Güney Afrika'nın en eski yerlilerinden olan Kikuyu kabilesine mensup Sawtche, bir çiftçinin kölesiyken aşırı gelişmiş kalçaları ve cinsel organı nedeniyle genç bir cerrahın ilgisini çeker. O dönemde Avrupa'da normal dışı görünümlü, egzotik olarak addedilen farklı ırklara ait insanların sergilenmesi moda halindedir. 1810 yılında ingiliz cerrah tarafından bu genç kadın Londra'ya getirilir. Chester piskoposunun özel izniyle Saartjie Baartman olarak vaftiz edilir. Kadın kısa sürede bir gösteri, sergi nesnesi olarak defalarca alınıp satılır. İlk önce İngiltere'ye, daha sonra Hollanda'ya, en son olarak da Fransa'ya götürülür. Şov dünyasında kendisine Hotanto Venüsü ismi takılır. Sirklerde, fuarlarda, müzikhollerde, yüksek burjuvazinin salonlarında bir merak ve seks objesi olarak sergilenir. Büyük kalçaları ve anormal boyuttaki cinsel organı şehvetle karışık bir merakla izlenir. İzleyenler kadının vücudunu eller, çimdikler, kalçalarına iğneler batırırlar. Bu yabancı beden onlarda açgözlü, doymak bilmez bir ilgi uyandırdığı gibi, aynı zamanda da bir Avrupalı için "daha aşağı bir ırktan" bir insan, hatta bir hayvan olduğu için; bu yaratık kendilerini daha üstün hissetmelerini sağlar. Bir yanda medeni Avrupa diğer tarafta cahil, olsa olsa Avrupalının eğlencesi, kölesi, oyuncağı olan bir hayvansı yaratık vardır. Saartjie artık bir insan, bir doğal varlık değil, kamunun merakını tatmin eden bir nesnedir. Bir süre sonra halk bu tuhaf varlıktan bıkar. Derken bu hilkat garibesini bilimadamları incelemek ister; bu sefer de kadın bilimsel bir vakka, bir inceleme nesnesi haline gelmiştir. Dokuz ay sonra kadın alkolik bir fahişe olarak sefalet içinde ölür. Naaşı da huzura kavuşamaz. Canlıyken kendisini inceleyip bir rapor yazan zoolog ve karşılaştırmalı anatomi uzmanı Baron George Cuvier kadının cansız bedenini teşrih eder; beyni ve cinsel organı çıkartılıp kavanozlara konulur. Bedeninin alçıdan kalıbı ve vücudundan geriye kalanlar Paris'teki Musée de l'Homme'da sergilenir. 1994'te Güney Afrika'daki ırkçı rejim sonrasında Kikuyu kabilesi Nelson Mandela'dan Saartjie'nin bedeninden arta kalanları talep eder. Bu talep Fransız bilim çevreleri tarafından ilk önce reddedilir. Ancak 2002'de Fransa naaşı iade etmeyi kabul eder. 2002'nin Mayıs ayında başbakan, birçok bakan ve kabilenin ileri gelenlerinin de bulunduğu bir tören yapılır ve Saartjie'nin yeniden biraraya getirilmiş bedeni halkının adetleri gereğince bir ot yatak üzerine ateşe verilir.
Günümüz insanı için bu örnek, insanlıkdışı ve akıl almazdır. İnsanlar işlerine geldiği kadar da olsa bir insanlık onurundan, insan haklarından bahsediyor. Ama konu insan değil de hayvan olunca, az da olsa varolan bu etik kavrayış yok olup yerini ben insanım kaynaklı bir benmerkezciliğe, "her şey benim hakkım" görüşüne bırakıyor. İnsanlar eğlenmek için sirklere, hayvanat bahçelerine gidiyorlar. İspanya'ya giden bir turist boğa güreşlerini görmek için can atıyor. Değişik bir gösteriyi görmüş olmak için veya bahis amaçlı olarak at yarışları, köpek yarışları, horoz dövüşleri izleniyor. Bütün bunları yaparken nedense kişiler hep neyin içinde bulunduklarını, aslında neye hizmet ettiklerini biraz olsun sorgulamaktan uzak durur. Cevap çok da basit; dönemin Avrupalısının yerli kadına davranışının aynısı, daha da beteri sorgusuz sualsiz hayvanlara uygulanmaktadır. Hayvanlar modern insan için tüketim nesnesi olduğu kadar; görülüp,seyredilip eğlenilecek; hoş ve ilginç zaman geçirilecek, üzerlerinden para kazanılacak birer varlık konumundadır. Sirkler, hayvanat bahçeleri, deniz memelilerinin bulunduğu su parkları, kültürün bir parçası sayılan boğa güreşleri, tazı yarışları, at yarışları, horoz dövüşleri boş zaman geçirme amaçlı masum aktiviteler değil, dolaylı ya da dolaysız olarak hayvanların katledildiği zulum dolu, kanlı aktivitelerdir. Kimse kendini kandırmasın, bir fil sirkte mutlu değildir, at yarışında hiçbir at severek koşmaz, hayvanat bahçeleri kim ne kadar iddia ederse etsin bir hayvanın gereksindiği doğal ortamı yaratamaz. Bütün bunlar kâr amacı güden birer sektördür, unutulmaması gereken nokta da budur. Ekonominin her alanında olduğu gibi bu kuruluşlarda ve etkinliklerde de ilk kriter çok kazanç az maliyettir. Bu maliyetlerse hayvanlar gözden çıkartılarak, onların huzuru, sağlığı pahasına düşürülmektedir.
Hayvanların bahis veya eğlence amaçlı olarak yarıştırılmaları ülkeden ülkeye kullanılan hayvanların türlerine göre benzerlikler ya da farklılıklar gösterir. Dünyada ve Türkiye'de yaygın ve bilinen olanlar horoz, köpek dövüşleri, at ve tazı yarışlarıdır. Bunların dışında rodeo, Meksika rodeosu, boğa güreşi, kızak köpekleri yarışları (iditarod) daha yerel şekilde yapılmaktadır.
Horoz dövüşleri Türkiye için de geçerli olduğu gibi Meksika, Endonezya, Malezya, Haiti, Porto Rico, İspanya, İtalya, Fransa ve Belçika'da da kültürel bir özellik taşıyor. Dövüşte kullanılacak horozlar yumurtadan çıktıktan sonra 9-15 ay boyunca fındık, fıstık, ceviz, bal ve pişmiş yumurta ile beslenir. Bu sürenin sonunda horoza antrenman olarak otuz dakika dövüş yaptırılır. Ayrıca horozun güçlenmesi için ayak bileklerine ağırlıklar takılarak yürütülmesi de çalışmaların bir parçasıdır. Ringe çıkmadan önce, dövüş sırasında hayvan için bir engel teşkil edeceği düşünülerek horozların tüyleri yolunur, ibikleri ve ayaklarının arkasında mahmuz şeklindeki et parçaları kesilip alınır. Tüylerinden mahrum bırakılması kuş için zararlıdır: vücutlarında ter bezleri bulunmadığından tüylerinin kaybı horozu sıcağa çok duyarlı hale getirir.. Dövüştürülecek horozlar sahip oldukları "silahlara" ve ağırlıklarına göre sınıflandırılır.
Horozlar kokpit ya da sadece pit denilen dairesel veya kare alanlarda dövüştürülür. Horozlar doğal yapılarıyla ringe çıkmazlar. Rakiplerine öldürücü yaralar vermesi, rakibin gözlerini oyması, kemiklerini kırması için pençeleri zımpara ile sivriltilir, pençelerinin ucuna onları birer keskin bıçak gibi kılacak metalden mahmuzlar takılır. Horoz dövüşü seyretmiş bir kişinin anlattıkları bu sürecin ne kadar kanlı olduğunu göstermekte: "Her on beş dakikada bir su molası verildiğini öğrendiğim dövüş, en çok sekiz devre sürüyor. Horozlardan biri ya ölecek ki dövüş bitsin, yoksa berabere kabul ediliyor. Dövüş başlayalı neredeyse bir saat oldu ve kırmızı horoz vura vura diğerinin kafasını patlattı. Her tarafı kan içinde kalan kafası yarılmış horozun boyu biraz kısa olduğu için, kırmızının kafası yerine gırtlağına vuruyor.Herkes kırmızının kazanacağından emin. Mola bitiyor. İğne iplikle kafasındaki yarılan yerleri dikilen tavuk tüylü horoza, şırıngayla şekerli su verildikten sonra tekrar arenaya dönüyor. Son olarak, kanlar temizlensin diye gırtlağına tüy sokuluyor." (http://www.boluolay.com/kose.php?id=122)
Horoz dövüşlerini meşrulaştırmak için ortaya atılan bahane dövüşün belli tür horozların doğasında olduğudur. "Hint horozuna dövüş öğretilmez, doğasında vardır......Yarıştan men edildiği takdirde soyu körelir. Bu kanatlının gıdası dövüştür. Bu dünyadan bihaber sözde hayvanseverler, tutumlarıyla Hint horozunun kökünü kuruturlar. Konu bilimsel olarak incelenmelidir. Böylece Hint horozunun nesli korunmuş olur." (http://www.hurriyetim.com.tr/koseprinterversion/1,,nvid~274429,00.html) Gerçekten de hint horozu ve bazı diğer türler saldırgan, dövüşme güdüsü yoğun hayvanlardır. Doğal yaşantılarında bu hayvanlar yiyecek, eş, sınırlarını korumak, belli bir bölgede hakimiyetlerini kurmak için dövüşürler. Fakat bir horozu alıp doğasında varolmayan bir biçimde besleyerek, antrenmanlarla olduğundan daha vahşi hale sokup, bedenlerine müdahale ederek ve sonra da rakibini bertaraf etmesi için ringe çıkarmak, hayvanı dövüşe zorlamak bir hayvanın doğası gereği dövüşmesiyle aynı şey değildir. Doğada nadiren kendi türünden hayvanlar birbirleriyle ölümüne dövüşür, yenilmesi kaçınılmaz olan taraf kaçar gider ve haliyle dövüş de sona ermiş olur. Horoz dövüşlerinde ise kaybetmekte olan hayvanın kaçma ve kurtulma imkanı yoktur.
Dövüşlerin acı verici ve hayvanın doğasına aykırı olması dışında dövüş horozlarının yaşamları da birçok farklı amaçlarla esir tutulan hayvanlar gibi işkenceden farksızdır. Ringe çıkmadıkları veya çalıştırılmadıkları zamanlar bu hayvanlar bir ayaklarından bir yere bağlı olarak barınak niyetine yapılmış, çoğu zaman bir beton zemin üzerine konulmuş tel ya da plastik kafeslerde hareketsiz ve rahatsız bir durumdadırlar. Dövüşü kaybeden horozlar ise zaten gözden çıkartılmışlardır. Onları en iyi ihtimal ölüm bekleyebilir. Bir kere dövüşe alışan horoz normal bir yaşam süremez çünkü dövüşmekten başka bir şey elinden gelmez. Oyun alanlarından, ringlerden kurtarılan horozlar genelde bu nedenden dolayı öldürülür.
Horoz dışında köpek de dövüştürülen hayvanlardandır. Köpek dövüşlerinde dövüş süresi 15 dakika ile 2 saat arasında değişebilir. Köpek dövüşleri rakiplerden biri devam etmek istemeyinceye kadar sürer. Dövüşlere katılan köpeklerin aldıkları ve neden oldukları yaralar ciddi; hatta ölümcüldür. Fiziksel ve zihinsel olarak yeterince güçlü hemen her ırk dövüşler için kullanılabilmesine rağmen Amerikan Pit Bull Terrierler rakipleri karşısında en fazla yorulmaz yenme hırsını ve başarısını gösteren ırktır. Bu köpeklerin inanılmaz güçlü çene kuvveti, ön dişleriyle tutarken arka dişleri ile çiğnemelerine imkan verir. Bu nedenle yaralar derin kesikler hatta kırılan kemikler halindedir. Çoğu köpek kan kaybı, şok, dehidrasyon, aşırı yorgunluk ya da dövüşten saatler hatta günler sonra enfeksiyonlardan ölmektedir. Diğer hayvanlar da ayrıca dövüş adına kurban edilmektedir. Köpek sahipleri genellikle kedi, tavşan ve daha küçük köpekleri hayvanlarını dövüşe alıştırmak için kullanmaktadırlar.
Greyhound olarak da bilinen tazı yarışları, spor, eğlence adı altında hayvanlara yapılan başka bir eziyettir. Bu yarışların ardında büyük bir köpek yarışı endüstrisi mevcuttur. Yarışacak en hızlı ve bedensel açıdan en güçlü türü yaratmak için sektör fabrikasyon köpek üretimine ihtiyaç duyar. İngiltere'de sadece tazı üretmek için tasarlanmış haralar vardır. Bu şekilde İngiltere'de yılda ortalama kırkbin köpek üretilmektedir. Bunun sonucu olarak ortaya üretim fazlası çıkmakta, seri üretim sonucu çoğalan köpeklerden koşmaya, yarışmaya yeterince uygun olmayanlar sektöre kâr getirmeyeceklerinden öldürülmektedir. Yarışacak köpekleri ise zorlu ve riskli yarışlar bir yana, birçok kötü koşul bekler. Tazılar sürekli olarak bir yarıştan diğerine taşındıkları için bu köpeklerin ömürlerinin geniş bir kısmı seyahat halinde, düzgün havalandırma sistemleri olmayan, kalabalık (bir kamyonda aşağı yukarı altmış köpek taşınmaktadır) taşıtlarda, aşırı sıcağa veya soğuğa maruz şekilde geçer. Yarış köpeklerinin bedenleri kastan ibaret olup üzerinde yağ dokusu bulunmaması sebebiyle bu hayvanlar sıcak ve soğuk havaya karşı çok hassastır. Yolculuklar dışında da bu hayvanların durumu iç açıcı değildir. Sağlıksız ve rahatsız barınaklar, yorucu antremanlar, çalışma veya yarış esnasında başa gelen kazalar, yaralanmaları kemik kırıkları, kalp krizi bu köpeklerin yaşamlarının sıradan bir parçasıdır. Bir örnek verilecek olursa 2005 yılında West Virginia'da yetmiş üç greyhound bozuk klima yüzünden çıkan yangında kulübelerinde ölmüş, bundan beş yıl sonra ise aynı kişiye ait elliden fazla greyhound kötü havalandırma sistemi nedeniyle kalp krizi geçirerek ölmüşlerdir. Greyhoundlar genellikle rayların üzerinde dönen bir maket tavşanı kovalama yoluyla çalıştırılır. Bu cihaz köpeklerin yaralanmasına ve ölümlerine sebep olmaktadır.
Tazıdan en iyi verim ilk üç yılda alınır. Hızdan düşen, yaşlanmış köpekler boğularak, zehirlenerek ya da asılarak öldürülmektedir. Öldürülmeyenler araştırma laboratuvarlarına satılmakta veya yarış köpeğine ait kimlik bilgileri kulaklarına takılı olan çiplerde bulunduğundan kulakları kesilerek sokağa atılmaktadır. Verim alınamayacak köpeklerin öldürülmeleri konusunda ABD, Idaho'da yaşananlar çarpıcıdır: Idaho'da bulunan Coeur d'Alene grehound parkında ağzı klipse kapatılmış rektumundan elektrik verilerek öldürülmüş dişi bir greyhound bulunur. Şahitler bunu tek örnek olmadığını, parkta birçok köpeğin de bu şekilde öldürülmüş olduğunu söylerler. Bu olaydan sonra Idaho'da greyhound yarışları yasaklanmıştır.
Greyhound yarışlarının tek kurbanı köpekler değildir. Her ne kadar koşu idmanlarında maket tavşanların kullanımı yaygınlaşmış olsa da tavşan, kedi, gine domuzu diye bilinen kobaylar da kullanılmaktadır. Birçok ülkede greyhound yarışları zalim bir spor olarak görülmeye ve kamunun tepkisini çekmeye başlamıştır. ABD'de 34 eyalette ve Güney Afrika'da yasak olup İtalya'da son yarış pisti geçen yıl kapatılmıştır. Fransa'da ise ticari olmayan şekilde köpek koşuları yapılmasına izin vardır. Tepkilerden ötürü özel şirketler ve dünyada greyhound yarışlarının yönetim mercii olan Dünya Greyhound Yarışları Federasyonu bu yarışları ve bu köpeklerin üretimlerini Asya ülkelerine kaydırma girişimleri başlatmışlardır. Yeni yarış coğrafyası Filipinler, Kamboçya, Vietnam, Çin ve Kore'yi kapsamaktadır. Bu yeni merkezler belirleme noktasında KKTC'de köpek yarışları için yeniden düzenlenerek Ağustos ayında yarışlara açılacak Meserya Stadyumu önemlidir. Bu durum dünyadaki ve özellikle KKTC'deki hayvanseverleri de ayağa kaldırmıştır. Hayvanları Koruma Derneği, Baraka Kültür Merkezi, POST (Project Oriented Searching Team), Lefke Çevre ve Tanıtma Derneği ve tüm hayvanseverler, 14 Ağustos Cumartesi günü saat 20.00’da Mesarya Stadyumu önünde bir protesto gösterisi düzenliyor. Aynı gün açılışı yapılarak köpek yarışlarının başlayacağı Mesarya Stadyumu’nda biraraya gelecek olan hayvanseverler, tüm duyarlı kişileri, çevrecileri, hayvan hakları savunucularını protestoya katılmaya davet etti. Hayvanseverler köpek yarışlarının , hızlı köpeklerin yarıştırıldığı bir spor değil, hayvanlar üzerinden kumar oynanarak hem topluma zararı olan hem de hayvanlara yapılan bir eziyet olduğunun ve Köpek yarışlarının, gerek Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne gerekse KKTC’de yürürlükte bulunan Hayvanlara Zulüm Yasası’na aykırı olduğunun altını çizdi.
Hayvanların bahis amaçlı yarıştırılması sözkonusu olduğunda ilk akla gelecek olan şüphesiz at yarışlarıdır. At yarışları dünyada milyarlarca dolarlık; kazanma, daha fazla kazanma hırsının ön planda olduğu bir endüstridir. Bu kazanç peşinde sektörün kurbanları ise doğdukları andan itibaren mal olarak alınıp satılan, ölümüne çalıştırılan, yarışamayacak duruma düşünce öldürülen, mezbahalara satılan atlardır. Yarış atları için emeklilik yoktur.
Atlar henüz iskelet sistemleri gelişmekteyken yarışlar için hazırlanmaya başlanır. Bu dönemde taylar, kemiklerinin çok yumuşak olması nedeniyle hızlı koşabilecek, ağır yükün verdiği baskıyı kaldıracak kadar güçlü değildir. Yarışlar ve antremanlar bu hayvanlar için aşırı zorlayıcıdır. Tendonlarının gerilmesi atlara geri dönüşü olmayan hasarlar verir. Yarış atlarının yüzde ellisinde kemik kırılması ve sürtünmeye bağlı kemik aşınması görülür. Bu bir örnekle açıklanacak olursa: iki taş birbirine bir müddet sürtüldüğünde taşlardan küçük tanecikler kopacaktır. Aynı durum koşmaya ve bunun yarattığı sürtünmeye bağlı olarak atların kemiklerinde de ortaya çıkar. Bir at ortalama olarak her yirmi iki yarışın birinde yarışı tamamlayamayacak şekilde yaralanmakta, sekiz yüz at ise yarış sırasında yaralanma sonucu ölmektedir. Tıbbi bakım ve teknolojik ilerlemeler de atları iyileştirmeye yetmemektedir, bunun nedeni ise atların bedensel olarak büyük hayvanlar olması, cerrahi müdahaleye ve anesteziye dayanamamaları ve bu hayvanların, üzerlerinde alçı ya da askı gibi kısıtlayıcı gereçlere izin vermemeleridir. Zaten, yine ortalama sayılarla konuşulacak olursa, bir at dokuz yüz bin dolara satın alınmakta, yıllık gideri ise ellibin doları bulmaktadır. Bir kere bu kadar fahiş paralar gözden çıkarıldıktan sonra atların sahipleri ameliyatın ve ameliyat sonrası bakımın masraflarını karşılamaya yanaşmazlar. Yaralı at ya tedavi edilmeden koşturulur veya ölüme terk edilir. Yara almış bir atınsa koşması haliyle kolay değildir. Daha hızlı koşmaları ya da sakatlıklarına rağmen koşmaları için yarış atlarına onları birer ilaç bağımlısı haline getirecek kadar ilaç yüklenir. Hangi ilacın yasak, hangisinin olmadığı ülkeden ülkeye değişir. Bu maddelerden bazıları akciğer kanamalarını engelleyen Lasix, acıyı maskeleyip atın daha hızlı koşmasını sağlayan bir ağrı kesici görevini gören fenilbutazon ; sakat hayvanın acısını hissetmesini engellemek için kullanılan morfindir. Bu tarz ilaçların çeşitleri de çok fazla olduğu için laboratuarların bunları saptaması da kolay olmaz. At yarışları bu tarz skandalları çok yaşamış ve yaşamaktadır.
Bu eziyet dolu yaşantının ardından yarışamayacak atların sonu haliyle bir şekilde öldürülmek olur. ABD'de şu anda 3 tane at mezbahası bulunuyor ve at eti ihracatı oldukça kârlı bir iş. Mezbahalar ise "istenmeyen" atların ortadan kaldırılması gibi "yararlı" bir iş yaptıklarını savunuyorlar. Üç mezbahadan biri olan Beltex mezbahasının kayıtlarına göre, 2004 yılı bir temmuz- yirmi iki temmuz arasında, mezbahaya 1845 at gelmiştir ve bu atların arasında fazla sayıda yarış atları da vardı. (http://www.kaufmanzoning.net/horsemeat/Beltex/Number.htm) Konu ile ilgili diğer bir araştırma ise Colorado Devlet Üniversitesi'ne aittir, bu araştırmaya göre ise mezbahaya gönderilen 1348 attan 58 tanesi yarış atıdır.
Çoğu çocuğa okulda ya da ailesi tarafından yüzeysel bir şekilde hayvanları sevmesi gerektiği öğütlenir. Bu sevginin tek gerekçesi de insanların, hayvanların "etinden, sütünden, yününden" yararlanıyor olmasıdır. Hayvanlar kafalarda her zaman insanın ancak emirlerine ve isteklerine tâbi bir konumda yer alır. Hayvanların dünya üzerinde kendilerine özgü sebeplerle varoldukları, insan ihtiyaçlarını karşılasınlar diye varolmadıklarını düşünmek nedense çok aykırıdır. Bu kadının erkek için, siyahın beyaz için yaratılmış olduğu gibi hep iki kutuplu işleyen araçsal görüşün aynısıdır. Kendini akıl sahibi varlık olarak niteleyip doğadaki diğer hayvan türlerinden ayıran insan uygarlaştığından itibaren ve daha yoğun olarak da Aydınlanma hareketi ile birlikte kafasında iyi-olumlu , kötü-olumsuz şeklinde karşıtlıklar yaratmış, biri (iyi-geçerli) olan hak sahibi sayılıp diğeri pahasına ön plana çıkartılmış, öte tarafta kalan ise yürürlükte olanın sömürüsüne maruz kalmıştır. Ardından ilerleme adı verilen zihniyet değişimleriyle eski yaklaşım bırakılmış, hatalardan nedamet getirilmiş fakat yeni şekillenen bir kafa yapısına uygun olarak tekrar değişik bir sömürü nesnesi yaratılmıştır. Ne yazık ki insanlık tarihi hep böyle çalışmış ve çalışmaktadır. Peter Singer'ın sözleri ile ifade edilirse insanlığın şu an hayvanlara karşı zorbalığı ve "eşit önemseme ilkesi"nden uzak muamelesi "mevcut son ayrımcılık biçimi"dir. Bu hal karşısında insanlık hâlâ gözünü açmaya direnmekte, hayvanlara karşı kullanım odaklı bakış sürmektedir. Bu düşünme ve akıl yürütmeyi terk etmek kolay olmayacaktır. "Her özgürlük hareketi ahlaksal ufkumuzun biraz daha genişletilmesini gerekli kılar; eskiden beri doğal ve kaçınılmaz kabul edilegelen bazı uygulamaların aslında hiçbir şekilde haklı gösterilemeyecek bir önyargının sonucu olduğu ortaya çıkar ve bunun meşru bir biçimde sorgulanabilecek hiçbir yaklaşımı ya da uygulaması olmadığını kim ileri sürebilir?" (Peter Singer, Hayvan Özgürleşmesi, Ayrıntı Yayınları) Olanı, sorgulamadan yapageldiğimizi köklü bir şekilde gözden geçirmek ve alışmışı zarar görenlerin gözüyle değerlendirmek gerekir. Kısacası Foucault'nun Özne ve İktidar'da altını çizdiği gibi "bugünlerde amacımız ne olduğumuzu keşfetmek değil, ne olmuş isek onu red etmek olmalıdır".
Hayvanlara karşı bir miktar sempati duyan, "çok da eziyet görmelerini (!)" tasvip etmeyen herhangi bir kişi olan sağduyusu sayesinde hayvan dövüşlerinden, at yarışlarından rahatsızlık duyabilir. Ama çoğu insan sirkleri, hayvanat bahçelerini, deniz memelilerinin bulunduğu parkları sevimli bulur, bunları çocukları için şirin bir eğlence, hayvan sevgisi yönünde yararlı bir etkinlik olarak değerlendirir. Gerçekten de hayvanları sevmediğini dile getiren bir kişi için bu mekanlar cazip değildir. Bu nedenle, birçok kimse bu yerlerin ve bu tarz gösterilerin hayvanlar için gerçekte ne kadar eziyet dolu, dayanılmaz bir yaşam yarattığını, arka plandaki görünmeyen sefaleti biraz olsun bilseler, bunlardan artık zevk almayacaklardır. Olumsuz koşullar, sirklerde uygulanan şiddet dolu eğitim yolları bir yana, unutulmamalıdır ki söz konusu hayvanlar insanları eğlendirmek amacıyla birer tutsak konumundadır. Hiçbir yapay müdahale, ne kadar doğaya uygun olduğu iddia edilirse edilsin hayvanlara kendi özgür ortamlarını, sosyalleşme, yiyecek arama, oyun oynama, çiftleşme gibi temel gereksinimlerini sağlayamaz. Artık daha şıklaştırılıp demir parmaklıklar, kafesler kaldırıldı diye isimleri doğal park ya da zoolojik park olarak değiştirilen hayvanat bahçelerinin sunduğu görüntü vahşi yaşamın sadece bozulmuş, çarpık bir sunumundan öte değildir.Öyle ya da böyle sirklerde olsun doğal parklarda olsun hayvan kontrol altında ve özgürlük içinde yaşama haklarından mahrumdur.
Bu ortamların esir durumda olan bazı hayvanların doğalarına ne kadar aykırı olduğunu görmek için birkaç basit bilgi yeterli olur. Filler günün on sekiz saatini aktif geçiren, günde 30 mil kadar yürüyebilen, göllerde serinlemekten hoşlanan, sürü içinde yaşayan, oldukça sosyal hayvanlardır. Ayılar kısıtlanmaya en zor dayanan hayvanlardan biridir. İyi yüzücü olan ve saate 35 mil koşabilen ayılar meraklı, enerjik fakat bir o kadar da utangaç yapıdadır. Gösteri zamanı dışında filler sirklerde günün yüzde yetmişinde, büyük kediler yüzde doksandokuzunda zincire vurulu ve kafeslere kapalıdır. Sirkte kendisi için tahsis edilen alan, bir kaplanın doğal yaşam alanından onsekizbin, aslanınkinden ise onyedibin misli dardır. Bütün bu sayısal ifadeler durumun vahametini gösterir. Rahatça hareket edememeye ve sürekli dayak tehditine bağlı olarak bu hayvanlarda strese ve psikolojik bir mahrumiyete işaret eden sürekli kafa sallama, bulundukları yerin zeminini tırmalama gibi anormal davranışlar görülür. 2001 senesinde Kelly Miller isimli bir sirke ait bir römorkta aşırı derecede aç ve susuz, volta atmaktan ayakları kan içinde kalmış 3 tane ayı bulunur. Eğitimcileri hayvanlara karşı zalimlikten ve buna bağlı dört farklı suçtan suçlu bulunur. Akuatik parklarda tutulan balina, yunus, deniz aslanı gibi deniz memelilerinin yazgıları da ehven sayılmaz. Orkalar ve yunuslar aileleri ile birlikte sürü halinde yaşarlar. İçlerinden birinin yakalanması ailenin ve sürünün bütünlüğünü bozar. Bu memelilerden ele geçirilip daha sonra tekrar denize bırakılanlar stres veya şok nedeniyle ölür. Tüm benzerleri gibi hareketli olan bu hayvanlar için de havuzlarda, su tanklarında yaşamak dayanılmazdır. Normalde kırk-elli yıllık ömürleri olan yunuslar esaret altında ancak yirmi yıl; doksan yıldan fazla yaşayabilen orkalar ise çok nadiren on yıldan fazla yaşarlar. Bu ölümlerin başta gelen nedeni ise strese bağlı ülser ve intihardır. Bu hayvanlar çoğu zaman kendilerini suyun üzerine bırakarak ya da havuzun zeminini dişleme gibi zarar verici hareketlerle hayatlarından vazgeçer. Deniz kaşifi kaptan Jean Jacques Cousteau ve oğlu tutsak yaşama dayanamayarak kendini su tankının zeminine vura vura öldüren bir yunusa şahit olduktan sonra hiçbir deniz memelisini yakalamayacaklarına dair yemin etmişlerdir. İkinci sırada gelen ölümler ise atılan bozuk paralar, havuz suyunun pis olması gibi insan ihmalkarlığı ve dikkatsizliğinin sonucudur. Ayrıca bu havuzlar güçlü kimyasallarla temizlendikleri ve içlerindeki suda yüksek oranda klor bulunduğu için hayvanlar için zarar teşkil eder.
Bütün bu olumsuzlukların arasında hayvan özgürleşmesi adına birer küçük adım sayılacabilecek gelişmelerle de karşılaşmak mümkün. 31.Mayıs.2005 'te alınan bir kararla Belçika'da yeni yunus parkı açılması yasaklanmıştır, bunu takiben var olan delfinaryumların ise kapatılması yönünde girişimlere başlanmıştır. Diğer karar ise sirklerle ilgilidir. Yine Belçika'da sirklerde bazı hayvanların tutulmasını yasaklayan kanun yürürlükten kaldırılmıştır. Bu değişim ilk başta olumsuz görünse de bir iyileştirme söz konusudur Çünkü bu yeni kararla 2012 yılına kadar sirklere zoolojik parklardaki standartları karşılama zorunluluğu getirilmiştir. Örnek olarak fil için zorunlu olan yüz metrekarelik dış alan genişliği bin metrekareye, kaplan için mecburi olan otuz metrekarelik dış alan ise yüz metrekareye çıkartılmıştır. Ayrıca yine bu kanuna göre sirklerde sadece tutsak doğmuş hayvanların kullanılması ve sadece gösterilerde yer alan hayvanların bulundurulması yeni zorunluluklar arasındadır. Konu hakkında alınan başka bir karar ise taşıma ve sert olmayan eğitim yöntemlerinin uygulanması ile ilgilidir.
Esaret hayatının yanı sıra sirklerdeki yaşam koşulları da berbattır. Akıldan çıkmamalıdır ki sirkler kâr amacıyla kurulmuş birer iş yeridir. Hayvanlar ise bu iş yerlerinin en alt kademedeki çalışanlarıdır. Maliyetlerse ilk elden bu hayvanların üzerinden azaltılacaktır.
Sirkler şehirden şehire ülkeden ülkeye sürekli gezdikleri ve çoğunlukla seyahat halinde olmaları nedeniyle hayvanların gereksindikleri su, yiyecek, veterinerlik hizmetleri gibi temel ihtiyaçlara erişim kısıtlıdır. Hayvanlar saatlerce küçük kafeslere tıkılmış hareketsiz ve bağlı olarak ,aşırı sıcak ya da soğuk havaya maruz kalarak yolculuk ederler. Yine de sirklerde eğitim adı altında uygulanan zalim öğretme tekniklerine kıyasla bu rahatsız yolculuklar bir dinlenme bile sayılabilir. En azından dayak, zorlama bir süreliğine de olsa ortadan kalkmıştır.
Sirk hayvanları şovlarda sergiledikleri zorlanma gerektiren numaraları isteyerek öğrenmezler. Kimse de durduk yere alevler içindeki bir çemberden atlayan bir kaplan ya da dans eden bir fil göremez. Değişen kademelerde kamçılama, elektrik şoku verme, fillere kanca şeklinde bir alet batırma veya bu aletle darp etme gibi bedensel cezalandırma teknikleri kullanılarak hayvanlar kendilerine emredileni yapmak zorunda bırakılır. Bedensel cezalandırmanın yanı sıra su, yemek vermeme, hayvanı kafesinde tek başına bırakma da direnen hayvanların direncini kırmak için başvurulan yollardandır. Zincir, kırbaç, sopalar, kanca, ip, ağızlık gibi gereçler bu canice eğitimin vazgeçilmezleridir.
Fil kancası olarak da bilinen bu alet filleri "yola getirmek" için bir eğiticinin demirbaşıdır. Bir filin derisinin kalınlığı vücudunun bölgelerine göre değişir. Bu kanca derinin ince ve bir böcek ısırığını fark edecek kadar hassas olduğu kulak araları, burnun içi, çene altı ve ayak çevrelerine batırılır.
Sirklere ve hayvanat bahçelerine danışmanlık yapan bir fil terbiyecisi olan Alan Roocroft, Managing Elephants adlı kitabında şöyle yazar: "Bir file bedensel cezalandırma uygulanırken bu ceza o şekilde zorlayıcı olmalıdır ki fil bunun gerçek bir ceza olduğunu sezebilsin. Üstün pozisyonu sağlayabilmek için eğitici fili iyice sindirmelidir. Asi bir fili zap etmek için yeterli miktarda kas gücünü temin etmek için 8 tercihen 10 yardımcıya gerek vardır. Fil bir kere hareketsiz hale getirildikten sonra tahta bir sopanın darbelerine maruz kalır." Yine birer fil terbiyecisi olan George "Slim" Lewis ve Byron Fish konuya devam ediyorlar. ".....böyle bir durumda ise fil korku ve bıkkınlık emareleri gösterecektir: gözleri dolar ve gözlerinden yaşlar akar. En sonunda fil teslim olur....Karşısındakine kıyasla çaresiz olduğunun farkındadır." (http://www.circuses.com/bullhooks.asp)
Fazla söze gerek yok, insanlık utancı denilen şey bu olmalıdır.
Hayvan refahı konusunda Avrupa Birliği uygulamaları ve kanunları birçok ülkeye kıyasla, insana "hiç yoktan iyidir" dedirtecek şekilde ileri sayılabilir. "1997'de imzalanan ve 1999'da yürürlüğe giren Amsterdam Anlaşması hayvanları ilk kez duygulu varlıklar olarak kabul eden ve hayvan refahına ilişkin bir protokolü içermesi bakımından önemlidir. Fakat at yarışları, boğa güreşleri, tazı yarışları, tazı ile avlanma konularında üye ülkere ulusal düzenlemeler yapma hakkı tanımıştır." "Mart 1999'da ise hayvanat bahçelerinde tutulan vahşi hayvanlara ilişkin bir direktif bakanlar kurulunca kabul edilmiş, hayvanat bahçelerinde bulunan vahşi hayvanlara doğal davranışlarını sergileyebilmeleri için yeterli alanların ayrılması ve hayvanat bahçelerinin 2002'den itibaren ruhsat ve denetimlerinin sağlanması zorunlu hale getirilmiştir." (http://www.ist-vho.org.tr/kurultay/ab_uyum.htm)
2004’te Avrupa Parlamentosu Konseyden sirkleri resmî olarak Avrupa kültürünün bütünleştirici bir parçası ya da sirklerde hayvan bulunmasının bir kültürel öge olarak tanınmasını istemiştir. Şu anda bu tanımlama kabul edilmiş olduğu için; hayvanların eğlence amaçlı kullanımı İsveç, Avusturya, Finlandiya ve bazı idari merkezlerde yasak olup, diğer üye ülkelere bu konuda düzenleme yapma yetkisi verilmiştir. (http://www.europarl.eu.int) Topluluğun 1 Ocak 2007'den itibaren geçerli olacak, Ekim 2005 tarihli düzenlemesiyle her sirkin kayıt altına alınması, bulunan her hayvanın kaydının yapılması; her hayvan için aşıları, geçirdikleri hastalıkları, yapılan testleri belgeleyen kimlik niteliğinde bir pasaportun çıkarılması, her yer değiştirmenin 48 saat önceden ilgili merciilere haber verilmesi ve resmî izin alınması zorunlu hale getirilmiştir.
Hayvan refahına ilişkin olarak üye ülkelerin düzenlemelerinde yer alan bazı yasaklamalar ise şöyledir:
- evcil ya da vahşi hayvanları su ve yiyecekten mahrum bırakmak,
- yaralanma ve hastalık durumlarında bakımsız bırakmak,
- kendi doğal ortamlarına uygun olmayan yerlere yerleştirilmeleri,
- mutlak zorunluluk olmadıkça kapatma, hapsetme, bağlama aygıtlarının kullanımı
- (gösterilerde) ilaç niteliğindeki maddelerin kullanımı,
- cerrahi müdahalelerle hayvanların özelliklerinin değiştirilmesi
- hayvanın, kendisine kötü muameleye yok açacak oyunlara ve faaliyetlere sokulması
- hayvanın hedef tahtası olarak kullanılması
Paulo Freire Ezilenlerin Psikolojisi isimli kitabında, ezilenleri köylü ve kentli emekçiler sınıfı, öğrenci grubu olarak ele almasına ve kesin bir insan-hayvan ayırımı çizmesine karşın, duruma sadece ezen-ezilen ilişkisi şeklinde bakıldığında, insanoğlu içindeki ezen-ezilen dengesizliğinin, ezilen hayvan-ezen insan arasındaki bağa benzerliği şaşırtıcıdır. İnsanların kendi aralarında olsun, insan-hayvan arasında olsun , bir varlığı aşağı olarak etiketleyip hükmetmek tek bütünün bir parçasıdır. Adı geçen kitapta Freire "okul içinde veya dışında, herhangi bir düzeydeki öğretmen-öğrenci ilişkisi"ni masaya yatırır. Bu ilişki bir özne (öğretmen) ve nesnelerden (öğrencilerden) oluşur ve aktarım tek tarafın (özne) elinde tuttuğu erke dayanır. Yazarın "’bankacı" eğitim’ diye nitelendirdiği modelde "bilgi, kendilerini bilen sayanların, yine onlar tarafından hiçbir şey bilmez sayılanlara verdiği bir armağandır. Başkalarını mutlak bilgisiz saymak baskı/ezme ideolojisi için karakteristiktir...."Öğretmen kendisini öğrencilere, onların zorunlu karşıtı olarak sunar; öğrencilerin cehaletini mutlak sayarak kendi varlığını gerekçelendirir." "Bankacı" model "öğretmen düşünür,öğrenciler hakkında düşünülür.", "öğretmen disipline eder, öğrenciler disipline sokulurlar." , "öğretmen bilginin otoritesini,kendi mesleki otoritesiyle karıştırır ve bu otoriteyi öğrencilerin özgürlüğünün karşıtı olarak öne sürer" şeklinde özetlenebilecek bir yapıdır. (Paulo Freire - Ezilenlerin Pedadojisi, Ayrıntı Yayınları) Bu yapı ezen-ezilen ilişkisinin bulunduğu her yerde benzer şekillerde örgütlenir. Kaynağını belli bir varsayımdan alan gücün sorgulanmayışı ve bu güce sahip olanın kendine sonsuz derece hak tanır oluşu bu tarz ilişkilerin esasını oluştur. Öğretmen-öğrenci örneğinde varsayılan, öğretmenin bildiği ve karşı tarafın cahil olduğudur. Gerçekliği bir kurgu olan veya gerçekliğinden şüpheye düşülebilecek (ama düşülmeyen) bu varsayım öğretmenin tahakkümüne izin verir. Hayvan-insan ilişkisi de farklı varsayımlardan hareket ederek kurulmuş olsa bile (burada varsayılan insanın akıl sahibi olduğu ve bu aklın sömürü için yetki olduğudur). ezeni (özne-insan) ve ezileni (nesne-hayvan) karşı karşıya getirir ve içinde de dünyanın en acımasız ve geniş çaplı tahakkümünü barındırır. İşin acı yanı ise bu sömürünün kolayca geri dönüşü olmayacak biçimde rasyonalize edilmiş olmasıdır: hayvanlar insanlığın gereksinimleri ve eğlenceleri için vardırlar. Nokta burada konulduğu ve olan biten de sorgulanmadığı takdirde bu sömürü beslenme alışkanlıkları, hayvan testleri, sirkler, yarışlar olarak tekrar tekrar ortaya çıkacaktır.