Küçük bir şehre, bahçeli bir eve taşındık, iki yıl olmadı daha. İnsanın yaşayabileceği büyük travmalardan biri diye geçiyor literatürde taşınmak. Hayatımın büyük bölümünü geçirdiğim, beni ben yapan bütün dostlukları, düşmanlıkları, işi gücü, mücadeleyi, sevinç ve yasları yaşadığım şehirden ayrılıp pek az tanıdığım bir şehre, yeni ilişkilere, yeni bir hayat ritmine geçmek tabii ki kolay olmadı. Ama insan uyum sağlayan bir varlık bir yandan da, üstelik uzun süre hayalini kurduğum bir şeydi bu, adım adım ilerlediğim bir yol. Taşındıktan birkaç ay sonra, yavaş yavaş işler yoluna girmeye başladı, alıştım bu yeni hayata. Sevdiklerimi özlemekten başka pek bir sıkıntım kalmadı. Ne caddeleri, ne sinemaları, ne kafeleri aradım.
Karşı evin kadınlarıyla (aslında yan yana birkaç ev, hepsi akraba ve neredeyse birlikte yaşıyorlar) tanışıp ahbap olmak da her şeyi kolaylaştırdı. Hem bu yeni şehrin girdisini çıktısını öğrettiler hem hayatın yeni ritmini. Ritm de öğrenilmesi gereken bir şey, tabii. Fındık bitip mısır, mısır bitip üzüm, üzüm bitip hurma…
“Sıkılma” dediler; onlar hep birlikteydi, ben tek. Sıkılmıyordum aslında ama bunu söylemedim, kahve içmeye gittim. Onlar geldiler. Fındık toplarken yardım ettiler, şıra kaynatırlarken yardım ettim. “Okumuş etmiş ama hamarat kadın”ları, “bağıra çağıra yaptıkları şey kavga değil, konuşmaymış aslında”ları (Lazlar!) geçip de birbirimizi tanımaya başladıkça, benim için ne yapmam gerektiğinden pek emin olamadığım, kodları çözemediğim, kaygı verici bir ilişki olmaktan çıktı komşuluğumuz. “Onlar hep birlikte ben tek” kısmı da epey değişti- her birini tanıyıp ayırt ettim, önce isimlerini, sonra ailedeki konumlarını, sonra neyi sevip neye güldüklerini… Artık sıkıldığımı düşünmüyorlar sanırım.
Osman Özarslan’ın (https://iletisim.com.tr/kitap/sikinti-var/9904) Yıldırım Türker’den aktardığı “sıkıntı bir erkek mesleğidir” sözünü okuduğumda, o “sıkılma” lafını düşündüm. Kadınlar topluluğunun içine girerek, girdiğimde, artık sıkılmayacağım varsayımını. Kabaca bir özetle diyor ki Özarslan, taşra sıkıntısı denen nane esasen erkeklikle, onların modernliğin vaadlerini fragmanlar, “ihtimaller” olarak yaşadıkları anlar ve hayal kırıklıkları ile ilgilidir. Taşranın kadınları ise bu ihtimallerden enikonu uzak tutuldukları, başka bir zamana ve ritme ait oldukları için, sıkılmazlar. “Çalışmayı iş olmaktan çıkarıp eyleyiş haline getirdikleri” için.
Taşranın kadınları ve erkekleri üzerine bir şey söyleyemem, muhtemelen binbir yüzlü, binbir katmanlı bir mesele o. Ama “çalışmayı iş olmaktan çıkarıp eyleyiş haline getirme”nin sıkıntının ilacı olduğundan eminim. Birikim’in Haftalık köşesinde yazıp durduğum, etrafında dönüp durduğum şey, tam olarak bu işte. Eylemsizliğin bütün kötülüklerin anası olduğu! Eylemi Arendt’in söylediğiyle, politikayla sınırlasak bile, politikanın mahiyetine ilişkin feministlerin söylediklerine kulak verdiğimizde, manzara epey değişiyor. Birlikte mısır kıran kadınların “iş”iyle Arendt’in “eylem”i arasındaki bağlantıları ve süreklilikleri düşünmeye değmez mi yani?
Beslemek, büyütmek, yaşatmak işini herkesin kendi evinde kalarak yapamadığını, “hayatı sürdürme”nin bundan çok daha fazlası olduğunu görmedik mi? Hayatın eve sığmadığını? Mısırın, şıranın, yoğurdun, vişne reçelinin dünyasında özgürlüğe değil, olsa olsa zorunluluğa yer olduğu fikri bir türlü içime sinmiyor- aslında hiç sinmemişti; (http://www.amargidergi.com/yeni/?p=1039), orada başlangıçlar, orada beklenmediklikler, öngörülemezlikler yokmuş gibi davranmak. Laz ailenin tek Türk gelini Hanife’nin çeyizinde getirdiği tohumların tarihi hakkında anlattığı hikâyelerin dünyanın dönmeye devam etmesiyle ilgili olmadığını sanmak. (Tohumların politik nesneler haline geldiği bir dünyada?)
“Zamanın ruhu”nun korkuyla yoğrulduğu söyleniyor- bazılarına göre de korkudan çok kaygıyla. Nesnesi müphem, değişken kaygıyla. Eh, bunun için sebep çok! (Kaygının metalaşmasına dair çok iyi bir analizi şu kitapta okuyabilirsiniz: https://iletisim.com.tr/kitap/maksimum-korunma/9714 )
Bir yandan da, korku ya da kaygı kadar güçlü bir bileşeni daha var bu hamurun: Sıkıntı. Bahsettiğim yazı, Osman Özarslan’ın “Taşra Sıkıntısı: Dar Zamanlar, Geniş Mekânlar, Toplumsal Cinsiyet” başlıklı yazısı, Sıkıntı Var isimli bir derlemede yer almış. Aylin Kuryel’in üç ay önce yayınlanan bu derlemesi, zamanın ruhuna sızmış ve bana kalırsa onu en az kaygı kadar biçimlendiren sıkıntıyı ele alan yazılardan oluşuyor. “Ele alan” mı demeli, “elden geçiren” mi, hallaç pamuğu gibi atıp göğsümüze çöreklenmiş sıkıntıyı şöyle bir havalandıran mı… En sevdiğim derleme türü bu: birbiriyle konuşan yazılar, okuru birinden ötekine, sonra tekrar geriye ve sonra iki yazı ileriye sürükleyen sorular. Sıkıntı tek bir mesele değil, derlemenin girişindeki tartışma, bunu baştan söylüyor zaten (giriş yazısının derlemenin coğrafyasını kurmasını, “o şunu söylüyor, bu da bunu”dan fazlasını yapmasını da çok severim).
Kitabın politikaya ayrılmış bölümündeki yazılar (Sıkıntının Politikası, Politikanın Sıkıntısı), sıkıntı bağlamında bakıldığında politikanın çerçevesinin nasıl dağılıp açıldığını gösteriyorlar. “Ortak duyu”nun bir ifadesi olarak “sıkıntı yok” lafının bankacılıktan hayvancılığa kadar her alanda bir yönetim gereci haline getirilmesinden kapının önüne konan ayakkabılardan rahatsız olmayla politik merkeze yakınlık arasındaki bağlantıya, iş dışı zaman diye bir şeyin kalıp kalmadığı tartışmasına, feministlerin “kişisel olan politiktir” saptamasının yerindeliğine işaret eden gayet kafa açıcı tartışmalar var.
Kitapta emeğin dönüşümüyle ilgili bir bölüm de olsaydı ama mesela, sıkıntıyı orada görürdük asıl gibi geldi bana. “Eyleyiş olarak çalışma” ile “sıkıntı olarak çalışma” arasındaki dünyalar kadar mesafe üzerine kafa yormak, ekonomi politiğin 2021’de ne işe yarayabileceğini görmemizi kolaylaştırırdı.
Hem kitabın girişinde hem de yazıların bir çoğunda bahsedilen şey, global kapitalizmin hızının yarattığı anlam aşınması, yaşadığımız zamanın sıkıntısının esas kaynağı gibi görünüyor. Eğer Benjamin haklıysa, “deneyimi yumurtadan çıkaran rüya kuşu”ysa sıkıntı, sonunun gelmesi dünyanın yok olmasından bile zor gibi görünen bu devasa sistemin çaresiz kaldığı yer de orası olmalı- kendi yarattığı sıkıntı. İçinde kendi ritmimizi, kendi hızımızı bulduğumuz, öyle eylediğimiz politik hareketlerin “aşka benzer” ikliminden anlamalıydık bunu. Kim aşıkken sıkılır ki?