş Eylem Zamanı’ ismiyle, tüm dünyayı depresyona karşı harekete geçmeye davet ettikleri bir çağrı yayımladılar. Bu yazıda, depresyonun yaygınlığının yaşam boyu yüzde otuz ve kırklara ulaştığını, bir yıl içinde her yirmi kişiden birinin depresyona yakalandığını hatırlatarak, depresyonun intiharla en çok ilişkili ruhsal hastalık olduğunun bir kez daha altını çizdiler. Günümüzde dünya istatistiklerinde 15-29 yaş arası gençlerin en sık ikinci ölüm nedeni intihar. Aynı çağrıda depresyon nedenlerinde ailesel genetik yatkınlıktan, çocukluk dönemi dikkat eksikliği, hiperaktivite bozukluğu ya da anksiyete bozuklukları gibi ruhsal hastalıkların varlığından söz edilse de özellikle ilk depresyon atağının ortaya çıkmasından önce kayıplar, hayal kırıklıkları ve aşağılanmaya maruz kalma gibi stres etmenlerinin büyük oranda etkili olduğunu bildiriliyor. Çağrı boyunca depresyon uluslararası politikaya uygun bir şekilde fizyolojik/biyolojik/genetik, yani ‘birey’sel bir alana büyük oranda sıkışsa da, sosyal belirleyiciler es geçilmiyor; cinsiyete dayalı şiddet, cinsel taciz, cinsiyet eşitsizliği, iklim değişikliği, yoksulluk ve gelir adaletsizliği, çatışmalara ve iklim değişikliğine bağlı yer değiştirmeye zorlanma, mültecilik, hava ve gürültü kirliliğine maruz kalma gibi etmenlerin depresyonun ortaya çıkmasındaki etkisinin altı çiziliyor ve gelir adaletsizliği, cinsiyet eşitsizliği gibi kendi deyişleri ile sağlığın ‘yapısal’ belirleyicilerine yönelik politik müdahalelere ihtiyaç duyulduğu belirtiliyor. 

Bu kadar bilimsel veri yeterli mi? Sanmıyorum. Çünkü bu veriyi bize sunan yine mevcut düzenin ‘devletli’ kurumları ve ‘devletli’ uzmanları olunca, bazı gerçekliklerin üstü bilerek ya da fark edilmeden epeyce örtülüyor. Çok can yakıcı sayılar verebiliyoruz Hindistan’daki çiftçilerden mesela; sadece 2004 yılında Hindistan’da 18.241 -yazıyla yazsak büyüklüğü anlaşılır mı; on sekiz bin iki yüz kırk bir- çiftçi, onları sefalete sürükleyen tarım politikalarının yol açtığı yoksulluk ve borç batağı nedeniyle intihar etti. Bir yığın iyileştirme çabasına rağmen, halen her gün otuz çiftçi intihar ediyor Hindistan’da. İntihar verilerinin oldukça sorunlu olduğunu biliyoruz; ölen kişinin yakınlarından, yaşadığı ildeki verileri toplayan kamu kurumlarına kadar, kayıtlarda aksaklıklar oluşuyor. Devletleri yönetenler de çağlardır -Durkheim’dan öncesinde bile-; intiharın, ülkenin sosyokültürel halinin bir yansıması olduğunu, yani sosyal, ekonomik, politik açıdan insanların iyiliğinin göstergesi olduğunu biliyorlar ve bu nedenle intiharları özellikle bazı zamanlarda ve koşullarda, pek de şeffaf bildirmediklerini öngörebiliriz. COVID döneminin ölüm istatistiklerini hâlâ açıklamadı örneğin ülkemiz. Ölen yurttaşların ölüm nedenlerinin tespit edildiği, tasnif edildiği modern zamanlardaki verilere tüm bu yanılsamaların her daim olabileceği fikriyle baktığımızda, yüksek oranda intiharların görüldüğü dönemlerden biri olarak karşımıza, büyük ekonomik krizin yaşandığı 1920’li yıllar çıkıyor ve her iki dünya savaşından önce, intiharlar yine büyük oranda yükseliyor. Savaş dönemlerinde intihar neden düşük diye sorabilirsiniz, çünkü özellikle askerlerde, kolluk kuvvetlerinde intiharın çok daha yüksek oranlarda olduğunu biliyoruz. Savaşın ölüm nedenleri istatistiğini tutan kişilere ne kadar güveneceğiz? Ölüm nedeni kutucuklarına kahraman erkeklerin intihar yerine savaşarak öldüklerini işaretlemek ne kadar tercih ediliyordur bilemiyorum. Kahraman ordular intihar girişimlerinden söz etmekten pek de hoşlanmazlar ama örneğin Irak Savaşı’nda, önemli bir ölüm nedeni olarak intihardan söz edebiliyoruz. ABD kökenli yayınlarda son yıllarda ‘polis destekli intihar’lardan söz ediliyor; intihar etmek isteyen kişi, polisin kendisini vurmasına yol açacak bir şeyler yaparak ölmeyi seçiyor, savaş dönemlerinde de bunun çok arttığını öngörebiliriz belki…

Son yıllardaki intihar istatistikleri bizi, üzerine düşünmemiz gereken başka rakamlarla yüz yüze bırakıyor; en önemsediklerimden birisi, çok ciddi şekilde artan orta yaştaki kadın intiharları. Bir aydır 2019 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nün yayımladığı intihar verilerini tekrar tekrar inceliyorum. Bu veriler bence, ruhsal hastalıkların ya da intihar davranışının sosyal ve politik nedenleri hakkında çok şey söylüyor. 15-29 yaş arasındaki ölüm nedenlerine baktığımızda, intiharın kadınlarda üçüncü, erkeklerde dördüncü sırada yer aldığını görüyoruz. Dünya genelinde genç kadınlar, sırasıyla tüberkülozdan, annelikle ilgili sorunlardan, intihar ve HIV/AIDS’ten ölüyorlar. Tahmin edeceğimiz gibi coğrafya her daim yazgımızı belirliyor, çünkü bu ölüm nedenleri içinde Batılı ölüm nedenleri ile örtüşen tek madde intihar. Erkeklerin ölüm nedenleri, tüberkülozu bir kenara koyarsak, dünya genelinde epeyce ortak ve cinsiyet eşitsizliğinin dünyadaki görünümü açısından oldukça çok şey söylüyor; bu nedenler sırasıyla trafik kazaları, kişilerarası şiddet, tüberküloz ve intihar. 15-29 yaş arası dönem dünyanın ‘zengin’ bölümünde, çocukların gençlerin ölmesini beklemediğimiz bir dönem ama neden genç kadınlar bu kadar çok intihar ediyorlar? Kadınların yaşamı üzerindeki patriyarkal yapının şiddeti, onlara pek nefes alacak yaşam alanı bırakmıyor olabilir mi?

Ülkemizde, gündelik dilimizde, gençlerin yaşamlarını kendi arzu ettikleri şekilde sürdürmelerinin önündeki derin ve örtük şiddeti ‘aile baskısı’ diye nitelendiriyoruz. Bir dönem oldukça gündemde olan Batman’daki genç kadınların intiharları geliyor aklıma. ‘Aile’ dediğimiz kurum pek çok zaman koruyup kollayan, yol gösteren, saran sarmalayan, destek olan, eşlik eden, sevgi ve şefkatli ilişkilerin olduğu bir yer mi gerçekten? Çocukları, gençleri kendi ideallerine, kendi değer yargılarına sert şekilde uymaya zorlayan, hiyerarşik ilişkilerle katı şekilde örülü, şiddetin türlü çeşitli hallerle gündelik yaşamın her yerinde açık ya da örtük olarak mevcut olduğu aileler içinde yetişen çocukların ve gençlerin ruh hali nasıl oluyor? Değerli hocam Şahika Yüksel, yaşasa meslektaşım olacak Enes Kara’nın ölümünün ardından yaptığı söyleşide, ‘çocuk sahibi’ değil de ‘çocuk yakını’ olmaktan söz ediyordu. Enes bize bıraktığı notta, ailesinden yaşadığı yurda kadar her alanda onu nefessiz bırakan baskının içinden nasıl olup da çıkamadığını anlatıyordu. Ailesi Enes’in kötülüğünü mü istiyordu, sanmıyorum; onu kendi ideallerine uygun bir şekilde, vatana millete hayırlı bir çocuk olarak yetiştirmeyi planlamışlardır. Ancak bu ilişkide, bir ötekinin halinden anlayan yakınlığı duymuyoruz ne yazık ki…  Yakınlığa dayanan ilişkiler içinde, projelendirilmiş çocuklar yer almıyor, yani ‘dindar bir nesil’ ya da ‘sosyalist gençlik’ yetiştirme ödevini üstlenmeyen ailelerin ‘sağlıklı’ bir ruhsal yaşantı için öneminden söz ediyorum. Elbette çocuklara, gençlere doğruları, yanlışları ve bunları anlamaya, yorumlamaya dayanacak bir düşünme sistemini kazandıracak eğitimi verdikten sonra, doğrularınıza güveniyorsanız şayet, onlar da benzer doğruları bulacaktır.

Kadın intiharlarındaki artış sadece genç kadınlarla sınırlı değil elbette. Dünya genelinde çağlar boyunca erkekler kadınlardan üç-dört kat fazla intihar ederek ölmeyi seçiyorlar. Ancak bazı ülkelere baktığımızda sayılar birbirine çok yakın; İslâm ülkelerinde intihar oranlarının düşük olduğunu bilsek de mesela Afganistan’da kadınlarda yüz bin kişide 5,7 ile erkeklerde 6,2 oranını görüyoruz. Örnek olsun diye söyleyeyim; Libya’da 2,9’a karşı 6,1. Yani ilginç değil mi erkeklerin intihar etme oranları farklı coğrafyadaki bu iki Müslüman ülkede hemen hemen aynıyken, Afgan kadınların Libyalı kadınlardan iki kat fazla intihar ediyor oluşu? Bu bizi şaşırtıyor mu, havaalanından kaçmaya çalışırkenki sahneleri gözümüzün önüne getirince pek de şaşırmıyoruz sanırım… Umutsuzluğun intiharla yakından ilişkisini de anmadan geçmek istemem. Bir diğer açıdan bakarsak, Belçika’da 8,4 kadına karşı 19,6’ya çıkıyor rakam -yani Müslüman ülkelerden söz ederken dinin koruyucu etkisinden söz etmeden geçmek istemem-, bir yandan dinin etkisi ile ‘ahiretini de zehretme’ söylemi etkili olabilir ancak onun kadar intihar girişimlerinin ailenin genelinin suç hanesine kazınmasından duyulan büyük bir utançla düşebileceğini ya da gerçekleşirse örtbas edildiğini de tahmin ediyoruz; ülkemizde de alışık olduğumuz üzere ne yazık ki… Ülkemizi merak ediyorsanız, kadınlarda 1,2’ye karşın erkeklerde 3,6.

Kadınlar açısından sarsıcı bir diğer ülke Hindistan; kadınların intihar oranı yüz binde 11,1; erkeklerde ise 14,7. Dünyanın en kalabalık ülkelerinden birinden söz ediyoruz. Hint kadınları da kendilerini çok sık öldürüyor, neden öldürüyorlar? Çin’de de ‘devletli’ rakamlara göre dahi, yüz binde 4,8’e karşın 8,6 gibi bir oran var. Kadın-erkek oranları için alıştığımız sıklığın çok üstünde. Dünyadaki tüm kadın intiharlarının %55’ini Çin’de yaşayan kadınlar oluşturuyor. Dünyanın yeni üretim merkezi olan ve dünya nüfusunun yarısının yaşadığı bu iki ülkede ne oluyor kadınlara böyle? Jianjun Li, 2020 yılında, Çin’deki intiharlar üzerine kaleme aldığı bir çalışmasını kitaplaştırarak yayımladı. 15-24 yaş arasındaki özellikle kırsal alanda yaşayan kadınların erkeklerden iki kat fazla intihar ettiğini bildiriyordu; bu korkunç bir artışa işaret ediyor ve Çinli başka araştırmacılar da son yıllarda cinsiyet eşitsizliği arttıkça kadınlarda intihar oranının yükseldiğini gösteren çalışmalar sundular. Batılı dünyadaki veriler çok karmaşık; bazı çalışmalardan görüyoruz ki cinsiyet eşitliği arttıkça her iki cinste de intihar oranları artıyor, bazı çalışmalarda ise erkeklerde artıyor, kadınlarda azalıyor. Kimi başka araştırmalarda da, kadınlarda daha çok olmak üzere her iki cinste de azalıyor. Cinsiyet eşitliği açısından, ücretli işlerde çalışmaktan çok, eğitim yılının artışının kadınlarda intihar oranını azalttığını söyleyen çalışmalar var. Sizi karmaşık çalışma sonuçlarına boğmak istemiyorum. Ancak Dünya nüfusunun yarısında, kadınlarda intihar oranları yükseliyor; ABD’de 45-64 yaş arasındaki kadınlarda intihar oranlarının 2000’li yılların başından itibaren erkeklere göre %60 arttığını gösteren veriler mevcut. Kadınların yaşamı nasıl? 45-64 yaş arası zaman, kadınların işlerinin, çocuklarının, ebeveynlerinin sorumluluğunu üstlendiği yıllar ve ne oluyor orada acaba? Korkunç bir kurgunun içindeyiz sanki, yaşlılık ya da hastalık ayıp bir şeye, utanılacak bir duruma çevriliyor, kadınlar her yaşta ‘güzel ve bakımlı’ olmazlarsa sanki mevcut dünya hali içinde bir nevi ‘kullanım dışı’ kalıyorlar. Yaşlı erkekler bile kendilerine 30 yaş civarında kadınlar arıyorlar ya da şöyle diyelim kendilerini o yaşlardaki kadınlara layık buluyorlar ve boşanmalar artıyor ama yalnız yaşlanan kadınların sayısı da giderek artıyor. Halden anlayan, iki lafın beli kırılacak, birlikte dertlerin sıkıntıların üstesinden gelinecek yaşam ortakları değil sanki artık eşler. Cinsiyet eşitsizliğinin bu yaşlardaki temel sorunlarına dönersek elbette beden ve ilişki küçük bir parçası, ücretsiz ev işlerinin, çocuk ve yaşlı bakımının kadınların üzerine yüklendiği yıllarda, kadınların daha niteliksiz işleri, daha düşük ücretlerle sıklıkla güvencesiz olarak yerine getirmesi bekleniyor ve tüm bunların etkisiyle depresyon sıklığı, intihar girişimleri ve ne yazık ki bu nedenle ölümler de artıyor.

Polonya’da ise erkekler aleyhine bir şeyler oluyor olmalı; çünkü 2000-2019 arası erkeklerde oran yüz binde 16,5’ken kadınlarda 2,4. Tabii asıl istatistiksel sarsılmayı Rusya’da yaşıyoruz; erkeklerde çok çok yükselerek yüz binde 38,2’ye ulaşıyor, kadınlarda ise 7,2. Aslında muhafazakârlık yükselirken, kadınların çalışma oranları azalıp evin ekmek getireni konumundaki erkekler güçlerini yitirdikçe bağımlılık, depresyon ve intiharlar artıyor olabilir. Sıkı durun; erkeklerin intiharlarına dair yine rakamlar bize bir şey söylüyor Rusya-Ukrayna Savaşı ile ilgili. Birinci ve ikinci dünya savaşlarından önce intihar oranlarının yüksekliğinden söz etmiştim. 2019 yılındaki DSÖ intihar verilerinde, en yüksek intihar oranlarına baktığımızda, Ukraynalı erkeklerin yüz binde 32,7’si intiharla yaşamını yitiriyor. Savaşan bu ülkeler 2019 yılında Avrupa bölgesinde en yüksek intihar oranlarına sahip iki ülke; erkekler önce kendilerini, sonra birbirlerini öldürüyorlar. Elbette alkol kullanımı ile depresyon ve intihar arasındaki ilişkiyi de göz önünde tutabiliriz ama neden bu kadar alkol kullanılıyor, bağımlılık artıyor? Sosyal nedenlere bakmadan açıklayabilir miyiz? World Population Review verilerine göre 2022 yılında Ukrayna, dünyada en çok depresyon görülen ülke. Neden? Savaşın gelişi erkeklerde depresyon ve intihar oranlarında artışla mı belli oluyor?

İntihar söz konusu olduğunda, kişi ‘’etik’’ karar vericidir diyebilir miyiz? Max Frisch, Stiller karakteri ile anlatmaya çalışıyordu sanki bunu bize: ''Her burjuvazi gibi faşizmi açık ya da kapalı olarak destekleyen İsviçre'nin'' vatandaşı olmayı reddeden, Tanrı'ya, evliliğe, ''kendi içindeki iyiye'', komünizme inancı sarsılan, ''asla hayat olmamış bir hayatı üstünden çıkarıp atmaya çalışan'' fakat intiharı başarısız olan Stiller'in, bu başarısız girişiminin ardından Stiller kimliğini terk edişinin hikâyesiyle. İntiharı, toplumun ona atfettiği kimlikten sıyrılmak, yok özne olmak için gerçekleştiren Stiller vardır Frisch'in anlatısında. Robert Bresson, Para filmi ile de benzer bir tercihi anlatır bize. Yvon'un dolandırıcılıkla itham edilmesi, aile düzeninin yıkılması, kendisine hükümet tarafından hak etmediği bir ceza verilmesi ve ailesinin açlığa mahkûm edilmesi, burjuva devletin failliği, hapishanede intiharına sebep olur Yvon'un. Onunki de başarısız bir girişimdir. Bu başarısız intihar teşebbüsünün ardından Yvon, iyi aile babası kimliğinden sıyrılmış bir seri katile dönüşür. Benzer bir anlatı Burhan Sönmez'in Labirent'inde de var. İntiharı başarısızlıkla sonuçlanan Boratin, geçmişe dönmek, eski kimliği ile anılmak istemez; atladığı Boğaz Köprüsü, ''devletin başında olan ama yüz yıl öncesinin kafasını taşıyan'' birinin liderlik ettiği, çürümüş et kokularının baştan çıkarıcı parfümlere eşlik ettiği bir Türkiye'dedir. ''Ne Tanrı Tanrı’dır ne İstanbul İstanbul ne insan insan...'' Aynı Stiller gibidir Boratin...

Bir diğer zor soru, ama çok az bir kısmında böyle olduğunu söyleyebilirim. Mevcut çözümler işe yaramadığında ve yoğun acılara katlanmak zorunda olan insanlar intiharı düşündüklerinde, herkesin onurlu bir şekilde yaşama ve ölme hakkını tanıyan tıbbi etik kuralları doğru buluyorum kişisel olarak. Ancak aklıma Osmangazi Köprüsü inşaatında halatın kopmasını kendi meslekî itibarının zedelenmesi olarak kabul edip intihar eden Japon mühendis Ryoichi Kishi geliyor. Onun onuruna ‘Haysiyet Anıtı’ yapılmıştı. Japonya mesela onur gurur intiharlarının çok olduğu bir ülke, ancak insanlar ölümlü ve hata yapabilen canlılar, hiçbir büyük hata yapmayacağımıza ya da yaparsak artık bununla yaşayamayacağımıza karar vermek etik olmaktan çok kendi kendimize olan aşırı hayranlığımızla, kusursuz olma fantezilerimize esir düşmekle ve biraz da zehirli erkeklik halleri ile ilişkili gibi geliyor bana. Elbette ‘haysiyetimizi’ inciten durumlara yol açtıysak ruhsal açıdan çok yaralanabiliyoruz, fakat eksiklerimizle tanışmak ve yüzleşmek, hatalarımızı düzeltmeye çalışmak yerine intiharı seçince ‘onurlu’ bir davranış mı sergilemiş oluyoruz?  Sanmıyorum…

Onur gurur intiharlarını bir kenara bırakırsak, insanların büyük çoğunluğu yaşadıkları sıkışmışlık hissi ile, sosyal baskılarla, zorluklarla ve bunlarla ortaya çıkan ruhsal hastalıklarla intihara yöneliyorlar. Etik karar verici olarak insan meselesine psikanalitik taraftan bakınca iş biraz kolay, Freud’dan bu yana insanların büyük oranda ‘mantıkları’ ile değil de bilinçdışı güçlerinin etkisi ile yaşamlarını, düşüncelerini, davranışlarını yönlendirdiklerini biliyoruz. Yani o kadar aklı başında kararlarla çekip çevirmiyoruz hayatımızı. İntiharın moda olduğu zamanlar oluyor mesela.  Werther etkisinden söz edebiliriz; Goethe’nin Genç Werther’inin öyküsüne özenen birçok kişinin intihar ettiği biliniyor bu kitap yayımlandığından bu yana. Bir diğer intihar salgını 1933 yılında Macaristan’da Rezso Seress tarafından bestelenen İngilizce ismiyle ‘Gloomy Sunday’ şarkısının radyoda yayınlanmasının ardından çıkıyor. Bu dönemde bulaşıcı bir hastalık olan intihar salgınının tek nedeni bu şarkı değil elbette; savaş öncesi, ekonomik buhran sonrası zorlu yıllarda yaşayan insanlar, nasıl olup da birbirinden destek alıp intihar ediyorlar? Ama meseleyi sadece yoksulluğa indirmek de istemem, çok önemli bir etken olsa bile. 2011’de Willkinson ve Pickett, ülkelerdeki intihar oranları ile gelir dağılımındaki eşitsizliğe bakıyorlar ve iki zengin ülke ABD ve Japonya arasında, gelir dağılımının eşitsiz olduğu Japonya’da intihar oranlarının çok daha yüksek olduğunu saptıyorlar. Yani gözünüzün önünde birileri lüks yaşamlar sürüyor ve siz eve dönecek zaman olmadığı için metroda kabinlerde uyuyorsanız, dünyada kalma arzunuz azalıyor.

Ekonomik nedenleri sayarken, işyeri intiharlarını anmadan geçmek istemem. 2008-2010 yılları arasında Fransa’da Telekom şirketinde 34 kişi intihar ederek yaşamını yitirdi. 2010-2011 arasında Çin de Foxconn intiharları ile anılıyor; vahşi çalışma koşulları olan fabrikada 14 işçinin intiharının ardından, işçilere işe girişlerinde ‘intihar etmeyeceğim’ sözleşmeleri imzalatılıp, fabrikanın etrafına düşen kişileri tutacak intihar ağları yerleştiriliyor, yaşama ve çalışma koşulları düzeltileceğine. İntiharlar devam etti elbette. Uzayan, sosyal teması kısıtlayan yoğun iş saatleri depresyonu çok çok arttırıyor. COVID pandemisi sonrası insanların çalışma hayatı nasıl değişti, nasıl değişiyor? Burada çok endişe verici bir çevrimiçi çalışma pratiğinden ve saatlerinden söz ediyormuşuz gibi geliyor, başlangıçta insanlara trafikten kurtulmak, evinde olmak iyi geliyordu ancak zaman geçtikçe yalnızlık hissi şiddetlenmeye başladı. Evler diğer insanlarda yalıtılmış mekânlara döneli epey zaman oluyor, hepimizin dostu arkadaşı aile bireyleri daha az girip çıkıyorlar evlere, yirmi-otuz yıl öncesine göre. İnsanlar kendi bir-iki-üç kişilik kalelerine çekilmek zorunda bırakılıyor sanki… Annemler size gelecek diye komşuya yollanmıyor hiçbir çocuk, son otuz yılda büyüyen insanlar böyle bir temasın varlığından bile haberdar değil. Mecburi hafta sonu çocuk geliştirme projelerinin hazırlık saatlerinde kentli insanlar, çocuklarının okul arkadaşlarının ebeveynleri ile sosyalleşiyorlar. Gelişmiş ülkelerde intihar araştırmalarında en çok karşımıza çıkan nedenlerden biri sosyal izolasyon, nam-ı diğer yalnızlık hissi. Çünkü aileleri olsa da insanlar, iki lafın belinin kırılacağı dostlar istiyor. Netflix, Amazon, HBO daha ne kadar zaman insanları tek kişilik koltuklarında, ellerinde de cep telefonları ile dünyayı dikizledikleri yerde tutmayı başaracak?  Pandemi ile bir de ‘bulaşma-bulaştırma’ korkusu eklenince katlanan ruhsal hastalıklardan söz etmeye başlıyoruz; intihar oranları başta azalmıştı ancak önümüzdeki yıllarda bu insanlık dışı vahşi çalışma saatleri ve şekilleri devam ederse, insan ne için yaşar sorusunu daha çok soracağız sanırım. Ülkemizden kıymetli bir araştırma ekibi çok yakınlarda bir çalışmalarında sosyal kapital ile şizofreni ilişkisine baktılar ve mahallede sosyal karmaşa arttıkça psikozun kötüleştiğini gösterdiler. Elbette kötüleşen sadece psikoz değil... Sosyal kapitali azaltmaya yönelik bilinçli politikalarla karşı karşıyayız, çünkü yalnızlaşıp ekran karşısına hapsedilen insanlar hakikat sonrası çağda çok daha kolay yönetilebiliyorlar -kendi rızalarıyla!

Neoliberal dünya düzeni sadece ‘birey’ kültünü beslemiyor; bireylerin haz almasını kişisel mülkiyetindeki eşyalara -daha fazla, daha üst model, daha pahalı ayakkabılar, bilgisayarlar, arabalar- doğru iten bir tüketim çılgınlığı yanında kıyasıya bir rekabeti sürekli pompalıyor, köylerden kentlere herkes kendi çocuğunun ne kadar zeki olduğunu anlatıyor, insanlar çocuklarına durup dururken zekâ testleri yaptırmak istiyorlar. Herkes bir alanda yetenekli ve var olan yeteneğini ‘keşfetmesi’ gerekiyor. Her bir birey tek başına basket takımı oldu sanki, yaşam koçları her yerde cirit atıyor, iş koçları mesleğinizde yönetici olmanız için size taktikler veriyor, elinizi kavrayarak sıkıp, ayaklarını doksan derece açı elli altmış santim ara ile tutan insanlara güven duyacağımızı söyleyen kişisel iletişim uzmanlarının söylediklerini yapınca önünün açık olduğunu düşünüyor insanlar, kişisel alan sürekli ‘gelişim’ gösterilmesi gereken bir alan, gelişememek de kişinin aptallığı, tembelliği, ‘yeterince gelişme gösterememesi’ ile açıklanıyor. Mülteciler, yoksullar, yani sistemin eşit şartlar sunmadığı tüm insanlar tembel, akılsız ve yeteneksiz olmakla imleniyor. Bu sırada da toplum genelinde insanlar, kendilerini ‘değersiz, özgüvensiz, yetersiz’ hissetmekten yakınıyor. Okullar ‘özgüvenli’ çocuklar yetiştirmeyi vaat ediyor. Bu güven neyin güveni, neyin aklı, neyin yeteneği? Tüm insanlar çok ‘değerli’!

Günümüzün vahşi neoliberal çalışma koşulları ile intiharlar arasındaki bağa dikkat çeken çok sayıda makale kaleme alınıyor son yıllarda. Bazı meslek grupları pek de gelişime açık değil; sert hiyerarşik ilişkiler, yoğun çalışma saatleri, saygınlığın yitirilmesi ya da ekonomik zorluklar, bazı meslek gruplarını çok zorluyor. Ülkemizde Aselsan intiharları komplo teorileri ile açıklanmaya çalışıldı ama hangi koşullarda çalışıyordu bu insanlar? Polis intiharları, üstüne düşünebileceğimiz bir konu; orta-düşük gelirli aile grubunun çocukları için gelecek vaat eden, saygın bir meslek oldu askerlik, polislik. Emniyet-Sen genel başkanı Sezer, 2021 yılında 100 polisin intiharla yaşamını kaybettiğini söylüyordu. Dünyada hangi ülkelerde böyle diyerek baksak sanırım otoriteryenleşen yönetimleri kolaylıkla tespit edeceğiz. Ama insanların çocuklarını tıp fakültelerinde, mühendislik fakültelerinde okutacak parası kalmadı, bir yandan da okusalar bile artık herkes prekarya. Hekim intiharlarını ne kadar çok duymaya başladık, iç acıtıcı; 1 Kasım 2021’de art arda duyduğumuz intiharların ardından Türk Tabipleri Birliği ve Türkiye Psikiyatri Derneği, hekimlerin çalışma koşullarının, saatlerinin, emekliliğe yansıyacak şekilde ücretlerinin düzeltilmesi ile ilgili çağrıda bulunuyordu ancak ne yazık ki olumsuzluklar ve intiharlar artarak devam ediyor. Bu vahşi düzen kendine uymayanları sistem dışına çıkarıyor. Çok az üstüne konuşabildiğimiz bir konu da KHK’lıların intiharları. 15 Temmuz sonrası tutuklanan insanlardan da, tutuklulukları sürerken intihar eden birçok kişiden söz ediliyordu ama ‘resmî’ rakamları elbette bilmiyoruz.

Çalışma koşullarına bağlı intiharlara, kadınların üzerine yüklenen bir yığın işten dolayı tükenmişlikleri ile birlikte gelen intiharlara baktığımızda, ‘birey’lerin büyük kısmının karşılaştığı yoğun stresin belirgin etkisiyle ortaya çıkan ruhsal hastalıklarını hesaba kattığımızda, hayır, insanlar çoğu zaman ‘etik’ karar verici değildir; hatta birçok durumda psikoterapi ve farmakoterapi ile intihar düşüncelerinin yok olduğunu görebiliyoruz ve hatta çalışma koşulları, yaşama koşulları düzelmeyen insanlar bile, stresli koşullara aldırış etmeden katlanmayı, yaşamı sürdürmeyi kastetmiyorum ama onlarla baş etmeyi deniyorlar. Stresörlerle baş etmenin birçok yolu var; öteki insanlarla bir araya gelme, örgütlenme, politik mücadele, itiraz etme, Almanya’ya göç eden hekim kitlesi gibi zorlu da olsa başka yaşam yolları seçme gibi… Gezi’nin katılımcıları çalışma koşulları değişmese, hatta bazılarının deyişiyle işyerinde ve sokakta iki ardışık mesai yapsalar bile, yaşamlarından uzun zamandır olmadığı kadar mutlu ve umutlu olduğunu söylüyorlardı. Yükselen vahşi neoliberalizm içinde otoriteryenleşen dünyanın getirdiği tüm sosyal, ekonomik, politik nedenlere baktığımızda, en temelinde insanların yaşamlarını nasıl yaşadıkları ile ilişkili stres verici ve olumsuz etmenlere yönelik mücadelelerinin ve öteki insanlarla bir arada durulacak bütün kamusal alanların, evlerin kapısının diğer insanlara açık olmasının, insanlara ya da ‘ruh sağlığına’ iyi geldiğini biliyoruz. Birçok zaman yaşadıklarımız, bireysel yatkınlıklarımızla birleşerek bizi ‘hasta’ ediyor. Elbette depresyonun görülmesi, fark edilmesi ve tedavi edilmesinin etkisini de hep aklımda tutuyorum; neredeyse yirmi beş yıldır ruh sağlığı alanında çalışıyorum. Devlet hastanesinde, üniversitede ve ofisimde çalışırken intihar etmeye kararlı birçok kişinin bundan nasıl vazgeçtiklerinin ve acı bir gülümseme ile bu anlarını nasıl yâd ettiklerinin birinci elden tanığıyım. Sonuç olarak insanlar, yaşamlarını sonlandırmak konusunda nadir durumlarda ‘etik’ karar verici olarak kabul edilebilir diyebilirim.

İntiharın, tanık olanda suçluluk duygusu yaratması konusunda neler dersiniz? Bu mesele hakkında 1800’lerin sonlarında Bir Yazarın Günlüğü başlığının altında yazılar kaleme alır Dostoyevski. İntiharın bizde yarattığı suçluluk duygusunu, intiharın sosyoekonomik, politik yüzünü, salt ''uyumsuz'' olmaktan öte bir yerde tartışan Dostoyevski, bu konu ile ilgili yazılarından birinde şu hususu ele alır: Bir ay kadar önce Petersburg gazetelerinde, Petersburg'da gerçekleşen bir intihar olayına ilişkin haber gözüne ilişmiştir. Dikiş dikmekle geçimini sağlamaya çalışan bir kız, dördüncü kattan kendini aşağı atar. ''Boğaz tokluğuna bile çalışacak iş bulamamıştır çünkü.'' Kendini boşluğa bırakırken, sıkı sıkıya yapıştığı bir tasvir vardır elinde. Tasvir elde bir intihar tuhaf, duyulmamış özellikte bir olaydır... Ne kadar ''basit'' görünürse görünsün, uzun süre insanı düşündüren bu olay, kişide suçluluk duygusu doğuracaktır...

Bu örnekten sonra aklıma ilk olarak Vail Al Suud geliyor; 3 Ekim 2019’da 9 yaşında kendisini mezarlık kapısına asarak intihar eden küçücük bir çocuk. Suriyeli olduğu için kötü muameleye maruz kalıyor yaşadığı yerde, okul arkadaşları tarafından dışlandığı yazıyor gazete kupürlerinde.  Acaba suçluluk hissetmişler midir ona kötü davrananlar? Ya da çocuklarını öyle yetiştirenler? Her gün, insanların birbirini görmeden konuştuğu sosyal mecralarda, Suriyelilere karşı korkunç cümleler kuruluyor. Yüz yüze baksalar, o cümleleri kurabilir mi bir insan diğer insana?  Suçluluk kıymet vermemiz gereken bir his birçok zaman. Enes Kara aklıma geldiğinde, o ve benzeri birçok gencin nefes alamadığı şartları hafifletecek şeyler yapamaz mıydık diye soruyorum kendime… Belki kendime yakın bulduğum için, hekimlerin giderek artan intiharlarından sonra da soruyorum sürekli ne yapabiliriz, neyi eksik bırakıyoruz diye. Biliyorum ki üyesi olduğum meslek örgütleri de aynı sorumluluk hissi ile çalışıyorlar gönüllü meslektaşlarla birlikte.  Fatih’te birkaç yıl önce, çevrelerince pek de fark edilmeyen, derin bir yoksulluk ve borç içinde intihar eden dört kardeş ve yoksulluk geliyor aklıma. Yoksulluk, intiharı çok arttıran nedenlerden ve korkarım ki bu kriz günlerinde giderek daha çok duyacağız intihar vakalarını. Bu yoksulların arkasından, kendileri de yoksul olan yakınları, yakıcı hislerle dolacaklar… Yaşlı intiharları da tüm dünyada artış gösteriyor; yaşlılar elden ayaktan düştükleri zaman, özellikle bakım gerektiren durumlarda ve ekonomik koşullar daraldıkça daha çok intihar ediyorlar. E J-yong’un unutulmaz Baküs Leydi filmi aklıma geliyor, birçok yaşlı arkadaşının ölümüne destek olan yaşlı seks işçisi So-young’ın öyküsüne, önümüzdeki yıllar da düzen böyle giderse eğer çok şahit olacakmışız gibi geliyor. Ama elbette intihar edenler, arkalarında yakınlar, tanıdıklar, dostlar, aile üyeleri bırakıyor. İntihar eden yaşlıların arkasından evlatları, torunları, kardeşleri çetin duygularla karşı karşıya kalıyorlar. İntihar bazen insanın yaşamındaki önemli kişilere öfkesini göstermesinin bir şekli de olabiliyor; özellikle ani kararlarla gerçekleşen ergen intiharlarına baktığımızda, ani bir öfkeyle ebeveynlerine yenilip yutulması pek kolay olmayan bir lokma bırakıyorlar bazen.  Bu nedenle aslında her ne nedenle ortaya çıksa da, arkada kalanlar çok zorlu duygularla karşı karşıyalar ve elbette ‘suçluluk’ çok sık gördüğümüz bir duygu. Ancak suçluluktan sorumluluğa doğru geçebileceğimizi düşünüyorum. Birçok durumda suçluluk kaçınılmaz ama ‘sorumlu olmak’ ve ‘sorumluluk hissetmek’ arasında da bir köprü kurmamız gerektiğini düşünüyorum.

Yakıcı ve yok edici bir suçluluk değil de, ötekilere duyduğumuz sorumlulukla yapabileceğimiz çok şey olduğunu düşünüyorum intiharlara karşı. Elbette bireysel düzeyde intihara karşı mücadele, intihardan söz edenleri duymak ve altında yatan nedenlere müdahale etmek ile başlıyor. Ben de sık kullandığım ve Levinas’ın altını çizdiği, Dostoyevski’nin Alyoşa’sından bir cümle ile bitireyim sözlerimi: ‘Her birimiz herkese, herkes ve her şeyden dolayı suçludur ve ben başkalarından daha suçluyum.’ Suçluluğu kendi hayatımızı zehrettiğimiz içe dönük bir yerden, ötekilerle buluşacağımız, yaşadığımız dünyanın dağına taşına deresine ağacına bitkisine hayvanına sahip çıkacağımız, her seviyede özellikle ekonomik alanda, çocuklar, gençler, yetişkinler ve yaşlılar için, kadınlar erkekler ve kendini kadın ya da erkek olarak tanımlamayanlar için, yerliler ve göçmenler, köylüler ve kentliler, siyah, kızıl, sarı ya da beyaz derililer için, mümkün olduğunca baskılardan özgür, kaynaklara erişim açısından eşit ve adil ve dolayısıyla da ‘sağlıklı’ bir bedensel, ruhsal ve sosyal yaşam örgütlemek için harcadığımız zaman, intihar oranlarının azalacağını sanırım hepimiz biliyoruz.


Kaynaklar

-Heybe (2021). “Ruh Sağlığı ve İnsan Hakları”, sayı 2, Aralık 2021.

-Margaret Pabst Battin (2015). The Ethics of Suicide, Historical Sources, Oxford University Press, s. 51.

-Cynthia A. Claassen; Paul S. Yip; Paul Corcoran; Robert M. Bossarte; Bruce A. Lawrence; Glenn W. Currier (2010). “National Suicide Rates a Century after Durkheim: Do We Know Enough to Estimate Error?”, Suicide Life Threat Behav, 40(3), s. 193–223.

-Efstathiou V, Stefanou M, Siafakas N, Makris M, Tsivgoulis G, Zoumpourlis V, Spandidos DA, Smyrnis N ve Rizos E. (2022). “Suicidality and COVID‑19: Suicidal ideation, suicidal behaviors and completed suicides amidst the COVID‑19 pandemic (Review)”, Exp Ther Med, 23: 107, 2022.

-Ergül C, Drukker M, Binbay T, Kırlı U, Elbi H, Alptekin K, van Os J. (2022). “A 6-year follow-up study in a community-based population: Is neighbourhood-level social capital associated with the risk of emergence and persistence of psychotic experiences and transition to psychotic disorder?”, Psychol Med, 18: 1-13.

-Fyador Mihayloviç Dostoyevski (2005). Bir Yazarın Günlüğü I, çev. Kayahan Yükseler, Yapı Kredi Yayınları, s. 534.

-Lange, S., Rehm, J., Tran, A. vd. (2022). “Comparing gender-specific suicide mortality rate trends in the United States and Lithuania, 1990–2019: putting one of the ‘deaths of despair’ into perspective”, BMC Psychiatry, 22.

-Max Frisch (2020). Stiller, çev. İlknur Özdemir, Yapı Kredi Yayınları.

-Niederkrotenthaler T, Voracek M, Herberth A, Till B, Strauss M, Etzersdorfer E, Eisenwort B, Sonneck G. “Role of media reports in completed and prevented suicide: Werther v. Papageno effects”, DOI: 10.1192/bjp.bp.109.074633.

-Wilkinson R ve Pickett K. (2010). The Spirit Level: Why Equality is Better for Everyone, Londra: Penguin, s. 347.

-World Health Organization. (‎2019)‎. “Suicide in the world: global health estimates”, https://apps.who.int/iris/handle/10665/326948. License: CC BY-NC-SA 3.0 IGO.