Bir önceki yazıyı video akışına kapılmanın neyin bağımlılığı olduğunu sorarak bitirmiştim. Bunu yanıtlamak için biraz daha geriye gidip, sosyal medyanın en büyük başarısının, o güne kadar rastlanmayan performatif, eylemsel bir özgürlüğü de vermesi olduğunu tekrar etmek gerek sanırım. Bu insanlara kimliklerini gizli ya da aleni olarak ortaya koyabilecekleri bir performans yaratabilmeyi sağlayan cinsten bir özgürlüktü. Sosyal medyaya kadar müzikten şiire tüm sanatlarda sadece sıradışı yeteneklere sahipseniz “hak kazanmak” zorunda olduğunuz bir performans fırsatı vardı. Açtığımız bir sosyal medya hesabı sayesinde prodüksiyon şirketinin sesinizi ve şarkınızı, yayınevlerinin şiirinizi, yazınızı beğenmesine gerek kalmadı. Bir internet sitesi kurmanın sosyal medya hesabı açmak kadar kolaylaştığı dünyada dileyen herkes istediği sanatı icra edebilir, bir tiyatro bile sahneleyebilir, konser verebilir, roman yayımlayabilir, siyasetle ilgili ahkâm kesebilir, stand-up düzenleyebilir, özetle herkes kendi kendine dilediği çevrimiçi platformda “performans” gösterebilir hale geldi.
Bunlarla tüm düğümün çözüldüğü, kültürel üretimin, siyasî eylemin özgürleştiği sanıldı. Algoritmaların hegemonyasına toslayıp makineler izin verdiği müddetçe özgürleşebilen, şu neredeyse bir nesle tekabül eden aktif kullanıcılar ortaya çıkmaya başlayınca yeni bir soru ortaya çıktı: Sosyal medya demokrasi sunabilecek miydi?
Öngörmenin dayanılmaz çekiciliği ve yine Darwin
Her şey nasıl başladı? Bu soruyu ne zaman sorsanız birçok cevapla karşılaşırsınız. Neyse ki, yüksek teknolojinin geçmişi daha yeni.
Bana göre, her şeyin başlangıcında, ta 1930’larda, kişilik etmenlerinin güya keşfedildiği, Big Five rahatlıkla olabilir. Bu teoriyle psikologlar insan kişiliğini, beş büyük kişilik özelliği ile (açıklık, sorumluluk, dışadönüklülük, uyumluluk ve duygusal dengeyle) sınıflandırabileceğimizi savundular. Herkes bu ölçeklerde farklı yerlere konumlanabiliyor, psikologlar karşılarındakini birkaç anketle insanları anladıklarını sanıyorlardı. Sonradan bunların yeterli olmadığı, farklı kişilik, toplumsal, kültürel özelliklerin de rol oynadığı anlaşıldı. Ellilerdeyse, ortaya çıkan üretim fazlalığı, farklı pazarlara, tüketim gruplarına duyulan ihtiyaç baş gösterdi. Bunlar da, pazar araştırmaları disiplinlerini doğurdu ki, hepsini, insan davranışının nasıl öngörülebildiğini yine bu mecrada “Z Kuşağı” tanımının eksikliği bağlamında anlatmaya çalışmıştım.[1] Mutlaka bir tanım gerekiyorsa, şu an ilgi alanlarına göre sınıflandırılmış aktif kullanıcı TikTok’cular çok daha doğru bir grup ismi olarak görünüyor ama bu farklı bir konu.
Sosyal medyada her tuşa bastığımızda, “like” ettiğimizde ya da konum servislerimizle o verilerin toplandığını, sonra da sıklıkla haberimiz olmadan kullanıldığı bugün çoğumuz biliyoruz. Bugün seçimlerde kimin hangi partiye oy vereceğini tahmin etmekten, Facebook’la ortak veri toplayıp pazarlayan Cambridge Analytica’ya ya da seçimleri etkileyecek sosyal medya paylaşımlarının dağıtımına kadar gelinen yolda, pozitivizm güdümlü insan davranışını ölçme gayesi var. “Ölçelim ve anlayabilelim ki, tahmin edelim” mottosunu, geleceği tahmin edebilmenin önemini, müneccimlerden, Rasputin’e uzanan uzun yolu anımsıyor muyuz TikTok’u düşünürken?
Öngörüler, psikologların, diğer sosyal bilimcilerin de yardımıyla geliştirdiği yöntemlerle, genel bir davranış kalıbı doğrultusunda ilerledi ve başarılı da oldu. Basite indirgeyecek olursak, “Şu tüketim kalıplarına sahip bireylerin, şöyle bir adayı desteklemeleri daha olasıdır” gibisinden bağlantılarla istatistikî güvenirliliği olan davranış modelleri iki binler itibarıyla her ticaret erbabının aklının bir köşesine yerleşti. Tüketim tanımının altına giysi alışverişinden siyasi tercihe kadar her eylemin girdiğini buraya not olarak belirtmem gerekiyor. Bunlara ek olarak ücretsiz internet anketlerine kadar varan değişik yöntemlerle herkes kendi ticarî gayesine yarayacak davranış modelini oluşturacak kaynağa sahip oldu. Pazarlamanın oldukça işine yarayan bu yöntemler yine de bir anlamda elle yükleniyor ve bir algoritma içine konuyordu. Daha basite indirgeyecek olursak, insan davranışını yine insanlar kestirmeye çalışıyorlardı.
TikTok’taysa şu âna kadar edinilmiş tüm davranış modellerinin en rafine bilgisini içererek geliştirilmiş bir algoritma değil, bu bilgileri sinir ağlarıyla birbirine bağlayan bir yapay zekâ var: Normalde insan aklıyla denemeyi düşünmeyeceğimiz bağlantıları anlık deneyebilen ve bu anlık verilerin ışığında kendini yeniden programlayabilen, kendi kodunu kendi yazabilen ve uygulayabilen genetik algoritmalar.
Biraz daha açmak gerekirse: Tüketici/pazar araştırmaları sayesinde geliştirilen davranış modellerini kullanan algoritmalarda ilk veri bir anlamda elle girilmek zorundaydı. Örneğin “İstanbul’da yaşayan (coğrafi yeri anlamak kolay) ve sadece Türkçe şarkı dinleyenlerin İngilizce bilme olasılığı düşüktür” gibi verimiz varsa elimizde, algoritmanın da bildiği sadece buydu. İşlemler bu ilk veriler doğrultusunda yapılıyor, benzer düşünce şekli tekrar ediliyordu. Fakat genetik algoritmalar akışa diledikleri sayıda rastgele video çıkartarak deneme yanılma yoluyla “For You” (Senin İçin) fonksiyonuyla beğenilen videoların kürasyonundan daha çok sunarak, her bir kullanıcının kendi özel davranış modelini çıkartıyor ve bunun doğrultusunda video öneriyor ve o arada da gösterilen videolardan nasıl daha çok verim alınabileceğini hesaplıyor.
Özetle, TikTok’un kullandığı algoritmaların diğerlerinden farklı yanı şu: Temel olarak Darwin’in değişime en uygunun hayatta kalabilme ilkesiyle çalışan bir deneme-yanılma döngüsüne dayanıyor. Yine algoritmalar tarafından belirlenen verimlilik kriterine uymayan “başarısız” algoritma çöpe atılıyor. Ellerindeki bilgiyle bize video önermek dışında başka ne yaptıklarını pek bilmiyoruz. TikTok verileri satmadığını söylüyor ama oraya reklam veren şirketleri bir şekilde yönlendiriliyor, yönlendirmesi gerekiyor. Neticede orası aynı zamanda “ticarî bir müessese” ve kâr etmek zorunda.
Biyoloji bilen algoritmalar ve performans labirenti
Video izlemenin nasıl alışkanlık yarattığını sorarsanız, TikTok’ta bu deneme yanılma döngüsü hem biyolojik hem de toplumsal normları temel alan şu fikre dayanıyor: Bedendeki ödül sağlayan dopamin hormonuyla oynayarak, toplumsal tanınırlığı ve kabulü artırmak, bu şekilde de kendini diğer sosyal medya platformlarından ayrıştırmak.[2] Bu tabii ki de en çok yirmi beş yaş altı kullanıcılarda işe yarardı çünkü bu yazının ilk bölümünde de belirttiğim gibi TikTok şu sözü vermişti: Kim olursan ol, ister bir ünlü, ister bir lise öğrencisi, popüler olma şansın var. En saçma sözleri etsen bile, dans etmesini bilmesen de, bilgisiz olsan da, kimsenin umursamadığı fakir bir siyah ya da inşaat işçisi olsan da, izlenirsin. Yeter ki elinde video çekecek bir cep telefonu bulunsun.[3] Bu fırsat tabii ki belirli bir demografik grupla sınırla kalamazdı. Artık siyaseti ve modayı yönlendirdiği gibi, sanatta da, TikTok İşçi Filmleri festivalinden TikTok Sineması kavramının doğuşuna, devrimler yaratan bir çevrimiçi sahne.[4]
Şu on beş saniyelik videolar öyle bir performans labirenti haline dönüşmüş ve girdikçe çıkılmayan bir akış ki, sonunu bulana aşkolsun. Saatlerce, günlerce izleseniz de bitmeyecek milyonlarca video ve bunlara kapılmış, dopamin bağımlısı (belki de değil), özgürlüğü ya da özgürlük olarak nitelediği şeyi orada bulan (her ikisi birbirinden ayrı olabilir) milyonlarca kişi. Eleştirinin bir kıymeti artık yok. Video çeşitliliğine bakılacak olursa, onların motivasyonlarını anlamanın bir sonu da yok. İnsan hesaplayamaz, ancak makineler.
Gördüğümüzün aslında gördüklerimizden ibaret olmadığını kültürel ve toplumsal olarak kestirebiliyorduk ama iş tüm boyutlarıyla kavrayamadığımız şu insandan çok makine olan TikTok’a dayandığında, gelişmeleri takip etmemiz alışmamızdan daha da zor olacak. İnsanın baştan reddettiği “yanılsamalar”a takılmayan, hatta takmayan, neyi sevdiğimizi ya da seveceğimizi deneyip yanılarak bulan, evrim teorisini ve biyolojimizi bilip de çalışan bir makine. Terminator’daki Skynet gibi insan bilincinin bir taklidi değil; bilinç olarak düşündüğümüz “düşünce” yapısı da makine.[5]
TikTok kullanıcıları kapitalizmin birer piyonu olabileceklerini kabul etmiyor değiller; bilakis ediyorlar ama bunu önemsemiyorlar. Neyin hangi yöntemle manipüle edileceğinden yine kendi aralarındaki kullanıcılarının açıkladığı binlerce videolarla haberdar olduklarını düşünüyorlar çünkü. Bu da bizi tekrar zekânın bilinç yaratıp yaratmadığı tartışmasına çekiyor. Yalnız bu sefer karşımızda makineden oluşmuş yapay bir bilinç ve bunun eklentileriyle büyüyen bir uygulama var. TikTok ve onunla özgürleştiğini düşünen, hem de bir anlamda bunu eylemsel olarak gerçekleştirebilen, hatta Trump’ın bir toplantısını engelledikleri göz önüne alınacak olursa, cisimleştirebilen bu kitle kontrol edilebilir mi?[6] Hele ki, “toplumun filtresiz bir aynası” olan TikTok’u, yeni kapılar açtığı ve duygularını diledikleri gibi ifade edebildiklerini söyleyenleri?
Kesin olan şu ki, arkadaş-tanışlarla işleyen Castells’in ağ toplumu teorisi yerini algoritmize edilmiş benliklerle işleyen makinelere bırakmak üzere gibi görünüyor. Kullanıcıyla platform arasındaki ilişkinin net olmadığı, günceli kaçırma korkusunun (FOMO) ya da eğlence güdüsünün veya herhangi bir motivasyonun makineler tarafından yönlendirildiği bu sanal olduğu düşünülen dünya, bilakis bir o kadar da gerçek. Bu kesintisiz video akışının bizlere özgürlük mü sağlayacağını yoksa epeyce öğrendiği insanlığın “kodunu” tümüyle kırıp bir cendereye mi hapsedeceğini bekleyip göreceğiz.
Belki öncelikle TikTok’ta sahiden de bile isteye esaret özgürlüktür diyenleri duyduğumuz için şu özgür iradenin ne olduğunu tekrar düşüneceğiz; gelecekte neler olacağını, Çinlilerin ya da teknokratların verilerimizle dünyayı fethedip etmeyeceğini de.
Neticede son Matrix’i yazıp yöneten Lana Wachowski bir konuda haklı olsa gerek. Bundan sonra umudu da, kodları aynı olsun olmasın çaresizliği de anlaşılan hep aynı yerde bulacağız. Yine de görünen o ki, şu soruyu da mutlaka soracağız: Makineler bizi önemser mi?
[1] Taçlı Yazıcıoğlu, “Piyasanın şu ‘Z Kuşağı’”, Birikim Güncel, 2020, https://birikimdergisi.com/guncel/10198/piyasanin-su-z-kusagi
[2] https://www.forbes.com/sites/johnkoetsier/2020/01/18/digital-crack-cocaine-the-science-behind-tiktoks-success/?sh=42ddc87f78be
[3] Metinlerarasılık medyalar arasına da intikal etmiş birçok TikTok videosuna yapıldığı gibi seçme birkaç inşaat işçisi filmi YouTube’a konmuş. https://www.youtube.com/watch?v=U4G6Ra6712o
[4] TikTok İşçi Fimleri Festivali: https://birartibir.org/emek-sinemasi/
[5] Taçlı Yazıcıoğlu, “Vahşi Batı Dünyası ve Benim Gibi Kodcular”, K24, 2020, https://t24.com.tr/k24/yazi/vahsi-bati-dunyasi-ve-benim-gibi-kodcular,2741
[6] Trump bunu reddetmişti ama ne gam! https://people.com/politics/trump-campaign-denies-ticket-hacking-tiktok-users-kpop-fans/
* TikTok’a benim dikkatimi çeken ve bu yazının ilk editörlüğünü yapan kızım Şirin’e teşekkür ederim.