Amerikan seçimlerinin kazananı kim olursa olsun bu seçimler Trump’ın ABD başkanı olarak seçildiği 2016 yılından beri yanıtı merak edilen bir soruyu bütün dünyanın yeniden sormasına vesile olmuş olacak: kimdir bu Trump seçmenleri? Bunca skandala, bunca yalana, yüzbinlerce insanın öldüğü bir salgını yönetmekte gösterdiği başarısızlığa, rekor düzeyine varan işsizlik oranlarına, Amerika’nın küresel çapta itibar kaybına yol açmasına rağmen neden hâlâ ona oy veriyorlar?
Arlie R. Hochschild, Trump’ın 2016 zaferinin hemen sonrasında en çok okunan kitaplar listesine giren Strangers in Their Own Land/ Kendi Topraklarında Yabancı (2016) isimli kitabında aynı soruya yanıt arıyordu. Araştırma şirketlerinin kime oy verecekleri konusunda yalan söyledikleri için bulmakta zorlandığı “utangaç Trump seçmeni”ni kendi topraklarında buluyor, onlarla zaman geçiriyordu.
Hochschild, çalışmasının ilham kaynağının Trump henüz ortada yokken aynı soruyu araştıran Thomas Frank olduğunu yazacaktı. Frank bir zamanlar sol radikalizmi ile ünlü olan Kansas eyaletinin nasıl olup da kültür savaşının en heyecanlı neferi haline geldiğini sorguluyordu. What is the Matter with Kansas/ Kansas’ın Derdi Ne? (2004) isimli kitabında sağ popülizm çalışmalarının benzer sonuçlara ulaşacağı yıllardan çok önce müesses nizama öfkeli Amerikalıların sesini okurlarına ulaştırıyordu. Amerikan seçmenleri artık kendilerine hiçbir şey vaat etmeyen bu siyasal düzene ve onun sahte sözler ile kendilerini kandıran temsilcilerine öfkeliydi. Frank bunun sessiz ama bütün siyasi coğrafyayı değiştirme potansiyeline sahip aşağıdan gelen bir devrim olduğunu iddia edecekti.
Frank’e göre Amerikan sağının başarısı sıradan insanların katı olarak bildikleri her şey buharlaşırken değerleri katılaştırıp, araçsallaştırmalarıydı. İş güvencesi, bir ev sahibi olma düşüncesi, çocuklarının kendinden daha iyi bir yaşam sürme ideali buharlaşırken Amerikan sağı Amerikan halkının hayal kırıklıkları ve öfkelerini kürtaj ve bireysel silahlanma gibi talepler üzerinden örgütlüyor ve bu öfkeyi müesses nizam olarak kodladıkları yönetici gruplara yöneltiyordu.
Nitekim Hoschild’e göre de ülkenin genelinde Amerikan sağının güçlü olduğu eyaletler ortalama olarak daha fakirdi. Amerikan refahının bilişim endüstrisi gibi yeni gelişen kaynaklarından daha az pay alıyor ve pek çok durumda bunun tamamen dışında bırakılıyordu. Bu eyaletler yine ortalamada daha fazla genç bekar anne sayılarına, daha yüksek boşanma oranlarına, daha güçsüz sağlık sistemlerine, daha fazla obeziteye, daha fazla travmaya bağlı ölümlere, daha yüksek bebek ölüm oranlarına sahiptir. Louisiana gibi Cumhuriyetçi bir eyaletle Oregon gibi Demokratları ağırlıkla destekleyen bir eyalet arasındaki ortalama yaşam süresindeki fark Amerika Birleşik Devletleri ile Nikaragua arasındaki ortalama farkla aynıydı.
Ve Trump Sahnede
Trump 2016 seçimlerinde kendi seçmenini yaratmayacak ama önünde hazır bulduğu bu siyasal coğrafyanın üzerine oturacaktı. Amerikan sağı tarafından giderek radikalize edilen, Amerikan solu ile bağları kopan/koparılan, öfke ve hayal kırıklığı dolu bu seçmen grubu ile Trump birbirlerini keşfedeceklerdi. Başarısızlığı, beceriksizliği, konuşamaması, gereksiz yere böbürlenmesi ve her şeyden önemlisi müesses nizam olarak görülen gruplar tarafından aşağılanması bu öfkeli seçmenlerin onu kendilerinden biri olarak bağırlarına basmalarını sağlayacaktı. Müesses nizam onunla alay ettikçe, onlar onu daha da çok sahiplenecekti.
Kentli eğitimli nüfusa göre ise bu destek anlaşılmazdı. Gywn Guilford 2016 seçimlerinde neler olduğunu hiç anlayamadığını hissettiği anda Trump’ı mitinglerinde takip etmeye ve onu destekleyen kalabalığın bir parçası olmaya karar verdiğini yazıyordu. Trump’ın hiçbir siyasal normu tanımayan tuhaf kişiliği bu seçmen grupları için bir olumsuzluk değil, tam aksine müesses nizam ile sadece onun başa çıkabileceğine onları ikna eden mükemmel bir olanaktı. Mitinge katılanlar Guilford’a "yemek masamızın etrafında konuştuğumuz ama toplum önünde söylemekten çekindiğimiz her şeyi hiç korkmadan söylüyor" diyorlardı.
Trump mitinglerinde bir parti programının çok ötesine gidiyordu, ayrıcalıklarını kaybeden bu insanlara ülkenin gerçekte kime ait olduğunu (size!), kimin burada yaşamayı hak ettiğini (siz!), ve kimin ekonomik pastadan daha fazla pay alması gerektiğini (siz!) ve çöküş için cezalandırılması gerekenin kim olduğunu (elitler!) söylüyordu. Guilford o mitinglerde ahlaki otoritenin Trump tarafından kurulmadığını, büyük bir coşkuyu (ve derin bir öfkeyi) kısa süreli de olsa paylaşan on binlerce insanın birlikteliğinden kurulduğunu iddia ediyordu.
Bu birlikteliğin içinde Justin Gest’in The New Minority/ Yeni Azınlık kitabında tartıştığı gibi (eski) sendikalı, çoğu beyaz, Amerika’nın (kaybolan) sanayi işçileri de vardı. Amerikan işçileri ülkelerinin inşasındaki büyük tarihsel rollerine rağmen artık kendilerini ekonomik olarak güvencesiz ve kültürel olarak da ülkelerinin kıyısında görmekteydiler. Katherine J. Cramer’in Wisconsin’in kırsal toplulukları üzerine yaptığı nefis etnografik çalışmasında gösterdiği gibi bu birliktelik en çok da Amerikan çiftçilerini ve kırsal topluluklarını içeriyordu. İçlerinde korkunun ve öfkenin değdiği kadınlar ve az oranlarda da olsa Hispanikler ve siyahlar olsa da çoğu beyaz ve erkektiler. Amerikan ekonomisinin yapısal önceliği başka sektörlere kayarken eski düzenin bu ayrıcalıklı grupları üç temel talebe sahiptirler; kaynakların, gücün ve saygının yeniden dağıtımı.
Yeniden Dağıtım, Yine! Yeniden!
Trump’ın başkan seçildiği 2016 yılından beri bu klasik sağ popülist strateji ve mobilize ettiği kitleler/toplumsal kesimler hakkında çok şey yazıldı. Pippa Norris ve Ronald Inglehart The Cultural Backlash: Trump, Brexit and Authoritarian Populism başlıklı kitaplarında kaybolan (kültürel) ayrıcalıkları restore etme talebi ile dünyanın pek çok yerinde sağ otoriter popülizmin güçlendiğini gösterdiler. Bir yandan değerler bütün dünyada büyük bir hızla değişiyor ama öte yandan kuşaklar arasındaki değer farkı aynı hızla artıyordu. Hızlı kentleşme, gelir dağılımının bozulması, ekonomik eşitsizlik, artan güvencesizlik, siyasal parti sisteminin yükselen talepleri karşılamaktaki yetersizliği, sol partilerin geliri bölüşme yerine kimlik taleplerine öncelik vermesi, artan kutuplaşma gibi faktörlerin bu yazının başlangıcında sorduğum “neden insanlar bunca başarısızlığa rağmen” hâlâ Trump’a oy vermeye devam ediyor sorusunun yanıtı olabileceğini öğrendik. Küresel sistemik bir krizin ağırlığı altında bu yanıtlardan bazıları bazı zamanlar ve mekânlarda daha çok öne çıktılar.
Bu esnada gerçek insanların dünyalarını bize aktaran sosyal bilim araştırmaları kültürel, ekonomik ve ahlaki olanın nasıl karşılıklı olarak birbirini inşa ettiği hakkında bizi bilgilendirmeye devam ettiler. Bir yandan Salena Zito ve Brad Todd'un "The Great Revolt/ Büyük İsyan” (2019) kitaplarında ekonomik güvencesizlik, serbest ticaret anlaşmaları ve Çin’in yükselişinden endişe duyan ve Demokrat Parti’yi artık müesses nizamın ana aktörü olarak gören Amerikan işçi sınıfının hikâyesini öğrenirken öte yandan Ben Bradlee Jr.'ın "The Forgotten" (2018) adlı kitabında bu sınıfların George Soros'un Black Lives Matter protestocularını gizlice finanse ettiğine inanan, komplo teorilerini dinleyen, transseksüel tuvaletlerin Amerika’nın en büyük sorunu olduğunu düşünen militan kültür savaşçılarına dönüştüğünü okuduk.
Bir diğer deyişle son dört yılda çok şey öğrendik. Ama belki de hâlâ eksik olan ne hissedeceğimizi ve bu yükselen dalga ile nasıl baş edeceğimizi bilmiyor olmamız. Bir salgının ortasında maske takmamayı özgürlük sanan, yüzbinlerce ölüm karşısında bile virüslerin uluslararası şirketlerin uydurması olduğuna inanan, eline fırsat geçtiği anda her tür özgürlüğü kısıtlayabileceğine inanan, cinsiyetçilik ve ırkçılığı önemli değerler olarak kucaklayan “ötekiler” karşısında ne hissetmeliyiz? Her şeye rağmen Trump vb.lerine oy verenlerle bu dünya üzerinde paylaştığımız güvencesizlik üzerinden bir dayanışma hattı kurabilir miyiz? Umudu kültürel restorasyon talebi dışında başka alanlarda yeşertebilir miyiz? Hiç kimsenin kendi ülkesinde (belki bu dünyada) yabancı olmayacağı bir siyasal sistem tahayyül edebilir miyiz? Sadece kaynakların değil saygınlık ve gücün farklı gruplara adil bir biçimde dağıtıldığı bir düzen mümkün müdür? Yoksa artık ayrı dünyalara sahip olduğumuzu kabul etmenin zamanı mı geldi?
Bu sorular bugün Trump’a kimler oy veriyor diye sormaktan çok daha acil. Bu kutuplaşmış dünyada ekonomik yeniden dağıtım üzerinden kesişen dayanışma hatlarını yaratmak, karşılıklı saygıyı ve demokratik normları yeniden canlandırmak zorundayız. Ekonomik yeniden bölüşüm biçimlerini olduğu kadar, geleneksel ayrıcalıkları geri yükleme taleplerini dışlayan ama farklı grupların sosyal kimlik ve özsaygı haklarını dikkate alan kültürel modernliğin yeni biçimlerini tahayyül etmek zorundayız. Bugün daha fazla empatiye ya da daha çok öfkeye değil, daha fazla siyasete ihtiyacımız var. Dindar, beyaz, erkek, (eski) sendikalı işçilerin ayrıcalık kaybından kaynaklı öfkelerini gerçek kabul eden, ama cinsiyet ve ırk eşitliğinden, laiklik ve demokratik normlardan hiç ödün vermeyen bir siyasi çerçeveye ihtiyacımız var.