Tuncay Birkan’ın Metis’ten çıkan Sol: Evin Reddi (2021) kitabının sunuşu “Çok okuyan, az yaşayan bütün ergenler gibiydim ben de,” (s. 9) cümlesiyle başlıyor. İnsanları evlerine tıkarak beraberinde bir “yaşamasızlık” getiren 12 Eylül Darbesi’nin atmosferiyle başlıyoruz okumaya. Salgın günlerinden geçen, ikinci karantinanın pençesindeki bireyler olarak, o günlere ait, eve tıkılmanın getirdiği yaşam eksikliği hissinde yazarla kolaylıkla ortaklık kursak da, evin zihinsel tembellik mekânı olarak kavramsallaştırılması konusunda, yaşam eksikliği meselesinin aksine, yazarla hemhal olmak bugünkü politik bilinç çerçevesinde bana pek mümkün görünmüyor. “Ev derken içinde rahat ettiğimiz, ‘konfor’ hissi veren zihinsel alışkanlıkları[n], belli meseleler karşısında çok da düşünmeden otomatik olarak benimseyiverdiğimiz bakış tarzlarını[n]” (s. 15) anlaşılmasını doğru bulmuyorum. Basmakalıp bu algı, siyasal duruşumuzu belirlemede bize Sol’un olanaklarını yaşatacak esnek bir düzlem sunamaz.
Kitaba adını veren “Sol: Evin Reddi” yazısı ev ile vatanı özdeşleştiren sağcı görüşü tanıtarak başlıyor. Yazar yerli olmamakla, halkı tanımamak ve ondan kopuk düşünmekle suçlanan solcuların karşılaştığı evsizlik yaftasını reddetmeyerek, “solun evsizliği ve evrenselliği üzerinde ısrar eden” (s. 19) bir deneme sunacağını söylüyor bize. Böylece “ev-vatan-yerlilik” ile “evsizlik-evrensellik” gibi geleneksel karşıtlıklar üzerinden işleyecek bir örüntüyle karşılaşacağımızı, yazarın bu yapısallığı kırmak, sökmek veya bozmak çabasına girişmeyeceğini en başta öğreniyoruz.
Birkan ev tema’sını sağa teslim ederek, İsmet Özel’in Zor Zamanlarda Konuşmak kitabında sosyalist kimliği “evden kaçan oğul” diye nitelemesini (“oğul” ifadesine toplumsal cinsiyet okumasıyla şerh düşerek de olsa) âdeta hoş karşılamış durumdadır. Açmak gerekirse, yerlilik üzerine düşünenlerin özellikle uğradığı bir metafor olarak evin bizi biz kıldığını, somut bir mekân olmanın ötesinde yaratılan bir atmosfer olduğunu verdikten sonra, İsmet Özel’in yanı sıra Beşir Ayvazoğlu ve Ahmet Turan Alkan gibi sağcı-yerlici düşünürlerin evin bu “şiirsel-ontolojik” özelliklerini vatana ya da ülkeye atfettiğini belirten yazar, Turgut Uyar’dan alıntıladığı “Üşürdük biz, çok üşürdük, üşümekti bütün yaşadığımız/Üşürdü ellerimiz, aşkımız, sonsuz uzun sakallarımız” dizeleriyle, mecazen sokakta kalıp üşümek üzerinden evden atılmayı, kovulmayı veya kaçmayı üstlenir gibidir. Nitekim sağcıların bu toprakların değerleri olarak saydığı “otoriteye: Babaya, devlete, Allah’a” saygıda kusur eden bir solcu olarak, evi vatanla değil ama zihinsel çevikliği kıran tembellikle özdeşleştirerek reddetmesi buna işarettir. Oysa bu ikiliğin içinden çıkmanın bir yolu da, bugün anladığım kadarıyla, seni evden kovmaya çalışana, “sen kimi kimin evinden kovuyorsun” diye haykırmak, veyahut seni evden kaçmakla suçlayana, evden kaçış yok manasında, “Kaçtığın yer de ev(in)dir,” demek olabilir. Çünkü Tezer Özlü gibi, “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi,” dediğimiz zaman evsizliğimiz bizi zihinsel olarak özgürleştirmek yerine, bilakis hapsediyor. Evi şiirselleştirerek silah gibi kullananlara karşı, bu şiirselliği kabul etmek neden?
Birkan “Dönüş Soldan” altbaşlığında, eskiden sosyalist/komünist olan müminlerin İslâm’ı kabul etmeyi hanehalkına katılış gibi anlattığına değiniyor. “Eskiden komünistken sonradan saf değiştirip nedamet getirenlerin itiraflarının toplandığı bir kitap olan İflas Eden Tanrı ve yazarları hakkında” (s. 25) Edward Said’in “Bir entelektüel olduğun halde niçin [siyasi] bir Tanrı’ya inandın ki zaten?” şeklinde sorduğu soruyu değiştirerek sormak istiyorum: “Bir entelektüel olduğunuz halde niçin Sol’u evin reddiyle ilişkilendirdiniz ki?” “Solun çok güçlü bir cemaat kimliği sunduğu” bir dönem olan 1970’lerde evsiz hissetmeyip sonradan eve dönüş tema’sına konforla yerleşenlere binaen, evin zaten tekinsiz bir mekânsallık barındırdığını söylemek yerine, Sol’daki cemaat kimliğinin aşındığı yıllarda İslâm’a geçmeleri üzerinden eve sarıldıkları için onları yanlışlamak, bu kimselerin eve atfettiği şiirsel-ontolojik özellikleri reddetmek değil, kabul etmektir. Yazarın ülke, vatan, memleket, millet diye bir şey olmadığını, çünkü bunların durağan birer şey değil, öznelerin muhayyilesinde kurulan birer topluluk biçimi olduğunu savunması üzerine, söz konusu dinamizmi eve neden atfetmediği meçhuldür. Verili kabul edilen bu kavramsallaştırmaya karşı okur, ev de tıpkı böyle değil midir, diye sorma ihtiyacı duyar. Bu minvalde, evi durağanlıkla malul kılarak onu sözde kristalize etmek, ama aslında gerçekliği meçhul bir fikre hapsetmek, belirli olumsuz çağrışımlarla yükleyip reddetmek sağcılarla göz hizasından konuşmaktan başka ne anlama geliyor? Nitekim yazarın evi sahiplenen sağa karşı, tabiri caizse çizgi filmlerdeki gibi anahtarı yutması sağı eve tıkma işlevini değil (ki sağ zaten kapı bekçiliği yapmaktan çok memnun), kendini kapı dışında bırakma işlevini görüyor. Bu durum, bana kalırsa, “Çokkültürcülük ya da Çokuluslu Kapitalizmin Kültürel Mantığı” yazısıyla yazarın atıfta bulunduğu Zizek’in “aşırı özdeşleşme” dediği psikanalitik terimin tersiyle, tersten aşırı özdeşleşmeyle açıklanabilir. Sosyalist veya ahlâki bir bakış açısıyla eve yüklenen çağrışımları reddetmek yerine, onu bu çağrışımlarla tıkabasa doldurmak ve bundan ibaret sayarak tüm ev kategorisini reddetmek. Halbuki evi reddetmek ontolojik güvenliği reddetmek (veya ontolojik güvensizliğe yelken açmak) olmadığı gibi, evi kabul etmek de illa güven veya güvensizlik getirmez. Aslında Birkan burada varmak istediğim ayrımı yerlilik kavramını irdelerken çok güzel açıklamıştır: “Herhangi bir ‘Sosyolojiye Giriş’ kitabından da öğrenebileceğimiz gibi, ‘yerliler’ aralarında birçok ortaklık olduğu halde, birbirleriyle sürekli kavga da ederler, birileri sürekli dayak yer, bazıları kendisinin de dayak atacağı birilerinin olmasıyla avuntu bulurken, bazıları bunu ‘alınyazısı’ sayar; az sayıdaki bazılarıysa hayalcidir, kimsenin kimseyi dövmeyeceği, en azından dövemeyeceği bir ülke, hatta bir dünya hayal eder” (s. 29). Ev de tam olarak böyle bir yer değil midir? Öyleyse evi reddetmek yerine, evrenselliğin küçük bir havzası olarak yeniden kuramaz mıyız?
Sonuç olarak, evin, nimetlerini bizi dışarıya kapatmak pahasına sunduğunu, “başka evlere ve evsizlere, sokağa, dünyaya kapatarak, onlardan korkmaya alıştırarak” (s. 34) güvenlik sağladığını öne süren Birkan, evi iki boyuttan ibaret saymak hatasına düşer. Oysa evin ne gerçekte ne de mecazen güvenlik sağlama yükümlülüğü üstlendiğini, üstelik eve güven(lik) atfedenleri de yeri gelip acı imtihanlardan geçirebildiğini hiç değilse feminist bilincimiz bize hatırlatır. Bu nedenle onu dilde ve zihinde sokakla karşıtlık üzerinden yerleştirerek Sağ’la özdeşleştirmek, durağanlığa hapsetmek demektir. Sokaklar bizim olduğu kadar bacasından duman tüten evler de bizimdir.