O çok güzel filmi hatırlar mısınız? Kadın hikayesinin eğilip bükülmeden ferah feza yayılabildiği o filmi, Kızarmış Yeşil Domatesler’i. Orada yazmıştı Flagg:
“Neydi bu güç? Hayatını sınırlayan bu sinsi tehdit, kafasına dayanmış bu görünmez silah... Hakarete uğrama korkusu...
Kimse ona 'sürtük' ya da 'kaşar' diyemesin diye bekaretini korumuş, 'kız kurusu' diyemesinler diye evlenmişti. Frijit olduğu düşünülmesin diye orgazm taklidi yapmış, 'kısır' olduğu söylenmesin diye çocuk doğurmuştu. Lezbiyen ya da erkek düşmanı olduğu düşünülmesin diye feminist olmamıştı. Şirret bir kadın olarak görülmemek için hiç sesini yükseltmemiş, dırdır etmemişti.
Tüm bunları yapmış ama yine de o yabancının, onu erkeklerin öfkelenince kadınlara savurduğu hakaretlerle dolu çukura sürüklemesinden kaçamamıştı.”
Günlerin sembolik önemiyle içeriği arasında bağ her zaman kolay kurulamıyor tabii. Çünkü kendisine anlam atfedilmiş günlerin tamamı her zaman bir mücadelenin seyri, bir dayanışmanın iklimi, siyasal bir devridaimin fısıldadıklarıyla aynı değil. 12 Eylül’ün icat ettiği günler örneğin ya da siyasal iktidarların kendilerine bir siyasal anlatı kurabilmek, toplumsal bir hikâye dikebilmek için kullandıkları günler… Bunların sembolik anlamları, içeriklerinden daha büyük. Ama bazı günlerin sembolik anlamları ile muhtevaları arasında tersinden epey büyük bir fark var. Muhtevaları öyle ağır, içerdikleri öyle yüklü, savaşları öyle bitimsiz ki o günlerin üzerinden öylece geçemiyorsunuz. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü bunlardan biri.
Bugün politik doğruculuğun güvenli sularında ezberden söylenmiş ama kadın mücadelesini içeriğinden, siyasetinden ve politikasından ayırmaya meyyal birçok şey duyacağız muhtemelen. Kadınların öldürülmelerinden, kapıyı açan o kadınları sorumlu tutmanın, aynı anda aile uyuşmazlıklarında ve boşanma davalarında arabuluculuk yöntemini teşvik eden bir iktidar tarafından söylenmesinin ne kadar çelişkili olduğunu biz söyleyeceğiz, muhtemelen onlar duymayacaklar. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmış olmanın kadın cinayetleri üzerinde hiçbir olumsuz etkisi olmadığını söyleyebilecekler mesela ama çok yeni bir çalışmanın ekonometrik bir metodolojiyle Sözleşme’den çıkışın kadın cinayetlerini nasıl arttırdığını göstermiş olduğunu, Sözleşme’nin imzalanmasının akabinde cinayetlerdeki düşüşü kanıtladığını yani siyasal söylemin, halk nezdinde bir sinyal etkisi olduğunu gösterdiğini, biz söylemiş olsak da onlar göz ardı edecekler.[1]
Uzun bir süredir kadınlara açılan siyasal ve toplumsal savaşın, kadınlar için bir iç savaş halini aldığını da düşünüyorum. Kadınların hikayelerini dikerek anlatmanın ne anlama geldiğini bana epeydir fısıldayan Perulu bir sanatçının, Ana Teresa Barboza Gubo’nun resimleri bana bunu düşündürüyor. İçlerini ezen siyasal, bireysel ve toplumsal her şeye karşı, dünyanın tüm aynılarına karşı yarılarak cevap verdiklerini, bazen sesli bir isyanla, bazen dünyayı içerden ve dışardan birbirine dikerek, bazen kendi yaralarını kendilerini kapatarak, bazen kalabalık bir dayanışmayla bir iç savaştan sağ çıkabilme hallerine bakıyorum. Bunu türlü çeşitli yollarla yapıyorlar tabii, bazen politik bir mücadele hattı örerek, birbirlerine dokunarak, bazen içlerine kapanarak. Ördüklerinin, içiçe işlediklerinin, içi dışa, dışı içe teyellediklerinin yani örgülerle, iğnelerle ve ipliklerle yaptıklarının bazen farkında, bazen farkında olmadan kadınlar dünyaları yıkıp dünyaları kuruyorlar. Dünyayı açmanın, bir ipliği çözmekten, bir düğümü atmaktan ya da bir düğümü bozmaktan çok da farklı olmadığını ben galiba böyle bir kadın metoduyla öğrendim.
Üstelik bunu yapma biçimlerinin, yani yeri geldiğinde dünyayı örmek, yeri geldiğinde o örgüyü açmanın türlü çeşitli hallerini yine kadınların hayatta kalma biçimlerinden öğrendiğim gibi. Bunların hepsini bana düşündüren bir soru oldu: “Bu şiirle yas tutmaya daha ne kadar devam edeceğiz?”
Geçen sene 25 Kasım’da Roma’da binlerce kadın toplandı, İtalya tarihindeki en kalabalık ve öfkeli 25 Kasım protestolarından biriydi. Elden ele bir kâğıt dolaşıyordu, İtalya’nın her bir şehrinde, küçük kasabalarında dahi duvarlarda o şiir yazılıydı. “Se Domani Non Torno” yani Eğer Yarın Dönmezsem. Perulu bir mimar ve feminist aktivist Cristina Torres-Cáceres’ın altı yıl önce yazdığı bir metindi bu. Bu aslında bir şiir değil, Torres’in de ısrarla söylediği gibi o bir şair değil. Aslında bu kendi annesine yazdığı bir mektup. Şöyle diyor Torres, “kadınlar için ölüm noktasına varan şiddet, toplumun kadınları bununla birlikte yaşamaya zorladığı somut ve öngörülemez bir olasılıktır.” Söylediği şey, hem toplumun hem de siyasal kurumların, basbayağı somut olan bu duruma göz yumduklarını da hatırlatıyor tabii.
Ama bu şiirle daha ne kadar yas tutmaya devam edeceğiz diye sormasının bir nedeni de vardı. Çünkü geçen sene tam da bu zamanlarda 22 yaşındaki Giulia Cecchettin, eski erkek arkadaşı Filippo Turetta tarafından öldürülmüş, babasının kayıp ihbarı üzerine günler sonra bulunmuştu. Giula’nın ailesine ulaşan bir görgü tanığı, evinin balkonundan Aldo Moro Caddesi’ndeki otoparkta yardım isteyen bir kadın ve bir erkek arasında şiddetli bir tartışmaya şahit olduğunu ve saat 23.18’de jandarmayı aradığını ancak jandarmanın o anda eşzamanlı çok fazla başka ihbar geldiği için olaya müdahale etmediğini söylemişti.
Giulia, üniversite mezuniyeti için tezini tez danışmanına göndermesinden birkaç saat sonra mezuniyet balosu için kendisine bir çift ayakkabı almak için alışveriş yaptıktan sonra öldürüldü. Uzun bir süre bulunamadı ancak kamuoyunun ısrarlı takibi sonucu komşu bir belediye olan Fossò'daki bir ayakkabı fabrikasının kamera görüntüleri keşfedildi. Bir adamın bir kadına vurduktan sonra onu cansız bir şekilde arabanın bagajına yüklediği görülüyordu. Olay yerinde 21 cm uzunluğunda bir bıçak bulundu. Ancak tüm bunlar olduğunda katil Filippo Turetta Almanya’ya kaçmıştı bile. Aynı akşam Alman polisi Filippo Turetta'yı Almanya'da, bir otoyolun acil durum şeridinde benzini bittiği için durduğu sırada tutukladı. Geçen sene bugün, yani 25 Kasım’da İtalya’ya iade etti.
Giulia’nın ölümünün ardından bu erkek arkadaşın sapık ve takıntılı olduğu, Giulia’nın kendisinden önce mezun olacak olmasına bile tahammül edemediğini, kendisiyle beraber okulu uzatmaya zorladığını, daha önce de şiddet uygulayan psikolojik sorunları olan biri olduğu söylendi. Yani kadına yönelik ölümcül bir şiddet, yine erkek failin psikolojize edilmesiyle toplumsal ve siyasal içeriğinden soyulmaya çalışılıyordu. Kadın hareketinin ve feministlerin, İtalya’daki Non Una Di Meno hareketinin[2], Torres’in bu manifestosunu tüm kamusal platformlara yayması da böyle başladı. 2016 yılının ortalarından itibaren İtalya’daki feminist gruplar Non una di meno adlı tek bir ağda toplandı. Bu ağın adı Arjantinli Ni una menos hareketinin İtalyanca çevirisi, bir tür “bir kadın daha eksilmeyeceğiz” anlamına geliyor. Bu ağın oluşturulması büyük ölçüde üç kilit kuruluşun ortak çabalarıyla oldu, cinsel haklar ve üreme hakları grupları, ulusal şiddet karşıtı sığınma evleri ağı ve İtalyan Kadınlar Birliği. İşte bu grup, Torres’in metnini elden ele yaymaya başladı. Torres’in manifestosu, aslında annesine yazılmış ve yanında o dönemde öldürülen kadınların isminin de yazılı olduğu bir sosyal medya manifestosuydu:
Eğer yarın geri dönmezsem[3]
“Eğer yarın telefonlarına cevap vermezsem, anne
Eğer akşam yemeğine gelmeyeceğimi söylememişsem ve eğer yarın taksi gelmezse
Belki otel çarşaflarına sarılmış, yolda ya da siyah bir çuvalın içindeyimdir (Mara, Micaela, Majo, Mariana)
Belki bir bavulun içindeyim ya da sahilde kayboldum (Emily, Shirley)
Bıçaklandığımı görürsen korkma anne (Luz Marina)
Saçlarımdan sürüklendiğimi gördüğünde çığlık atma (Arlette)
Sana bunun benim yüzümden olduğunu, yeterince çığlık atmadığımı, benim giyim tarzımdan ve kanımdaki alkolden olduğunu söyleyecekler.
Psikopat eski sevgilimin sebepleri olduğunu, benim sadakatsiz olduğumu, bir fahişe olduğumu.
Sana yaşadığımı söyleyecekler anne, havasız bir dünyada çok yükseklere uçmaya cesaret ettiğimi
Sana yemin ederim anne, savaşırken öldüm
Sana yemin ederim sevgili anneciğim, yüksekten uçarken avazım çıktığı kadar bağırdım
Anne, küllerimin yasını tutma
Eğer yarın ben olursam, eğer yarın geri dönmezsem, anne, her şeyi yok et
Yarın benim sıramsa, ben son kişi olmak istiyorum”
Başlangıçta sorduğum soru, Giulia için yapılan 25 Kasım eylemlerinden sonra Torre’ye sorulan sorulardan biriydi, hani bu şiirle yas tutmaya ne kadar devam edeceğimiz sorusu. Torre şöyle yanıtlıyordu: “Artık bu şiiri kimsenin kullanmasına gerek kalmadığı gün, o kişinin son kişi olacağı gün gerçekten iyi hissedeceğim. Ama şimdi bu arada, şiiri asla paylaşmayın demeyeceğim: Uygun gördüğünüz gibi kullanın, ağlamak, bağırmak, yüksek sesle veya sessizce acı çekmek için. Bu sadece benim değil, onunla özdeşleşen herkese ait.”[4]
Non una di meno hareketinin, dünyanın her yerine yayılmış bir boş gösteren gibi eleştirilmesine karşı bunun aslında sınırlara hapsolmamış bir feminizmin gezici göstereni olduğunu anlatan çalışmasında Tommaso[5], hareketin 2016 yılında söylediği bir şeyi alıntılıyor:
Yeter artık! Bu, dünyanın birçok yerinde yükselen bir haykırıştır. Polonya'da, Arjantin'de, İspanya'da, kadın cinayetlerine karşı isyan eden ve kadınların kendi kaderini tayin hakkı için mücadele eden kadınların grevleri ve protestoları tüm ülkeleri felç etti. Kadınların bedenleri sokakları işgal ediyor, köprüler kuruyor ve dünyanın bir ucundan diğerine ortak anlatılar oluşturuyor. Seferberlik ulusal sınırların çok ötesine yayılıyor ve kadınların siyasi gücünü ön plana çıkarıyor.
Bir kişi daha eksilmeyeceğiz demek, biraz da kadınların aynı Ana Teresa’nın resimlerindeki gibi kendi hayatlarını örebilmeleriyle ilgili küresel ve sınırları aşabilen bir anlatıyı hatırlatıyor bana. Yani boş gösteren olmasının çok ötesinde, bulunduğu yeri dolduran bir gösteren olma biçiminde dünyaya yayıldığını. 25 Kasım’da Türkiye’de de kadınlar yasaklarla, yasalarla, kendi ölümlerinin suçlusu ilan edilmekle, hikayelerini yazmalarına izin vermeyenlerle mücadele ediyorlar. Ama bir yandan da bedenleriyle girdikleri iç savaşları, tüm kadınlar için bir barış olarak kurmaya çalışıyorlar. Köprüler kuruyorlar, köprüler atıyorlar, dünyanın bir yerinde kadınlar “Bir Kişi Daha Eksilmeyeceğiz” diyorlar, sesi buradan da yankılanıyor haliyle. Ne diyorduk? Galiba şöyle: Asla Yalnız Yürümeyeceksin.
[1] Güneş Aşık & Naci H. Mocan, The Signaling Value of Government Action: The Effect of Istanbul Convention on Female Murders
[2] Trilló, Tommaso (2018). Non una di meno and its traveling signifiers in a feminism without borders. Tercer Congreso de la Asociación Argentina de Humanidades Digitales. La Cultura de los Datos. Asociación Argentina de Humanidades Digitales, Rosario
[3] Şiirin belli parçalarını ekliyorum. Tamamı: https://www.wired.it/article/poesia-se-domani-non-torno-giulia-cecchettin-autrice-cristina-torre-caceres-testo-completo/
[4] https://www.editorialedomani.it/fatti/cristina-torres-caceres-autrice-di-se-domani-non-torno-un-dolore-ogni-volta-che-i-miei-versi-tornano-virali-sc0dxew6
[5] Trilló, Tommaso (2018). Non una di meno and its traveling signifiers in a feminism without borders. Tercer Congreso de la Asociación Argentina de Humanidades Digitales. La Cultura de los Datos. Asociación Argentina de Humanidades Digitales, Rosario