Yazılarını ilgiyle okuduğum Barış Özkul Birikim Haftalık’ta Ece Ayhan’ın düz yazıları hakkında genel bir değerlendirmede bulunmuş. (Bkz. Ece Ayhan Düzyazısında Avam ve Havas) Bir yanıyla Ece Ayhan’ın hatasını eleştirirken Ece’ye karşı hata etmiş de denebilir.
Şöyle söylenebilir, şairimiz yaprak yaprak yapıt okumaz, uzun uzun eleştirmez, eleştiremez. Onu üretenin özellikle siyasal duruşudur önemli olan. Yani evet yapıtı okur da, haseti ya da şükranı buradan doğmaz mı demeli? Neredeydi, nereden gelmişti, bugün nerede duruyor ona özellikle bakar. Turgut Uyar önemli bir şairdir, askeriyeden ayrılmıştır, “Kırlardan Geliyorlar”ı yazmıştır. Bir, daha fazla devlete katlanamamıştır. İkincisi şiirini doğaya salmıştır, başka türlü dükkânlar depolar, katran kokusu boğuyordur. Oysa şimdi “sivil şiirimiz” çok anlamlı bir zevke varmaktadır, “sonsuza varmadan bir önce”de. Cemal Süreya da öyledir, sivildir. Hem şiiriyle, hem de beş kuruş paraya gereksinimi varsa eğer, onun için çalışmasıyla. Altı, yedi, sekiz, daha fazla kazanma hırsına yüz çevirmesiyle.
Ece Ayhan’ın kavga ettiği yazarlar ikiye ayrılabilir. Çeşitli nedenlerle devlet yanlısı olanlar, onların karşısında “siviller”.
Ece Ayhan’ı en sevdiklerinden Cemal Süreya ile kıyaslamalıyız belki de. Cemal Süreya düzenli okuma, deneme yazma, düşünce üretebilme ortamına sahiptir. Döneminin, belki günümüzün de birçok edebiyat eleştirmenini, düşünürünü gölgede bırakan denemelerini yazdığı bir ortama, ruh haline sahiptir. Ece’nin düşünsel yapısı şiirlerinden de anlaşıldığı gibi, (ama son dönemlerinde şiir kitaplarına ekledikleri değil bu dediklerim) bir tür gerilla taktiği barındırır. Vurur, ve kaçar. Saldırılarının da şiirleri gibi yaşadığı yıllarda ve günümüzde kısmen etkili olmasında bu vuruşkanlık etkili olmalı. Diğer yandan onu bu türden bir kısa ve etkili konuma iten de yaşama koşulları olmalı. Evsizlik. Parasızlık. Kazanmak istememe. Mülk edinmeme ve saire.
Bir yandan, “buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında” der söze girerken, bize günümüzde de çığlık çığlığa seslenen kadınların sesini duyurur, diğer yandan şu “edebiyatımız” denen soyut şeyin elemanlarıyla da uğraşır. Oğulları, kızları, kardeşleri, arkadaşları, inşaatlarda, madenlerde, dağlarda ölen insanların çığlığını oralara da (b)ulaştırır.
Ece Ayhan’ın hedefindekiler, bu Nâzım Hikmet olabilir, “sarışındır”, kahramanı “sarışın bir kurda” benziyordur. Şiiri devletle temelden bir mücadeleye girmemiştir. Devlet adamlarını sevmiş, onların mücadelelerini (cinayetlerini mi diyelim yoksa?) dünden alıp bugüne taşımış, meşrulaştırmıştır. Aynı şekilde edebiyatı gitgide avamlaştığında “bıyıksız İbrahim Tatlıses, yani Yaşar Kemal” de Ece’nin hedefinde olabilir. Hem neden olmasın. İnce Memed birken iki, üç, dört olmuştur. Eserin biricikliği sarsılmış, sattıkça yazılmış, tefrika edilmiş, deyim yerindeyse cılkı çıkmıştır. Elbette bunlar varsayım. Ama örneğin bu benzetme bana başından sonuna hep önemli, hep güzel gelmiştir. Nedeni edebiyattan taviz verilmesine gelmemek olabilir. Nitekim edebiyat-dışılığı edebiyat diye okutmak, öyle etiketleyip satmak bugün daha kötü örneklerle karşılaşmamıza neden olmadı mı? Bütün o Ahmet Ümitler, Azra Kohenler ölse de nefes alacağımız yok. İyisi mi Allah ömür versin de, çorbaları kaynasın.
Diğer yandan Ece Ayhan, on yıllarca onca tür deneyip de (belki kravat önemsenmeli) dişe dokunur bir şeyler çıkaramamış Enis Batur’a Özkul’un da geçerken değindiği gibi kılıcını pek sallama gereksinimi duymamış. Neden acaba? Bir yerde, “12 Mart’ta baban bizi kandırdı, şimdi de sen kandırıyorsun” gibisinden bir şeyler söylediğini söylüyor. Sonra da biraz üzülüyor mu ne? “Bülbülün çektiği dil belası”, dercesine.
Birikim’in Türklük Sözleşmesi dosyası yaptığı bu hassas günlerde, Özkul’un yazısında, “aaaa! Ece’mizi harcamış, hain Türk!” diyebileceğimiz bir durumun olmadığının ayırdındayım elbette. Ece uzaktan bakınca biraz da böyle bir adamdır. Alır adamı, soyuna sopuna göre parçalara ayırır. Ama biraz yaklaşıldığında öyle olmadığını düşünüyorum. Ece Ayhan’ın edebiyattan beklediği şey sivilleşmesidir daha çok. Devlete mesafeli olması, yoksulları, aşağılanmışları anlatabilmesi. Yaptığı gibi bir edebiyatın yapılmasını istiyor. Bundan dolayı örneğin Enver Gökçe’yi değerli bulurken, Necatigil’e adam sen de diyebiliyor. Onun için Atatürk şiiri yazmamak önemli bir kıstas.
Ama ortalama bir TKP’linin ve hatta gitgide Doğu Perinçek Partilinin baktığı yerden bakıldığında Ece’nin en çok saldırdığı şair, yazar bilginlere; düşüncesinin yer yer avamlaştığı gibi, yer yer de haklı temellere oturduğunu, zamanın onu doğruladığını hiç mi göremiyoruz. Nâzım Hikmet bütün varlığıyla Cumhuriyet’e ait bir şair değil mi? Ya da avamın da kolayca yakıştırıp yaftaladığı gibi “mavi yolcular, devlet solcuları” bugünün toplumuna, toplumsal muhalefetine ne söyleyebiliyorlar?
Sokağa çıkan, özgürlük arayan gençler bize Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni okumak istemiyorlar.
Şöyle bir şerh şimdi ve her zaman düşülmeli tabii, Nâzım şimdi ve daha uzun bir zaman önemlidir. Ama devamında “çatımız, devletimiz”, “hepimizin içinde” bulunduğu gemi falan filan da hâlâ biraz ayaktadır. Bu da önemlidir.
Özkul’un yazısından mantık yürütmeye dönecek olursak (elbette çok iyi olur. Oradan başladık. Kopmayalım. Kopmayalım), bütün bu şair yazarları verili düzen üzerinden eleştirmemiz gerekiyor biraz da. En azından Ece Ayhan’ın çağrısı bu yönde. Burada, bu kara mermerin üstünde olan şairlerin, yazarların sadece babaları değil, devlet babaları, ona verdikleri taviz de eleştirilmelerini gerektiriyor.
Ece Ayhangillerden İzzet Yasar’a gelince, İzzet Yasar işte. Fiziken ölmeden önce zihnen ölmek istedi. Çirkin oldu.
Her gemi biraz su alır. Yani belki sağ sol değildir, içinde bulunduğumuz 2020 yılı bunu nihayet anlamamızı sağlamıştır. Ama solun da yeterince sol olamadığı, çoğumuzu delirttiği ortadadır.