Türkiye’de modern devletin kurucu iradesiyle biçimlendirilen ve toplumun kendisi içinde birleştirildiği ve tanımlandığı akılsallık, dogmatik, tartışılamaz bir ilkeler bütünü olarak benimsenmiştir. Bu dogmatik akılsallık, aynı zamanda toplumun kendi geçmişini düşünme kalıbı vazifesini görmüş, Türkiye toplumu kendisini, kendi varoluşunu ancak bu kalıp içinde açıklayabilir kılınmıştır. Varılan noktada, artık kendisi üzerine düşünme kabiliyetini kaybetmiş bir toplumda yaşıyoruz. Toplum artık kendi geçmişiyle ilişkisini biçimlendirilmiş bir tahayyül içinde kuruyor, bu nedenle de otonom olmayan bir varoluşa indirgeniyor.
Toplumun bu modern varoluş halinin, modern ulus devletinin kurulma biçiminden kaynaklandığını, modern toplumun modern devletle ve bu devlet içinde var kılındığını biliyoruz. Başka deyişle modernlik bu toplumda devletin taşıdığı bir karakterdir ve toplum ancak bu modern devletin tözsel varlığına katılması ölçüsünde modern bir toplum olma halini sürdürebilir. Devletin toplumdaki modern olmayan, hatta modernlik öncesi kimi değerlerle her karşı karşıya geldiği durumlarda gösterdiği refleksler karakteristiktir; devletin dogmatik akılsallığından gelen bu reflekslerden ilki, söz konusu modern olmayan öğelere izin verilmesinin devletin yapısını tehdit ettiği tepkisidir. Sadece bu bile modern Türkiye’nin aslında ve esas olarak bir modernleşme biçimini tesis eden modern devletten ibaret olduğunu kanıtlamak için yeterlidir. O halde Türkiye’de modernleşmenin anlamının araştırılması, modern devletin ne olduğunun araştırılmasıdır.
MODERNLEŞME TARİHİHİN ELEŞTİRİSİ; BİR İMKAN
Kendi modernleşme sürecine ilişkin daha baştan bir düşünme kalıbının içine sokulmuş bir toplumun, bu kalıp dışında düşünebilme kabiliyetinin gelişmesi, gerçekte devletin yapısını dönüştürebilme imkanının da elde edilmesidir; çünkü bir topluma otonomisini ancak kendi tarihini -biçimlendirilmiş bir akılla değil- eleştirel bir düşünmeyle sorgulama yetisi kazandırabilir.. Ne var ki, toplumun kendisini anlama kalıpları, Kemalist tarih okuması içinde tek biçimli bir hikayenin ürünüdür ve bu kalıbın dışına çıkılması, Türk modernleşme tarihinin farklı okumalarıyla mümkündür. Peki ama dogmatik bir akılsallık içinde bu türden farklı okumaların imkanı olabilir mi? Bu imkan, tam da bu dogmaları sorgulayacak bir bakış açısıyla sağlanabilir. Bu türden bakış açıları genellikle, devletin kendi akılsallığına yönelik her türlü eleştiriyi topyekun bir şiddet aracılığıyla ortadan kaldırmaya yöneldiği ve böylece kendisini çıplak bir güç, bir irade olarak görünür kıldığı anların yıkıcılığı içinde parlamıştır. Daha önemlisi, modern devletin varlık kriziyle artık bir akıl olarak değil, güç, şiddet olarak görülmek zorunda kaldığı anlar, onun taşıdığı akılsallığın dogmatik karakterini açıkça ortaya koyduğu anlardır. Bu dogmatizm 80’lerle iyice açığa çıkar. Devletin içinde kurulduğu tarihin ve bu devletle yaratılan toplumsallık halinin ne olduğunun düşünülmesinde, ‘80’li yılların önemli bir bakış açısı değişikliğine yol açtığını söyleyebiliriz.
Türkiyenin modernleşme tarihinin eleştirel bir bakış açısının konusu olmasının aynı zamanda sosyal bilimlerde akademilere yerleşen hegemonik pozitivist bakış açısının da kırılmasıyla ve anlama/açıklama modellerinin değişmesiyle mümkün olduğunu biliyoruz. Öyleyse farklı okumalar için farklı düşünme biçimlerinin ortaya çıkması, daha doğrusu önce eleştirel bir zemine yerleşilmesi gerekmektedir. Tarihi düşünmedeki bu eleştirel bakış açısının, devlet tarafından sürekli bir yok etmeye uğratılan karşı çıkış zeminlerinden gelmesi kaçınılmazdır; çünkü değiştirilmek istenen bir yapının aslında ne olduğu, değiştirmenin araç ve kavramlarını bulmak bakımından önemlidir. Eğer Türkiye’de toplum denilen şeyin kendi başına otonom bir varoluş hali olmadığı, tersine bizzat toplumsalın devletçi olduğu, yani devletin, “toplumun kendisini düşünme, kendisini tanımlama olanağı bulduğu tek alan” olduğu bir yapının kendisini kurumsallaştırma, hatta cisimleştirme süreci kavranılmazsa, toplumun hangi araçlarla devlet dışında var olabileceği sorgulaması yapılamaz.
Ahmet İnsel’in tam da devletin çıplak şiddet olarak görünür olduğu zamanlarda tamamladığı ve Türkiye’de devletin eleştirel bir okuması için önemli başvuru kaynaklarından biri haline gelen Düzen ve Kalkınma Kıskacında Devlet kitabında, yukarıda sözü edilen bu “devletçi toplumsal”ın niteliğini anlamak için önemli analizler sunmuş. İnsel, devletin siyasi bir edimi olarak modern ekonomi alanının yaratılması ve kurumsallaştırılması üzerinden; Türkiye’de modernleşme denilen şeyin, bir tür modernleşme biçiminin uygulanması olduğunu; bu uygulamanın ele alınan model gereğince nasıl tek bir merkez tarafından yürütülen bir kurma edimi olduğunu incelerken, aslında modern devletin modern üretim ilişkilerini tesis etmek amacıyla yarattığı yeni düzenin ne olduğunu sorunsallaştırıyor.
MODERN DEVLET, “YAPMA” TOPLUM
Modern devlet, gerçekten de düzen kavramı üzerinden açıklanması gereken bir oluşumdur. Kapitalist üretim ilişkilerinin talep ettiği yeni düzen ve dolayısıyla akılsallığın doğuşu olarak tanımlanabilecek modern devletin, bu devletin ortaya çıktığı batı toplumları dışında var edilme koşulu, bu modernleşmenin bir süreç olarak değil, bir yöntem, model olarak görülmesini ve bu modelin batının kendiliğinden sürecinden farklı olan toplumlara da uygulanabileceğinin düşünülmesini gerektirir. Bu pozitivist bakış açısıyla artık, siyaset topluma uygulanan ve belli bir toplumsal düzeni ‘imal etme’ ve ‘denetleme’ye yarayan bir teknik olarak tanımlanacak ve devlet bu tekniğin ve onun bilgisinin taşıyıcısı irade ve akıl olacaktır. Ahmet İnsel, bu ‘imal etme’ ve ‘denetleme’ edimini, devletin ekonomik alanı inşa ediş sürecinde kavramaya ve bu inşanın nasıl bir otoriteryan devlet kurumsallaşmasına yol açtığını göstermeye yöneliyor.
Batı modernleşmesindeki en kendiliğinden sürecin, ekonomik sürecin bile Türkiye’de devlet tarafından ve bu modern devlet için yaratılan bir alan olduğunun gösterilmesi, varlığını tümüyle devlette bulacak bir toplumsallığın işleyişinin de devletçi olmak zorundalığını açığa çıkarır. Böyle bir devlet modern bir devlet imgesine ve modeline göre kendisini inşa ederken, aslında yeni bir düzen ve bu düzen içinde anlam kazanan toplumsallık yaratmaktadır. Bu, Türkiye toplumsallığının kendisinin de “yapma” bir şey olduğunun göstergesidir. Yapma toplumsallık, kendisini ancak yapıcısında tanımlayabileceği için de devlet, yapıcı ve hatta yaratıcı gücü nedeniyle aşkınlaşmış ve her türlü bilgi, değer ve anlamın belirleyicisi, hatta kaynağı olarak kendisini kurumsallaştırmıştır.
Bu tür bir yapı içinde modernleşme denilen şeyin, aslında bir süreç, bir oluş olarak okunamayacağı, tersine bir modelin cisimleştirilmesi, uygulanması etkinliği olarak incelenmesi gerektiği açıktır. Ancak tam da bu pozitivist uygulama etkinliğinin eleştirisi için, toplumun tarihselliğinin açığa çıkarılması ve aşkın devlet dışındaki anlam, bilgi ve değer alanlarının aranması gerekir. Bu türden bir arayış için, modern devletin kurulmasını bir “sıfır noktası”, dogmatik, her şeye önsel bir ilk an, başlangıç olarak değil, toplumun tarihindeki bir kırılma noktası ama o tarihin diyalektik bir uğrağı olarak okumanın zemini olmalıdır. İnsel’in yeni toplum düzeninin inşa sürecini tarihsel kökleriyle gösterme çabası bu bakımdan önemlidir. Bu sürecin bir nedensellik ilişkisi içersinde değil, iradeye dayalı kırılma ve yeniden yapılanma süreci olarak okunabilmesi, bizzat devletin toplumsallığa içselleştirdiği pozitivist anlama modelini parçalayacaktır. Söz konusu anlama modelinin parçalanmasıysa, toplumsalın önceden belirlenemeyen otonom bir yapısı olduğunun, toplumsal iradenin tam da bu önceden bilinemez ve belirlenemezlikle tanımlanması gerektiğini gösterecektir. Başka deyişle, hikayesinin eleştirel bir analizi toplumu içinde bulunduğu zorunlu nedensel bağlardan kurtarma onun kurucu iradesini açığa çıkarma işlevini taşıyacaktır.
Bu türden bir belirlenimin parçalanması için, hem toplumsallığın devletçi karakterinin kırıldığı anların, bu türden deneyimlerin varlığı hem de bu deneyimlerin kurucu bir hatırlatması gereklidir. Ancak, İnsel’in analizinin de gösterdiği gibi, devletin dışında oluşan otonom alanlar -devletin bu alanları kendi bekası için yaratmasının da etkisiyle- mutlaka toplumsala otonomi kazandıracak alanlar olmayabilirler. Tersine, “neo-feodal” bir devlet yapısına yol açabilirler. Öyleyse, bu otonom alanların devletin bekası dışındaki saiklerle yaratılması gerektiği açıktır. Çünkü toplum, devlet dışında ve devletten gelmeyen bir toplumsallık niteliğine ancak ve ancak merkezine devleti değil, kendi varoluşunu, kendi iradesini alan bir eylemlilikle ulaşabilir.
Ahmet İnsel, Düzen ve kalkınma Kıskacında Türkiye, Çev: Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yayınları, 1996
Birgün Kitap Eki, 21.3.2006, sayı 12’de yayımlanmıştır