Geçen yazımda Sianne Ngai’ın “numara” kavramından ve bu kavramın geç dönem kapitalizmle ilişkisinden bahsetmiştim.[1] Ngai’a göre mesela Google Glass gibi “numaralar” bir yandan sarfedilmesi gereken emeği azalttığını iddia ederek, bir yandan da ürettiği değeri abartarak insanı kandırır. Bu kandırmacayla “numara” geç dönem kapitalizmin hem en “başarılı” estetik kategorisi olma niteliği taşır, hem de kapitalizmin yapısal zaaflarını faş eder. Zira kapitalizmin kendisi de bir yandan toplumsal hayatın mecburi emek üzerinden organize edilmediği bir dünyaya dair sözler verirken bir yandan da emeğin (ve emek sömürüsünün) merkezde olduğu bir dünyayı yeniden üretmeye devam eder.
Ngai’ın anladığı şekliyle “numara” gerekli emeği azaltır gibi yapıp azaltmamanın, değer üretiyor gibi görünüp üretmemenin bir adıysa, Silvia Federici’nin Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim kitabından bahsettiği şekliyle “büyü” olgusu da, “numara”nun vaatlerini tutan, “çalışan” ve işe yarayan bir versiyonu gibidir. Federici’ye göre büyü de “numara” gibi emek ile değer arasındaki ilişkiyi merkezine alan bir olgudur, ama “numara”nın aksine büyü, modernitenin daha erken dönemlerine aittir ve kapitalizmin rasyonel aklının savaş açtığı bir olgudur. Büyünün kapitalizm için tehdit unsuru olmasının nedeni büyünün (yine “numara”nın aksine) tam da işe yarıyor, çalışıyor, vaatlerini yerine getiriyor olduğuna dair inançtır. Bir şeyin “iyi bir numara” ya da “ucuz bir numara” olduğunu söylemek, zaten numaranın öne sürdüğü iddia ile gerçeklik arasında bir boşluk olduğunu, ortada bir kandıran ve kandırılan olduğunu ima etmektir. Ne var ki kısmetini açmak, kem gözlerden sakınmak, haneye bereket getirmek için büyü yapan ve yaptıranlar, büyünün vaat ettiklerini gerçekleştireceğin kani oldukları için büyü yapar/yaptırırlar.
Federici kapitalizmin büyünün yok edilmesi yönündeki gayretlerini birkaç temel gerekçe üzerinden inceler: kapitalizmin sistematikleştirilemeyen ve bu nedenle düzenli bir biçimde sömürülemeyen güçlere mesafeli duruşu, büyünün üretim süreçlerinin akılcılaştırılmasına mani oluşu ve bireysel sorumluluk ilkesini ihlal etmesi, ama bunların da ötesinde, temel olarak büyünün bir tür çalışma reddiyesi olması, emek sarf etmeden değer üretilmesini, sonuç elde edilmesini bir bakıma mümkün kılması—ya da mümkün olduğunu düşündürmesi.
Kapitalizm öncesi evrede ve kapitalizmin erken dönemlerinde cadıların, kocakarıların, hurafelerin alanı olan (günümüzde de aynı minvalde mevcudiyetini sürdüren) büyü ile geç kapitalizmde paslanmaz çelikten muz dilimleyicilerden kripto paraya uzanan bir ürün yelpazesini imleyen “numara”nın bu denli benzeşmeleri insana dair evrensel bir şey söylüyor gibidir: her daim ufukta olan bir emeksiz değer düşü; işten, angaryadan kurtulma hayali.
Emeğin nasıl kavramsallaştırılacağı sadece sol için değil, siyasetten felsefeye geniş bir fikir sahası için çetrefilli bir mevzu elbette. Burada kısacık bir yazıda karanlık odada fili kuyruğundan tutup “fil ince bir sicimdir” demenin de, tekerleği baştan icat etmenin de manası yok. Ama emek, hem “numara” fikrinin hem de büyü fikrinin işaret ettiği şekilde asgariye indirilmesi, tümden ortadan kaldırılması gerekliliği herkesçe mutabık olunmuş bir alan da değil hala. Kapitalizmin durmadan bir üretkenlik ve verimlilik çerçevesi dayattığı gündelik hayatın içinde, “emek” kavramını emek gücünü sattığımız ve “başkaları” için, ne pahasına olursa olsun çalışmak zorunda kaldığımız bir kavrayışın dışında düşünmek gitgide zorlaşıyor. Bu konuda solun kendi kaynakları yetersiz değil illa: Yabancılaşmamış emek Marx’ın devrim sonrası hayatında da yer tutmakta; solun başka kanatlarından William Morris gibi isimler de işçinin kendi üretim süreçleri üzerinde söz sahibi olmasının, insanın ürettikleriyle kendini ifade etmesinin, üretimden keyif almasının önemini hem düşüncelerinin hem de edimlerinin merkezine koymuşlar. Ama tabii, burada bile durmadan “kendi işinin patronu olmak,” “girişimcilik ve inovasyon,” “hobini mesleğe dönüştürmek,” “tutkulu olduğun alanda çalışmak” türü mesajlarla çevrili olduğumuz bir iklimde sapla sapanı ayırmak, üretim süreçlerinde aktif rol almanın kişinin kendi emeğini (ya da başkalarınınki) daha etkin bir biçimde sömürmesinden farklı bir düzlemde düşünmek epey zor. Tüm bunları teslim ederek, yazıyı bu emeksiz hayat düşlerinin mahal verdiği iki soru kümesiyle bitireyim:
Birincisi: Kapitalizm sömürür. Tamam, bu cepte. Ve pandemiyle birlikte tekrar biraz daha görünür oldu ki, kapitalizm işçilerin refahını, sağlığını, can güvenliğini hiçe sayarak, sömürebildiği kadar sömürür. Gitgide güvencesizleşen işlerde, çoğu zaman canı pahasına çalışan ve ürettiği artıdeğerden koşullar ne olursa olsun payına düşen her zaman asgaride kalan bir insanın çalışmak istememesi, işini üstünkörü yapmasından doğal bir şey olamaz. Ama gündelik, toplumsal ilişkilerde emek ve emeğin ürünleriyle karşılaşmamız bir tek sermaye-emek sömürüsü ekseninde olmuyor. Ya da başka bir deyişle, hayatın emekle kurulması gerekliği kapitalizmin tekelinde değil. Yarın bir gün sosyalist bir düzen kurulduğunda da, çocuklar okula gidecekler, tarım yapılacak, barınaklar inşa edilecek, hastalanıp şifa arayacağız. Böyle olunca da, o sosyalist düzen kurulmadan önceki, şu an içinde yaşadığımız hayat zarfında emekle başka türlü bir ilişki kurmaya çalışmak, hem kendi emeğimize hem başkalarının emeğine daha büyük bir saygı duyup ondan daha yüksek beklentiler içinde olmak beyhude bir çaba mı? Toplumsal hayatın pek çok yerine sirayet etmiş emeğin ciddiyetsiz, özensizliği, baştan savmalığını tüm bu emek sömürü düzeninden ayrı düşünmek, ayrıca düzeltmeye çalışmak bize bir şey kazandırır mı, yoksa dönüp dolaşıp varacağımız yer Viktoryen bir iş ahlakı paradigması mı olur?
İkinci soru: Yarın bir gün sosyalist bir düzen kurulduğunda da, insanlar barınak inşa etmeye, hastalar bakılmaya, hayvanlar doğum yapmaya, çocuklar okuma yazma öğrenmeye devam edecekler dedik. Peki emeğin gerekliliğine yönelik bu inancın kendisi mecburiyetten doğan bir emek güzellemesi mi? Yani Aaron Bastani’nin yeni kitabında (Fully Automated Luxury Communism) öne sürdüğü gibi tam otomatik lüks komünizmi aslında mümkün de, çocuklara okuma yazmanın robotlarla öğretildiği, hastalarla makinelerin ilgilendiği bir gelecek fikrinin cazip gelmemesi bir tür hayalgücü yoksunluğu ve muhafazakarlıktan ötesi değil mi? Ya da daha farklı söyleyecek olursak hobi olarak örgü ören, ekmek yapanlar, geçmişte kalmış daha basit bir hayat nostaljisiyle kendilerini mi avutuyorlar, yoksa insanın ve emeğin doğasına dair, otomasyon düşlerinin gözden kaçırdığı bir şeyleri—adını koymadan da—olsa tespit mi ediyorlar?
[1] https://birikimdergisi.com/haftalik/10465/bir-ihtimal-daha-var-azizler-ve-ise-yarar-bir-seyde-otenazi