Imannuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda, 21. yüzyılın ilk yarısı, 20. yüzyılda gördüğümüz her şeyden daha güç, daha düzen bozucu ama aynı zamanda daha açık olacak, der (Metis, 2016, s. 9).
Çünkü tüm sistemler gibi 20. yüzyıl sistemi de ölümlüdür; sistemler sona yaklaştıkça çatallanmalar ortaya çıktı ve bu da küçük girdilerin büyük çıktılar üreteceği sonuçlar yarattı ve nihayetinde modern dünya sistemi ölümcül krizlere girdi deyip üç öncülden hareket ederek bu sonuca ulaştığını belirtir. Bu ölümcül krizler, tam da reel sosyalizmin çöktüğü yıllara denk geldi. Oysa zaferini ilan etmesi beklenen ve bir yönüyle ilan da eden küresel kapitalizmin, daha büyük atılımlarla yengisini mutlaklaştırması bekleniyordu. Tam tersine, kapitalist sistemin sorunlarla boğuştuğu ve kendi çöküşüne giden bir yolda ilerlediği türündeki yorumların haklılık payını yükselten birçok veriyle karşılaştığımız bir otuz-kırk yıla şahit olduk. Farklı coğrafyalarda tebarüz eden kanlı çatışmaların, bölgesel savaşların, hegemonik güç gösterilerinin yaşandığı bu on yıllar, aslında kapitalist sistemin varoluşsal krizleri olarak algılanır. Bu krizler, bir karşı-sistem tehlikesinden veya tehdidinden kaynaklanmadığı ve bizzat kendisi, kendi doğasının yapıbozumuna yol açtığından herkes ve her şey için ölümcül sonuçlar doğurur. Ancak sistemin, halihazırda bu krizleri, bölgesel çatışmaları kışkırtarak, ayrışmaları keskinleştirerek gizlemeyi, manipüle etmeyi başardığı da bir gerçektir.
Bir sistemin sona erdiği, yeni bir sitemin henüz ortaya çıkmadığı veya çıksa da tam nasıl olacağının belli olmadığı kaotik süreçlerde, insanlığın büyük trajediler yaşadığı pek çok kırılma anları olmuştur tarihte. Yine bu nitelikte bir kırılma sürecinde olduğumuzun bilinciyle karamsar olmak, hiç arzu etmesek de gerçekçi olmak anlamında rasyonel bir tavır olacaktır. Reel sosyalizmin çöküşü, kapitalizmin nihai zaferi olarak algılansa da 1989’daki resmî çöküşün üzerinden geçen on yıllarda görece çok ilerleseler de, zenginlikleri katbekat artsa da ne kapitalist yapılar ne de büyük kitleler rahat bir nefes alabilmişlerdir. Kapitalist sistem, doğasının yarattığı kronikleşmiş yapısal sorunlarla agresif krizler yaşarken sistemin kötücül etkilerine maruz kalan büyük emekçi kitleleri de nefessiz bırakmıştır. Bu anlamda yengisinin tadını tam olarak çıkaramadan kendi nihai çöküşüne işaret eden güçlü verilerle karşılaşmıştır. Kapitalizmin Darwinist ilerlemeciliğinin, kendini alternatifsiz bıraktıran mutlak egemen tahakkümü, gelinen aşamada kendi sistemini de yine kendi doğasının kurbanı durumuna getirmiştir. Çünkü kendi ütopyasını yutmuş, ufuksuz kalmış ve neredeyse nihai perspektifleri soğurulmuş, sindirilmiş ve geriye dünyanın büyük çoğunluğunu oluşturan yoksullara vaat ettiği düşünün cürufu kalmıştır.
Fakat bu krizlerle ve felaket çağrışımlarıyla dolu yeniçağın tanımlara, normlara, kural ve kaidelere pek uymayan, tarifi zor yeni bir siyaset fiili de var. Son on yıllarda tebarüz eden yeni tarz siyaset, kendi amaçlarına duyarlı yeni temsilciler bularak mevcut duruma uygun bir siyaset pratiğini de topluma rızalı/rızasız kabul ettirme kabiliyetini göstermiştir. Yeni tip siyasi elit, neredeyse tüm örneklerde bir çeşit “hacıyatmaz” tipi olarak ortaya çıkmış ve sıvı, akışkan bir uyumla bütün katı durumlara uygun tavırlar geliştirmeyi becerebilmiştir. Bu seçili “person”alar, sadece üçüncü dünya ve geç modernleşme sancısı yaşayan ülkelerde değil, ABD ve Rusya gibi küresel güç olan devletlerde bile siyasi patronajın pragmatik kıvraklığıyla hikmet-i hükümet “Raison D’etat” ilkelerinin müthiş bir uyumunu yakalamış ve kamuya ait bir siyasal örgüt olan devleti, neredeyse kendi kişisel nüfuz alanlarına dahil edebilmişlerdir. Bunu yaparken de türlü bahanelerle meşruluk kazandırdıkları “devlet şiddeti” aracına müthiş bir işlerlik kazandırmışlardır.
Bu sistem elinde, devletin şiddeti, pornografik düzeyde çıplaktır ve hem hukuksal hem yasal hem de normatif alandan azadedir. Kendi doğasını pornografik düzeyde sergileyen bu yeni siyasetin şiddete yatkın bedeni, mevcut dili ve imge alanını bozguna uğratmış ve onu muğlaklığın kaotik alanına itmiştir. Zira pornografik olanda imgeye ve dile de yer yoktur. Şiddetin insafsız şeffaflığı; gerçeği, hipergerçeklik boyutlarında görünür kılarak müphem olana, imaya, ihtimale, metafora ve anlam üretimine imkân bırakmamıştır. Bütün hakikilik suretlerini bozarak, yerine sahtenin sonsuz tekrarını ikame etmiştir. Byung Chul Han Şeffaflık Toplumu’nda “Şiddet, yüzü bir maske, bir rol, bir ifade edinmeye zorlayan bir aygıt değildir sadece; biçimsiz, pornografik çıplaklıktır,” der (Metis, 2017, s. 38). Gerek yönetici elit sınıfı gerek yönetilen geniş tabanı bir maske ve role zorlayan şiddet, eyleyeni de, eylenileni de kendi ruhunun biçimsiz çıplaklığıyla baş başa bırakmış, hem toplumsal hem de bireysel düzeyde ilişkileri zarafetten, uzlaşıdan, karşılıklı iyi niyetten uzaklaştırmıştır. Bu yeni siyaset pratiğinin karakteri, şiddet ve pornografi olmak üzere iki temel kip üzerinden kendini gerçekleştirmeye çalışır. Her şey, gerçek olamayacak kadar ortada ve herkesin gözünün önünde gerçekleşir. İşte bu pornografi ve şiddettir. Siyasetin ontolojik olarak taşıması gerekli tüm anlamsal imgelerini, değer yargılarını, hukuk ve yasayla ilişkisini, meşruluk ilkesini hiçleştiren, yozlaştıran bu yeni siyaset, kendi varlığını sahip olduğu şiddet araçlarıyla pornografik düzeyde sergileyerek tam bir bozgun tufanı gibi insanlığın yüzlerce yıllık birikimini yerle bir etmeye başlamıştır. Bütün kavramlar tersyüz edilip bağlamlarından koparılarak gerçekliğin anlam alanı ve işaretleri talan edilmiştir.
Uzun bir süredir bu yeni siyaset etme kipinin ideal veya en azından arzu edilen anlamda bilinen siyaseti içeriden yıkmaya çalıştığına tanık oluyoruz. Bunun, herhangi bir siyaset edimi hakkında eleştiri yapmaya yer bırakmayan sonuçlar doğurduğunu ya da eleştirinin tümüyle işlevsizleştiği bir durum yaratarak siyaseti büsbütün ortadan kaldırdığını da görüyor ve yaşıyoruz. Doğrudan belli bir hedefi olmayan sayısız göndermeyle, delirtici, boş ve zihin bulandırıcı gevezeliklerle dolu bu yeni siyaset, bizzat kendi fiillerinin kanserojen etkilerini azdırıyor ve yıkıcı tasavvurlarıyla da toplumu takatsizliğe sürükleyerek şimdisiz ve ufuksuz bırakıyor. Bu yeni siyaset, kendi ontolojik sebeplerinden ve bir olasılık olarak belirecek olan kendi yapıcı gücünün sonuçlarından korkar. Bu nedenle kendi söylemini ve edimini virtüözlükle, manipülatif özel efektleriyle, aşırı megalomanca jestleriyle, simülatif ve gösterişli sunumlarla ve yeni teknoloji ürünü klişeleriyle var kılıp siyasetin olması gereken doğal ve olumlu sonuçlarını en baştan ıskartaya çıkarmaya çalışır. Bu yolda gerekirse iyimser, umutlu, haklı ve namuslu imgeleri hırpalamaktan, aydınlık tasavvurların gücünü tüketip onlara acı çektirmekten çekinmez. Bir düşkünlük, sefihlik pornografisi olarak seyreden bu yeni siyaset kendisi ve toplum için sonuçları itibarıyla trajik, yer yer alaycı bir farsa dönüşmüş durumdadır. Bütün fiilleri, büyük çoğunluğu yanıltmaya programlanmış gibidir. Kitleleri de kendi yanılgısının yıkıcı sonuçlarına tanıklık etme çaresizliği ve atıllığıyla baş başa bırakmıştır. Baudrillard bu yeni siyaset etme biçiminin kötülüğün yaşama geçirildiği yer olduğunu söylüyor ve ekliyor: “ … gerek bireysel gerekse ayrıcalık, ahlaksızlık, yolsuzluk gibi kolektif kötülük biçimlerinin yönetimini üstlenmiş bir alandır” (Şeytana Satılan Ruh, Doğu Batı, 2019, s. 166). Platon’un “Devlet” tasavvurunda ya kral filozof olmalıydı ya da filozof kral olmalıydı, ancak bu tasavvurdan binlerce yıl sonra dahi sürecin ironik, hatta trajik bir biçimde tersine işlediği, yönetici elitin derin ve incelikli düşünceden, entelektüel kavrayış ve yaklaşımlardan çok uzak, kaba ve irrite edici kimliklerden oluştuğu bir gerçeklikle baş başa kalınmıştır.
Siyaset etmenin teknolojisi geliştikçe, siyasetin sonuçları tüm etkileriyle hiçbir direnişle karşılaşmadan topluma yansıdıkça siyaset de gerçek anlamda kendi varlığını yitirmiştir. Kendi işleyişindeki doğal yanılsamasını, imasını kendi eliyle yok etmiştir. Bu, siyaset olmayan yeni siyaset kendi yazılımını; toplumu ilgilendiren büyük küçük her şeyi, alınacak olan tüm kararları adil, haklı, eşit ve ilerici hiçbir tema içermeden salt hiper-teknik olanakların sunumuyla birbirine bağlayarak hiper-etkili yapmak üzere günceller. Bu, yeni biçimiyle ultra-egemen bir araca dönüşerek siyasetin ve toplumsal dokunun diğer bileşenleri için en ufak bir boşluğa, kesintiye, aralığa, imkâna yer bırakmamış ve bir taraftan hiper-gerçek, diğer taraftan da metafizik bir mutlaklığa dönüşmüştür. Bu yeni siyaset gerçekliği; siyaset etme biçiminin yüksek çözünürlüklü yansıyışı, kusursuz hiper-görünürlüğü içinde, gerçek manada siyaset etmenin imgesini yararsızlaştırmıştır. Siyasetin hiç durmadan “şimdi”ye odaklı gerçek zamanlı üretimi, onu tüm zamanlara yayılma kabiliyeti olan bir anlamlar dokusu olmaktan çıkarmış, imgesini kaybettirmiştir. İmgesini yitirmiş bir siyaset de bilinen ve olması gereken anlamda siyaset olmaktan çıkmıştır. Kendi illüzyonunu mutlak bir berraklık ve kusursuzluk içinde gerçekleştirdiğinden siyasetin olasılıklara ve gerçek yanılgılara imkân veren doğası bozulmuştur. Bu siyasetin yarattığı atmosferde toplumun ve bireyin içinde olduğu mutlak ve yeğin esrime, düşünsel ve imgesel esrimeye yer bırakmayıp, salt ve katı biçimde fiziksel bir esrimeye dönüşmüştür. Üstelik her şeye dair kusursuz bir benzerlik yanılsaması yaratarak hakikate dair bir uyanışa asla imkân vermez. Bu yanılsamalı gerçekliğe profesyonelce yaratılmış yeni gerçeklikler katarak hakiki gerçekliğin belirme olasılığını en baştan engellemiştir. Zira bu sahte ve profesyonelce yanılsamalı gerçeklik, hakiki arzuyu da bertaraf ederek toplumu ve bireyi hakikilik zemininde olandan yoksunlaştırmıştır.
Siyasetin bu kusursuz yanılsama teknolojisi, zaman döngüsünü boşa alıyor ve bu yolla tarih de ortadan kalkıyor. Tarihin ortadan kalkması, toplumsalın ve insanın ortadan kalkması demektir. Her fiil hemen kendi üzerine dönerek gerçek manada ilerlemenin önünü tıkar. Kendi yanılsamalı imgesini kusursuzca üreten bu sanal siyaset, kendi ürettiği gerçeğin sanal yeni baskısıyla gerçek siyasetin kendini sergilemesine son verir. Buradaki amaç, nesnel gerçeği, tarihsel hakikati, kendi siyaset teknolojisi eliyle yarattığı ikizi aracılığıyla değersizleştirmek, işlevsizleştirmek ve nihayetinde yok etmektir. Bu zihin ve göz yanılsaması yoluyla gerçek nesnelerin, olay ve olguların bir boyutunu sürekli eksilterek bizi, onları gerçekdışılığın mevcudiyetine katarak düşünmeye yöneltmiştir. Gerçeği saptırmanın bu inceliği ve kurnazlığı, illüzyonun ve ona inanmanın tinsel cazibesiyle birleşir ve siyasetin yaşam içindeki gerçek gücünü kırar, yok eder duruma gelmiştir. Siyaset artık mutlak hâkim bir güç olarak yanılsamaları yöneten ve gerçekliği tümüyle tarihdışı bırakan bir konum elde etmiştir. Siyaset kipi, toplumun yararına fikir ve proje üreten, buna dair tefekkürün imkân bulduğu bir alan olarak değil, hedef kitlesinden kendi yaratığı tümüyle yanılsamalı gerçekliğin soğurulmasını ve hiç sorgulanmadan dolaşıma sokulmasını bekler. Bu çeşit bir takassızlık, gerçeklik imkânını tümüyle ortadan kaldırır. Platon’un Mağarası’nda ışık ve gölge yanılsamasından kurtulmanın, dış dünyaya çıkıp gerçeklerle yüzleşmenin bir olanağı tüm zorluklarına rağmen vardı. Fakat günümüzde tüm dünyayı bir mağaraya çeviren hâkim düzenin ve onun yeni siyasetinin ateşle gölge arasında küçük bir hakikate ulaşma aralığı dahi bırakmak istemeyen şeytani iradesini kırmak oldukça zor. Wallerstein’in bildiğimiz dünyanın sonu yargısı, bildiğimiz siyasetin de sonu yargısıyla tamamlanmak üzeredir.