Evi Reddedip de mi Saklasak?
Aksu Bora

Metaforlar olmadan düşünmek zor, üstelik başka metaforlara yapışıp yeni anlamlara doğru açılma yetenekleri var, uçup gidiyorsunuz onlara tutunup. Benim eğilimim, metaforları düz anlamlarıyla düşünmek oldu hep- bir tür sazanlık belki (hayır, toprak burcu değilim!). Neden o metafor da şu değil, onu seçerek başka hangilerini seçmiş, başka hangilerine yönelmiş oluyoruz da ötekilerden vazgeçiyoruz, hangi anlamı öne çıkarıp hangisini önemsemiyoruz… Bir sürü mesele. Donna Haraway kitap yazmıştı bunun üstüne, biliyorsunuz. “Kristaller, Dokumalar, Alanlar”dı ismi, bu metaforların biyolojide kullanımı hakkındaki tezine dayanıyordu; organik metaforlar kullanmakla mekanik metaforlar kullanmak arasındaki farkın biyolojide bir paradigma değişikliğine işaret ettiğini söylüyordu. Biyolojiden bilim tarihine geçmesi öyle olmuştu.

Tuncay Birkan’ın geçtiğimiz ay yayımlanan kitabı, Sol: Evin Reddi’ni de (Metis Yayınları) böyle okumaya çalıştım. Yani metaforu, “ev”i düz anlamıyla düşünmeye. Kitaptaki yazıların hemen hepsini daha önce okumuş, üzerlerine düşünmüştüm. Tuncay Birkan yazılarını okumayı severim. Hem dert ettiklerini yakın bulurum, hem okura nefes alma, düşünme imkânı verecek şekilde, gevşekçe dokunmuş olmaları hoşuma gider - bence yazarın okuruna (ve tabii kendine de) güvenini gösterir bu. Susmayı, hafif kenara çekilmeyi, duraksamayı göze alabildiğini.

İçerisi ve dışarısı hakkında yazılar bunlar. Yerlilik ve yabancılık, taşra, çeviri, ev. “Ev derken, içinde rahat ettiğimiz konfor hissi veren zihinsel alışkanlıkları, belli meseleler karşısında çok da düşünmeden, adeta otomatik olarak benimseyiverdiğimiz bakış tarzlarını vs.” kast ediyormuş, tam da bunları reddetme duruşunun kendisine Sol diyormuş. Kitabın adı o sebeple yazılardan birinin başlığından gelmiş. Çünkü bir yerden bakıldığında, konusu ister çeviri olsun, ister pandemi, bu yazıları bir araya getiren mesele bu; evin reddi.

Bir metafor olarak ev.

Bütün o sağcı zevatın elindeki en güçlü silah olmasına şaşmamak lazım. Güçlü bir metafor. Çünkü ev, bizim dünya köşemizdir. Evin içine doğarız, ev bizim içimizdedir de. Üstelik tek tek, bireyler olarak evi içimizde taşıdığımız yetmezmiş gibi, kolektif olarak da öyle yaparız. Jung psişik yapımızı böyle bir metaforla anlatmayı seçmişti:

“Önümüzde keşfedilmesi ve açıklanması gereken bir yapı var: Bu yapının en üst katı 19. yüzyılda inşa edilmiş, giriş katı 16. yüzyıldan kalma ve konstrüksiyonuyla ilgili titiz bir inceleme, bu yapının 2. yüzyıldan kalma bir kulenin üstüne inşa edildiğini ortaya koyuyor. Mahzende, Romalılardan kalma temellere rastlıyoruz; mahzenin altındaysa, içi toprakla dolmuş bir mağara var; bu toprağı kazdığımızda, üst katmanda sileksten yapılma aletlere, daha derinlerdeki katmanlarda da buzul çağına ait bitki örtüsünün kalıntılarına rastlıyoruz. Ruh yapımızın yaklaşık olarak işte bu özellikleri gösterdiği düşünülebilir.”

Burada bir metafordan fazlası var. İnsanın, hem tür olarak hem de her bir insanın ev(ler)de biçimlendiği ve ilk evin insanın derininde bir yerde durduğuna dair bir sezgi. İlk bizon resimlerini mağaranın duvarlarına çizen insan, orayı bir içe dönüştürürken, bizonun gücünü de “iç”ine alıyordu. İnsan, “iç”i olan bir varlıktır. Kendini “dış”tan farklı bir “iç” olarak algılar ki “ben” diyebilsin, dil olabilsin, kültür olabilsin. Beşiğine yatırıldığı bir ev vardır, ki kaçabilsin. Gözümüzü kaçma anına, kaçışa diksek de, kaçabilmek için bir eve ihtiyacımız olduğunu unutamayız. “Ağaçtan, maviden, denizden uçar/Kendinden uçamaz kuş”.

Evden kaçmanın “mutluluğun kristalini” yarattığını söyleyen o vurucu imge, bir metafor olarak değil, adlı adınca evden ve evden kaçmaktan söz ediyordu. Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz şey, on beşindeyken evden kaçmamış olmak… İmgenin vuruculuğu bana kalırsa, metafor olmamasındandı. Bu yüzden, on beşindeyken evden kaçmamış olmayı, sokakta bir gece geçirmemiş olmayı, telafi edemeyiz, buradan kalkıp başka metaforlara, sokak kardeşliğine, meydanlara, caddelere varamayız.

Evden kaçma hikâyeleri, biliyorsunuz, kahramanın yolculuğu denen şeydir en fazla: On beşinde evden kaçıp bilinmeyen dünyaya atılan kahraman, başından binbir macera geçtikten, ölümle yüzleştikten, yoldaşlar bulduktan, dostunu düşmanını ayırt edebilir olduktan sonra, bir erkek, bir kahraman haline gelir. Odysseus eve döner, Penelope geceleri söküp gündüzleri ördüğü dokumasıyla, onu beklemektedir. Otuz yıl sonra dönüp gelenin giden adam olduğuna tanıklık etmek üzere - Odysseus’u Penelope’den başka kimse tanımaz çünkü.

Irigaray, annenin karanlık, sıcak, koruyucu rahminden kırılgan ve açık uçlu varlığımıza hiçbir temel sağlamayan duvarsız bir dünyaya fırlatılma kaybıyla baş etmenin erkekler ve kadınlar için farklı yolları olduğunu söyler. Erkekler, kayıp yuvaya kadınlar yoluyla dönebilirler der. Kadınlar ise belli ki işte, orada durarak, ördüğünü sökerek, söktüğünü yeniden örerek…

Iris Marion Young ise, şu “dünyaya fırlatılma” işine pek prim vermez. Dünyaya fırlatılmayız çünkü, eve doğarız. Maddi gerçekliğimizin temelidir bu. Ev. Yerleşmek için evler inşa eder insan(oğlu) ama evin tek varlık kipi inşaat değildir (neyse ki!)- korumayla, bakmayla, büyütmeyle ilgili bir başka kipi daha vardır. Young, başka feministler gibi, buraya daha dikkatle bakar.  

İster kaçmak isteyelim ister kalmak, eve daha dikkatle bakmalıyız. Bizi çağırıp durdukları o yere. Young ve başka feministler gibi, adlı adınca eve bakmak. Babanın hoyratlığından yılmış erkek evladın gördüğü şeyle kadının gördüğü farklıdır, tabii.

Zeynep Nur Ayanoğlu’nun itirazını (Evin Reddinin Reddi) böyle anladım. Ülkeyi, vatanı, milleti değişkenlikleri içinde anlarken evi neden sağcıların iddia ettiği türden bir otantik nesne olarak ele alalım ki? Neden “sağcıların göz hizasından” konuşalım? Evi bir metafora dönüştürmek, onların işiydi. Feministler de dediler ki, ev bundan çok daha fazlasıdır. Onu maddi gerçekliği içinde kavramak gerekir, temizlenecek odaları, değiştirilecek yatakları, asılacak perdeleri… Ve tabii bizi biz yapan bütün o masallar, umacılar, dayaklar, aile fotoğrafları, yorganlar, sofralar, alışkanlıklar, örtüler, yemekler, açlıkla terbiye edilmeler… (Sağcılar evi metafor değil de maddi bir şey olarak konuşmaya başladıkları an, çuvallıyorlar genellikle- evi somut varlığıyla anlatmaya başladıklarında. “Eşyanın mana kabiliyeti”, onların dilinde ya uyduruk bir hayal ya klostrofobik bir kabus halini alıyor. Sebepsiz değil. Hiç değil.)

“Hayat eve sığar” mottosu, evin maddi gerçekliğine mecburi dönüş yapan ve bu sebeple de metaforun bütün gücünü kaybeden sağcı bir anlatıya dönüştü: Bir yandan eve sığınıp virüsten kaçmanın herkes için mümkün olmamasından, bir yandan hayatın hiç kimsenin evine sığmadığının hızla anlaşılmasından. Şimdi “eve dön” çağrısı bir zamanlar olabildiği kadar sihirli değil- evin reddi çok başka yerlere, başka mecralara açılma potansiyeli taşıyor. Sadece sokağa değil. (Hepimiz sokağa kaçarsak, yemeği kim yapacak zaten?!)

Dikkatini eve, o devasa maddi gerçekliğe vermiş feminist geleneğin bu konuda söyleyecekleri var. Bunlardan beşi, kendilerine Bakım Kolektifi adını veren beş akademisyen, Andreas Chatzidakis, Jamie Hakim, Jo Littler, Catherine Rottenberg ve Lynne Segal, geçtiğimiz yıl bir manifesto yayınladılar: Bakım Manifestosu. Gülnur Acar Savran Türkçeye çevirdi, Dipnot Yayınları yayımladı.

Manifestonun alt başlığı, “Karşılıklı Bağımlılık Politikası”. Bu alt başlık, ütopyacı sosyalistlerden, Kropotkin gibi anarşistlerden beri izleyebildiğimiz bir sol-dayanışmacı toplum tahayyülü geleneğine işaret ediyor. Bu gelenek, liberal kapitalizmin “birey” kurgusuna güçlü bir itirazı içerir ve dayanışmanın insan türünün varlığına içkin olduğunu iddia eder. Liberal kapitalizmin “birey” kurgusunu sürdüren, bunu muhafazakâr aile anlayışıyla pekiştiren neoliberal dönemde de aynı geleneğin farklı biçimlerde (küreselleşme karşıtı hareketlerde, çevre hareketlerinde, köylü hareketlerinde) sürdürüldüğünü görüyoruz. Toplum diye bir şeyin olmadığı, sadece bireylerin ve ailelerin var olduğu yolundaki (Margaret Thatcher!) neoliberal dönemin “markası” niteliğindeki perspektife karşı, topluluk değerlerini, yardımlaşmayı, dostluğu, dayanışmayı öne çıkaran bir gelenek bu.

Ama manifesto asıl, feminist geleneğe yaslanıyor. “Bakım” kavramı, feministlerin on dokuzuncu yüzyıldan beri üzerinde önemle durdukları bir kavram. Kadınların dünyayla ilişkilerini biçimlendiren bakım deneyiminin politikasını yapabilsek, bu deneyimi kadınlara özgü olmaktan çıkarıp bütün insan ilişkilerine, bütün kurumlara yayabilsek, dünya neye benzerdi? Feminizm sadece kadınların ezilmişliğine karşı çıkmak anlamına gelmez, biliyorsunuz, farklı bir toplum tahayyülünü de besler. Ki zaten kadınların ezilmişliğinin sona ermesi için dünyanın ve toplumun işleyişinin radikal biçimde değişmesi gerekir. Evin de.

Manifestonun ilk cümlesi, “İçinde yaşadığımız dünya, umursamazlığın hüküm sürdüğü bir dünyadır.” Biz bu umursamazlığı tanımıyor değiliz elbette, her koyunun kendi bacağından asıldığı türünden “bilgelikler” yabancımız değil. Bir yandan da, virüsün tetiklediği sosyal mesafe ve yalıtma, umursamazlığa yeni bir görünüm verdi, yeni bir hız kazandırdı. Neoliberal emek örgütlenmesinin her türlü dayanışmayı, güvenceyi, istikrarı devre dışı bırakma eğilimini güçlendirdi.

İşte manifesto, bütün bunları dikkate alarak ve sol/dayanışmacı ve feminist geleneklere yaslanarak, bakım odaklı politikanın, bakım odaklı ekonominin ve bakım odaklı devletin neye benzeyebileceğini tartışıyor. Bence bu tartışmanın dikkate değer noktalarından biri, refah devleti nostaljisi yapmayıp başka bir yol açmaya çalışması. İkincisi, politikayı içine hapsolduğu “temsil” probleminin dışına çıkarıp birlikte yaşamakla, “polis”le ilgili kök anlamına dönmesi. Üçüncüsü, insanlar arası ilişkinin şeylerle, insan dışı varlıklarla ve maddi dünyayla ilişkiden apayrı bir şeymiş gibi ele alınmaması- tersine, bunların zorunlu birlikteliğine dikkat çekmesi. Manifestonun tartışılmaya ve eleştiriye muhtaç yanları yok mu? Olmaz mı, tabii ki var. Ama tartışma ve eleştiriyi de “bakım”ın ve “özen”in birer parçası olarak düşünmeyi tercih ederim. Birbirimize kulak vermenin böyle bir özen ilişkisinin parçası olduğunu düşünmeyi.

Dünyanın ve toplumun işleyişinin radikal biçimde değişmekte olduğu, nefes almanın güçleştiği bir zamanda, buradan sağ çıkabilmek için birbirimize sahip çıkmamız şart. Manifestonun kullandığı “bakım” kavramının politik değil, ahlaki bir kavram olduğu, dolayısıyla politikanın kılavuzu haline getirilemeyeceği eleştirisi yapıldı. Ben yine feminist geleneği ve bu gelenek içindeki politikanın sınırlarına ilişkin tartışmayı hatırlatmak isterim.

Evi, özel hayatı politikleştirmişken, neden geri dönüp sağcıların göz hizasından konuşalım ki gerçekten?


Jung alıntısı için bkz: Bachelard, Gaston (1996:27) Mekânın Poetikası. Çev: Aykut Derman) Kesit Yayıncılık.

Irigaray, Luce (2008) Sharing the World: From Intimate to Global Relations. Continuum.

Young, Iris Marion (2006) Intersecting Voices / Dilemmas of Gender, Political Philosophy and Policy. Princeton University Press.