Rusya’nın dört yıl tüm uluslararası spor müsabakalarından men edilmesi kararıyla doruk noktasına ulaşan, Rusya ile Dünya Anti-Doping Ajansı arasındaki “savaş” aslında 1960’lı yılların sonunda oluşmaya başlayan bir Batı mitinin hâlâ sürdüğünü gösterir. Mit şudur: 1920’li yıllarda kreatini keşfeden Palladin ve ekibinin; kas yapısı, testosteron ile ilgili çalışmalarını geliştiren Sovyet bilim insanları Moskova’daki laboratuvarlarında iki grup sporcu ile çok gizli bir deney gerçekleştirmişti. Deneye katılanlar SSCB atletizm milli takımının orta ve uzun mesafe koşucu ve yüzücüleriydi. İki ayrı kan alım işlemi yapıldı. İlk olarak 450 ml tam kan alındı, 18 ila 22 gün boyunca saklandı ve sporculara tekrar zerk edildi. Diğerinde, 450 ml kan üç kez alındı ve eritrositler ayrıldı, donduruldu ve saklandı. 20 ila 50 gün sonra, kırmızı hücreler çözüldü ve sporculara yeniden enjekte edildi. Aerobik ve anaerobik güçler kan alımından önce ve sonra, yeniden zerk etmeden önce ve sonra farklı zamanlarda değerlendirildi. Yüzücüler kan dopinginden sonra maksimum oksijen tüketiminde çarpıcı bir artış göstermişti. Maksimum oksijen tüketimi dayanıklılık egzersizinin önemli bir bileşenidir. Ek olarak, net olmayan nedenlerle anaerobik kapasite de artmıştı. Çözdürülen eritrositlerin yeniden zerk edilmesinden iki ila üç gün sonra, yüzücülerin performanslarında yaklaşık yüzde 3 artış görüldü; daha sonra performansta küçük bir düşüş oldu. Koşucular da sürelerinde benzer gelişimler gösterdiler, sadece performansları yüzücülerde farklı olarak yeniden zerk etmeden sekiz ila on gün sonra maksimum seviyeye çıkmıştı. Her ne kadar kan dopinginin farklı atletik performans türleri üzerindeki farklı etkilerinin nedenleri “çok gizli raporlarda” açıklanmamış olsa da Sovyet bilim insanları (Batı kaynaklarında bunların kim olduklarına, testleri nerede yaptıklarına dair hiçbir bilgi yoktur) kan dopingini kullanırken bu farklılıkların dikkate alınmasını önermişlerdi.
Benzer bir mit İkinci Dünya Savaşı'ndaki Alman askerleri hakkındadır. Örneğin 1944'te New York Times’ta yayımlanan bir haberde, Nazilerin bazı savaş pilotlarının tiroit bezinin bir kısmını çıkararak daha yükseğe uçmasını sağladıkları yazılmıştı.[1] Gerçekliğe bakılmaksızın yaratılan bu mitler, kimya ile ilgilenenlerin diri diri yakıldığı Ortaçağ engizisyon anlayışının modern bir yorumudur ve “insanüstü güç verecek bir madde hazırlayan” kötücül güçler ile bilimi askerî amaçları için kullanan totaliter rejimlerle bir ilişki kurulmasına hizmet eder.
Rekabet, Şiddet ve Spor
Rekabetçi, stratejik ve hedefe yönelik bir süreç olarak spor, bireysel veya toplumsal düzeyde çatışmaya neden olabilecek güçleri harekete geçirebilir. Ayrıca, bir öğrenme ve sosyalleşme aracı olarak çatışma kavramına yönelik militarist yaklaşımın en etkili öğretmenlerinden biri olabilir. Spor ile militarizm arasında, en azından Batı kültüründe, çok yakın bir ilişki vardır. 19. yüzyılda askerî ideolojinin yükselişi, İngiliz yatılı okullarındaki takım sporlarının gelişimiyle bağlantılıdır.[2]
Militarist sosyal Darwinci düşüncenin egemen olduğu ve özellikle ulusal savunmayla ilgili kaygıların arttığı bu dönemde okulların militarizasyonu ile spor arasında doğrudan bağlantı kuruldu ve takımlar arasındaki şiddet içeren rekabet, savaş provası olarak algılanmaya başlandı. Disiplin, cesaret, sadakat ve fedakârlıktan oluşan okul takımı kültürü, erkekliğin gerekli bir parçasından öte, en doğal ifadesi olarak görüldü. Okullar şiddetin normalleştirilmesinde önemli bir rol oynadılar. Militarist okul marşlarının, "savaş çığlıklarının" ve okullar arası şiddetin beslediği okul gururu, 20. yüzyılın başlarında Britanya İmparatorluğu'nda bir tür jingoizme yol açmıştı. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce İngiliz askerî taktikçileri, atlet-askerlerin sporcu taburların yetersiz silah ve teknolojiyi telafi edebileceğini düşündüler. 1915’te Çanakkale’ye gelen Anzaklar arasında, ağırlıklı olarak devlet okullarında bilenmiş eski rugby oyuncuları, futbolcular ve kriketçiler vardı.
Sosyal psikoloji açısından rekabetin çoğu zaman gruplar arası çatışmayı desteklediğine dair bir şüphe yoktur ve spor içindeki rekabet bu dinamikleri araştırmak için bir bağlam olarak kullanılmıştır. Gruplar arası rekabetin etkilerini araştıranlardan biri Muzaffer Sherif’tir.[3] Yaz kamplarında yaptığı bir dizi klasik saha çalışmasında çeşitli ödül yapılarının gruplar arası ilişkiler üzerindeki etkileri incelenmişti. Bunlar arasında en ünlüsü, Robbers’ın Oklahoma'daki Cave State Park'ta yaptığı deneydi.[4] Çalışmanın ilk aşamasında, 12 yaşındaki erkekler birbirleriyle tanıştırıldı ve arkadaşlıklar kuruldu. Daha sonra, rastgele iki gruba ayrıldılar ve her gruba kendi kulüp binası verildi, gruplara birer isim verildi, formalarına isimleriyle ilişkili amblemler işlendi; böylece grup uyumu sağlandı. Üçüncü aşamada, gruplar arasında spor müsabakaları düzenlendi. Şerif, günler geçtikçe, başlardaki eğlenceli davranışların yerini düşmanlığın aldığını gördü. Spor bariz bir şekilde gruplar arasında çatışmayı teşvik etmişti. Ertesi yıl Sherif’in deneyi tekrarlandı, ancak birkaç grup üyesi diğer grup üyelerini bıçakladıktan sonra çalışma aniden sona erdirildi.[5]
Başka bir yaz kampı çalışmasında, Pepitone ve Kleiner oyun sonucunun, tehdidin ve kayıp algısının erkeklerin (7-13 yaş) sosyal davranışları üzerindeki etkisini incelemişti.[6] Play-off maçlarından sonra, kazanan takımların yarısına büyük olasılıkla bir sonraki maçı kazanacakları (yüksek statülü takım, düşük tehdit durumu), diğer yarısına da muhtemelen kaybedecekleri söylendi (yüksek statülü takım, yüksek tehdit durumu). Play-off’u kaybeden takımlara da (düşük statülü takımlar) aynısı uygulandı. Deney sonucunda bir sonraki maçı kazanacağı söylenen takımın oyuncularının, ister yüksek ister düşük statüde olsunlar, geriye düştüklerinde rakiplerine karşı daha fazla düşmanlık gösterdikleri bulundu.
Saldırganlıkla erkeklik arasındaki bu bağlantıyı yakın dönemde rekabet ânında, öncesinde ve sonrasında salgılanan testosteron açısından ölçen araştırmalar vardır.[7] Buna göre testosteron, rekabet ihtimali belirdiği anda fonksiyonel olarak aktif hale geçer. Dahası, sadece rekabet sırasında değil -hatta daha fazla oranda- başarı ile ilişkili çevresel etkilere de duyarlıdır, yani kazananlarda artar ve kaybedenlerde azalır; kadınlarda ise değişmez. Cinsiyetler arasındaki bu hormonal dengesizlik, karşılaştırmalı zooloji açısından memelilerin tipik bir özelliğidir. John Archer bu farklılığı evrimsel olarak kadınların ideal eş konusundaki müşkülpesentliğinin ve erkeklerin üreme stratejisinin bir parçası olarak görür. Erkek cinselliği, neslin devamına doğrudan katkıda bulunurken, erkek saldırganlığı bunu dolaylı olarak yapar. Bu açıdan spor dolaylı bir üreme girişimidir. Testosteron hem saldırganlığı hem de cinsel motivasyonu arttırmak için kuş ve memeli evrimine adapte olmuştur. Genel olarak doğru üreme davranışı için somatik ve merkezî sinir sistemini harekete geçirir. Bu nedenle birçok memeli ve kuş türünde, erkek saldırganlığının cinsel üretkenliğin artışı veya üreme mevsimi ile çakıştığı bulunmuştur. Bu karşılaştırmalı ve evrimsel arka plan, testosteronun insan saldırganlığının altında yatan kültürel mekanizmalarla ilişkisini sorgulayan antropoloji çalışmalarının da konusu oldu. Özellikle Clifford Geertz’in, ölümcül horoz dövüşleri ve toplum psikolojisindeki yansımalarını araştıran çalışması bu konuda temel bir eserdir.
Bali Adası'ndaki gözlemlerinde Geertz, “hayvan öfkesinin en saf, en erkeksi, en mutlak şekli” ve hatta “neredeyse soyut, platonik bir nefret” olarak gördüğü bu vahşi “sporu” erkeğin gücü tüketme takıntısının çarpıcı bir gösterisi olarak betimledi.[8] Batılı erkeklerin çoğu parklarda, golf sahalarında, yarış pistlerinde veya poker masalarındayken; ringin etrafını çevreleyen Balililerin vücutları hayvanların hareketiyle kinestetik bir sempati içinde hareket ettiren, sessiz bir süper-organizma gibidir. Hepsi dövüşen horozlar için oradaymış gibi görünse de aslında dövüşen erkekler için oradadır. Horoz dövüşünde insan ve canavar, iyi ve kötü, ego ve kimlik, dirilmiş erkekliğin yaratıcı gücü ve kontrolden çıkmış hayvanlığın yıkıcı gücü, kanlı bir nefret, şiddet ve ölüm dramasında birleşir.
Geertz’e göre horozlar sahiplerinin psişik formlarının aynaları, hayvani görünümleriydi. Bali’de erkeklerin büyük bir çoğunluğu horozları ile çok fazla zaman geçiriyor, onları tımar ediyor, besliyor, konuşuyor (insan gibi), veya sadece mest olmuş bir şekilde gözlerini dikiyorlardı. Horozlarla derin bir psikolojik özdeşleştirme kurdukları ayandı. Balinese horoz dövüşünü bu kadar önemli yapan, Geertz’e göre; bahislerden çok, Bali hiyerarşisinin horoz dövüşünde bedenleşmesiydi. Psikolojik olarak ideal, şeytani, oldukça narsistik, erkek benliğinin Ezopyan temsiliydiler, ancak ideolojik bir anlam da taşıyorlardı: Bali Adası büyük, beceriksiz, şekilsiz Java'ya meydan okuyan, küçük, dik, boynunu uzatmış, sırtı gergin, kuyruğu havada, gururlu bir horoz olarak simgeleştirilmişti. Bali, horozun millî bir sembol, siyasal bir mit haline geldiği tek ülke değildir. Fransa’nın milli sembolü “Galya horozu”, Latince hem horoz hem de Galyalı anlamına gelen “gallus” kelimesiyle ilişkilidir (Latince “Gallus Gallus”). Bu benzerlik tarihsel olarak Galyalıların Roma’ya karşı gösterdikleri kahramanca direnişe bağlanır.
Smuta ve “Büyük Rusya”
Bir mitin siyasal bir araç olarak kullanılmasının, ulusal kimlik üzerinde önemli bir etkisi vardır. Modern Rusya açısından bu fenomen, bir sonraki maçı kazanacağı fısıldanan galip takımın, geriye düştüğü andaki durumuna benzer. Rusya’nın yenilgi sonrası travmayı aşabilmesi için siyasallaştırabileceği kadim bir hikâyeye, politik bir mite ihtiyacı vardır. Politik mitleri, bir toplumda paylaşılan inançlar[9] ya da kendilerini bir söylem haline getiren siyasi liderlere popüler bir meşruiyet kazandıran anlatılar[10] olarak tanımlayabiliriz.
Doğası gereği politik mitler, toplumda yerleşik inanç ve normlarla desteklenir. Çoğu zaman sorgulanmadıkları ve hatta ilk etapta yoruma açık oldukları kabul edildikleri için eleştirilere karşı korunmuş olurlar. Eğer söylemde başarılı olursa, politika haline gelebilirler. Siyasal mitin işleyişi, stres altında azalan ve bedene zarar veren testosterona benzer. Mit, doğal çelişkilerinin istilası altındadır ve içeriden gelen karşı çıkışlar tarafından sorgulanabilir ve yıkılabilirler. Eğer iktidara gelemezse, mitin kendisi iktidar için kullanılan gücü yıkmaya hizmet edebilir. Mit, kendi yıkımının tohumlarını içerir. Öte yandan, “mutlu sonla bitmiş bir masalın” gerçekleşmesine de hizmet edebilir, Boer buna “mitin kurnazlığı” der.[11]
Rusya'da, devletin küresel meselelerde yeniden “büyük güç” olacağı inancı ile Rus ulusal kimliği arasında derin bir ilişki vardır.[12] Bununla birlikte, “ebedi büyük güç statüsü” miti, Rus siyasetini etkileyen tek efsane değildir. Rus tarihinde ve modern dönemde döngüsel olarak tekrarlanan Smuta (Zor Zamanlar), belki de Rus kimliğinin karanlık özünü oluşturur. Biri kudret ve güçle; diğeri yıkım ve sefaletle karakterize edilen iki mit birbiriyle çelişiyor gibi görünseler de, aslında çok karmaşık bir bütünün parçalarıdır. İki mit arasında dinamik bir etkileşim vardır. Biri diğerinin eksikliklerinin göstergesi, eylemlerinin sonucudur. Diyalektik olarak iç içedirler ve ne ebedi ve tartışmasız şanın ne de dipsiz yenilginin Rusya'nın yazgısı olduğunu anlatır.
“Smuta” dönemi 1598 ile 1613 arasında sürmüştü. Siyasi düzensizlik, kaos ve ülkenin Polonya tarafından işgal edilmesi ile karakterize edilen bir dönem. Mikhail Romanov’un 1613'te tahta çıkması, “zor zamanların” sembolik sonu olarak kabul edilir. Mikhail, Romanov Hanedanı'nın kurucusuydu. Smuta, Rus toplumunun tüm sosyal sınıflarının Romanov çarları etrafında birleşmesinde etkili oldu ve 1722'de Büyük Petro tarafından kurulan güçlü Rus İmparatorluğu'nun temelini oluşturdu. Büyük Petro bir reformcu ve güçlü bir modernist olarak tanındı. Rusya, Avrupa’da enerjisinden korkulan, ilerlemesi ve ekonomik kazanımlarıyla saygı gören bir devlete dönüştü. Petro o zamandan itibaren bir miti, “Rusya'nın büyük güç statüsüne ulaşılabilirliğini” sembolize eder.[13] Smuta’nın verdiği ders, “Büyük Güç” olmanın Rusya için her zaman imkan dahilinde olmasıdır. Ancak liderlerin yeterince ileri görüşlü ve cesur olması, halkın da büyük fedakârlıklar için birleşmeleri şartıyla... Kavram yüzyıllar boyunca diri kaldı ve Rus siyasetindeki önemini korudu. Smuta dönemleri derin bir lanet, bir ceza olarak görülür, ama onların üstesinden gelmek; mite göre, Rus halkının ahlâki dayanıklılığına ve gücüne şahit olmaktır aynı zamanda. Rusya'yı “büyük güç” olarak kutsayan temel özelliklerden biri bu şahitliktir. Gereken tek şey, cesur ve becerikli bir “Petro”nun yeniden dirilmesi, ülkeyi krizden çıkarması, işgalcileri bozguna uğratması (bazen Stalingrad’da olduğu gibi sokak sokak ilerleyerek) ve Rusya'yı yeniden büyük ve saygı duyulan bir güç haline getirmesidir. Böylece, Smuta ve büyük gücün geri dönüşüyle ilgili her iki siyasi mit, liderin ve halkın müthiş dirençli doğasında var olan güç, temel öz olarak ortaya çıkar; bu Rusya’nın belki de hiçbir zaman değişmeyecek ağırlık merkezidir.
Rus siyasi tarihinde görülen son Smuta, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Rusya'nın derin ekonomik krize girerek bir süper güçten, Batılı ülkelerden aldığı kredi ve sübvansiyonlara bağımlı bir ülkeye dönüştüğü 1990'ların Yeltsin yıllarıydı. Vladimir Putin göreve geldiğinde, Rusya içindeki düzeni güçlendirmek, Rusya'ya tekrar saygı duyulmasını ve Rusya'nın kendi efendisi olduğunu göstermek için “hukukun diktatörlüğü”nü ve “egemen demokrasi”yi başlattı. Putin’in “mit kurnazlığı” Rusya'nın ya “büyük” olacağını ya da “hiç” olmayacağına dair beyanlarında belirgindi. Boris Yeltsin dönemindeki iktisadi ve politik çöküş yıllarında bile Rusya'nın ebedi büyüklüğüyle ilgili iddialar siyasi söylemden kaybolmamıştı. Putin Rus toplumunun genlerine işlemiş olan bu yaygın, güçlü, politik miti “ebedi ve önceden belirlenmiş büyük bir güç” olarak sürekli zikretti. Retorikte, haritada göründüğü kadar olmasa da Rusya hâlâ büyük bir güçtü, “daha iyi zamanlar” gelecekti. Bu umudu “emperyal akşamdan kalma” veya “Sovyet nostaljisi” olarak yorumlayan ve onun, Rusya’nın eski kudretini geri kazanmasını isteyen seçmenler arasında destek toplamak için tasarlanmış bir PR girişiminden başka bir şey olmadığını düşünenler de vardı.[14]
Ancak petrol ve doğal gazda benzeri görülmemiş fiyat artışları Rusya’nın iktisadi toparlanmasının sürdürülmesine yardımcı oldu. Eski Sovyet alanında yeniden etkili olmak için Beyaz Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan ile birlikte Avrasya Ekonomik Birliği kuruldu.[15] Bu entegrasyon politikası, Rusya'nın pozisyonunun sadece birkaç yıl öncesine göre çok daha istikrarsız göründüğü bir zamanda ve birçok araştırmacının[16] Rusya'nın yeniden dirilişinin sınırlarına ulaştığını, gücünün azalmaya başlayacağını bile iddia ettiğinde gerçekleşti. “Emperyal nostalji” iddialarının daha nüanslı versiyonları dile getirilmeye başlandı. Özellikle Dmitri Trenin, AEB’nin; İmparatorluk (Çarlık ve Sovyet) kayıplarının ve bozulmuş uluslararası statünün yarattığı derin bir psikolojik sendromu yansıttığını savundu.[17]
Putin’in, katıldığı tüm olimpiyatları (ilk katıldığı 1952 Helsinki dışında) ilk sırada bitiren Sovyetler Birliği’nin “kızıl makine” unvanını da geri istediği biliniyor. Soğuk Savaş yıllarında Sovyetler Birliği’nde (ve ABD’de) spor, iki karşıt ideolojinin savaşı olarak algılanıyor, dünyanın geri kalanına nüfuz edebilmek amacıyla yürütülüyordu.[18] Belki de Soğuk Savaş'ın en mitsel karakterleri, hem diplomat hem de “Soğuk Savaşçı” olarak sporcular olabilir. Putin, Sovyetler’in spor tanımını (“Sosyalizmin Batı düşünce sistemi üzerindeki üstünlüğünü tüm dünyaya göstermenin en iyi ve en anlaşılır araçlarından biridir.”) başındaki sosyalizmi almadan Rusya’ya adapte etmek istiyor.
Bu yüzden 2014 Soçi Olimpiyatları Putin’in bütün dünyaya smuta’yı sona erdirdiğinin ve Rusya'nın yeniden “büyük bir güç” olarak geri döndüğünün ilanı olarak görüldü. Bir anlamda, Sovyetler Birliği'nin Moskova'yı dünyaya açacağı anlamını taşıyan, uluslararası sporu dünya siyasetinin odağı haline getiren 1980 Moskova Olimpiyatlar’ının devam filmi. Rusya’nın “savaş”ta kalmaya çalıştığının göstergesi…
Bu savaşı sürdürmek için “insanüstü güç verecek bir madde”ye ihtiyacı yok. Muhtaç olduğu kudret damarlarında akan asil smuta’da mevcut.
[1] New York Times, 16 Nisan 1944, “High Altitudes Via Chemicals: Gun-Shy Dogs and Neuroses”.
[2] Mangan, J. A. 1981. Athleticism in the Victorian and Edwardian public school. Londra: Cambridge University Press.
[3] Sherif, M. 1966. In common predicament: Social psychology of intergroup conflict and cooperation. Boston: Houghton-Mifflin; Sherif, M. 1967. Group conflict and cooperation. Londra: Routledge & Kegan Paul.
[4] Sherif, M., & Sherif, C. W. 1969. Social psychology. New York: Harper & Row.
[5] Diab, L. N. 1970. “A study of intragroup and intergroup relations among experimentally produced small groups”, Genetic Psychology Monographs, 82, s. 49-82.
[6] Pepitone, A., & Kleiner, R. 1957. “The effect of threat and frustration on group cohesiveness”, Journal of Personality and Social Psychology, 54, s. 192-199.
[7] Archer, J. 1995. “Testosterone and Aggression”, Journal of Offender Rehabilitation, 21(3-4): 3-25.
[8] Geertz, C. 1972, “Deep Play: Notes on the Balinese Cockfight”, Daedalus: Myth, Symbol, and Culture, 101(1): 1-37.
[9] Bar-Tal, D. 2000. Shared Beliefs. Londra: Sage.
[10] Esch, J. 2010. “Legitimizing the ‘War on Terror’: Political Myth in Official-Level Rhetoric”, Political Psychology, 31(3): 357-391.
[11] Boer, R. 2009. Political Myth: On the Use and Abuse of Biblical Themes. Durham, NC: Duke University Press.
[12] Prizel, I. 1998. National Identity and Foreign Policy: Nationalism and Leadership in Poland, Russia and Ukraine. Cambridge: Cambridge University Press.
[13] Riasanovsky, N. V. 1985. The Image of Peter the Great in Russian History and Thought. New York: Oxford University Press.
[14] Krickovic, A. 2014. “Imperial nostalgia or prudent geopolitics? Russia's efforts to reintegrate the post-Sovietspace in geopolitical perspective”, Post-Soviet Affairs, 30(6): 503-528.
[15] Rusya son dönemlerde Çin’in Büyük İpek Yolu projesini, yol ve ulaşım, lojistik, ticaret, bilgi, iletişim ve endüstriyel altyapı için ek yatırım kaynağı olarak tasarladığı yeni ve daha büyük bir entegrasyon politikası izliyor. Bu projeye göre Büyük İpek Yolu, Avrasya Ekonomik Birliği için altyapı görevi görebilir. Hem AEB içinde hem de Güneydoğu Asya, Yakın Doğu ve Avrupa ülkeleri ile bölgeler arası ilişkilerde uluslararası etkileşim için bir kanal olabilir. Ayrıca iki büyük birliğin birleştirilmesi kapsamlı bir Avrasya ortaklığının oluşturulması için itici bir güç olarak görülüyor. Entegrasyonun en önemli bölümü, Moğolistan üzerinden Rusya’dan Çin'e inşa edilecek bir petrol ve doğal gaz boru hattı için somut teklifler yapılması durumunda başlayacak iktisadi fizibilite çalışmaları. Baykal Gölü havzasının ekonomisinin enerji verimliliğinin artırılması artık zorunlu hale geldiğinden, bu girişim için uygun bir zamanlama olarak görülüyor. Bkz. Atanov, N. I. 2018. “Russian-Eurasian Transit in the Economic Zone of the Great Silk Road”, Problems of Economic Transition, 60(1-3): 210-219.
[16] Nye, J. 2011. The Future of Power. New York: Public Affairs.
[17] Trenin, D. 2011. Post-Imperium: A Eurasian Story. Washington, DC: Carnegie Endowment.
[18] Riordan J. 1988. “The USSR and olympic boycotts”, The International Journal of the History of Sport, 5(3): 349-359.