İnsan kendini mütemadiyen icat eden, keşfeden, yapan bir varlıktır. Kendini tekrar tekrar yeniden inşa eden, oluşturan, yaratan bir varlık. Bir sonsuzluk atlası, sonsuz bir imkanlar yelpazesi gibi kendi önünde açılıp duran devasa bir evrendir insanın benliği. İnsan varlığını en başından itibaren işaretleyen, varlığa hükmeden ilkedir bu, hiçten kendini yaratmak. Bir hiçi oya gibi işleyerek yaratırız kendimizi çünkü. O yüzden kendi olmanın sınırları sonsuzdur. Bunu bir de kadın eylemlerinin o güzel sloganını tekrarlayarak söyleyelim: “Fıtrat toplumsal olarak inşa edilir.” Benzersiz ve tözsüz bir ‘maddeyi’ özenle işleme, ona biçim ve töz sağlamaya benzeyen bir şeyden söz ediyoruz demek ki. Bir de edebiyatın büyülü kelimelerine başvurarak; edebiyat, düşüncenin sınırlarını hiç umulmadık biçimlerde ve zarafetle alabildiğine genişletmenin ve bunun nasıl bir armağan olduğunu içimizden yükselen sevinç ve şükran duygularıyla, o eşsiz coşku ve taşkınlık deneyimiyle oracıkta duyurmanın usulü ve yordamıysa eğer, bunun yüce örneklerinden birinin (Bruno Schulz’un) kelimeleriyle söyleyeyim:
Demiurgos’un -dedi babam- yaratma üzerinde tekeli yoktur; çünkü yaratma, bütün ruhlara tanınmış bir ayrıcalıktır. Maddeye sınırsız bir üreme, tükenmez bir yaşam gücü, aynı zamanda bizi biçimlemeye yönelten baştan çıkarıcı bir güç bahşedilmiştir. Maddenin derinliklerinde belirsiz gülümsemeler biçimlenir, gerginlikler birikir, biçim denemeleri yoğunlaşır. Madde, zayıf ürpertiler uyandıran bitmez olanaklardan geçerek dalga dalga akar. Ruhun can veren soluğunu bekleyerek durmaksızın akar içinde; binlerce tatlı girdapla ve kör hülyalarında yarattığı yumuşaklıkla baştan çıkarır.[1]
“Toplumsal olarak”… Nitekim Marx da, “İnsani öz, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içerisinde, bu, toplumsal ilişkilerin bütünüdür” derken aynı şeye işaret etmiyor mudur: Demek ki bir ilişki matrisi içinde, hem kendini hem ötekini eşzamanlı ve karşılıklı olarak oluşturan, iç ile dışın sınırlarını çizen, konumları saptayan bir edimler ağı içinde oluşan bir özdür söz konusu olan. Kendi ve ötekiyi mütemadiyen hem çıkmaza sokan, engelleyen, kendi yerine yerleşmesini sabote eden, köksüzleştiren hem de çıpalayan, güçlendiren, yeni olanak, ufuk ve hedeflere doğru iten, her öznel konumu bir çatışma, uzlaşma ve değişim meselesi haline getiren müşterek edimler aracılığıyla. Kendi oluş ve belirişinin koşul ve yapılarına tabi olarak ama çoktan o yapı ve koşulların bir öznesi/faili olarak da. Sanki virtüel bir Gerçek’in hem o ilişki ağı sayesinde edimselleştiği hem de bizzat o ağı uyardığı/tetiklediği diyalektik bir hareket vardır burada. O edimlerin kıvamını ve biçimini veren daimi bir keder ve sevincin, acı ve hazzın, unutuş ve anımsayışların yamacında filizlenen bir hareket. Freud’un Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları (1930) metninde tarif ettiği de aynı yaratma süreci, aynı yaratıcı/üretici edim matrisidir:
Daha derinlemesine bir düşünce bize yetişkinin ego-duygusunun (ego-feeling) başlangıçtan itibaren aynı olmuş olamayacağını söyler. Bu, kuşkusuz ki gösterilemeyen ama makul bir olasılık dahilinde inşa edilmiş olmaya imkan tanıyan/izin veren bir gelişim sürecinden geçmiş olmalıdır. Memedeki bir bebek henüz kendi egosunu, kendi içine doğru akan duyumların kaynağı olarak dış dünyadan ayırt edemez. Bunu yapmayı çeşitli hatırlatmalara/suflelere (prompting) yanıt olarak tedricen öğrenir. Sonradan kendi beden organları olarak ayırdına varacağı bazı uyarım kaynakları herhangi bir anda ona duyumlar sağlayabiliyorken, öteki kaynakların -bunların arasında en çok arzu ettiği anne memesi de vardır- zaman zaman kendisinden uzaklaşması ve ancak yardım çığlığının sonucu olarak ortaya çıkmasından güçlü bir biçimde etkileniyor olması gerekir. Bu yolla ilk kez olarak egonun karşısında bir ‘nesne’ oluşturulmuş olur: ‘dışarıda’ varolan bir şey biçiminde ve ancak özel bir eylem tarafından görünmeye zorlanan bir şey olarak ‘nesne’[2]
Demek ötekilerden yalıtık halde, ve neredeyse asıl özne/fail konumunda olan söz konusu müşterek edimsellik ağının, bir ilişki bağlamının dışında kalarak kendi kendini oluşturan, kendine yeterli, sabit ve değişmez bir ‘öz’e sahip kişilik ve/ya da ruhsallık anlayışından uzak durulmalıdır. Herhangi bir karakter/kişilik özelliğini değişmez/sabit bir fıtrat uyarınca, o fıtrata kayıtlı bir şey olarak ileri süren anlayışlardan da aynı biçimde uzak durulmalıdır. Ruhsal hayatta daimi bir değişim; daimi bir oluş, altüst oluş, yeniden oluştur esas olan. İnsanın ruhsallığı/ruhsal yapısı/aygıtı birbirini takip eden, birbiriyle kesişen ve eklemlenen, kesintisizce işleyen, yapılıp bozulan bir dizi özdeşleşme/içselleştirme edimi boyunca oluşur. Burada altı çizilmesi gereken nokta, bu sürecin çizgisel/kronolojik bir zamanın ve kaba bir nedensellik mantığının tümüyle dışında yerleşmiş ve ‘ilerlemekte’ olduğudur. Geri-dönüşlü (retroactive) bir zaman/mantık ya da döngü söz konusudur. Ortaya çıkan herşey daima ertelenen/uzaklaşan -nihai?- anlamına takip eden olay ve şeyler ya da mevcut bağlam sayesinde kavuşur çünkü. Ruhun ‘zamanı’ budur. O meşhur tezin tam yeri: Bilinçdışında zaman kavramı yoktur. İnsan ruhunu kateden/ruhun katettiği bir ilkeden, over-determinasyondan (kavramın hem çoklu-belirlenme hem de üst-belirlenme anlamlarıyla) söz ediyoruz şu halde.
[1] Bruno Schulz, Tarçın Dükkanları, Çev. Neşe Taluy Yüce, Aylak Adam Yayınları, 2018, s.37
[2] Freud, Civilization and its discontents, SE XXI, s. 66-67 (Türkçesi: Uygarlık, Toplum ve Din, Payel Yayınevi, Çev. Emre Kapkın)