Bir İhtimal Daha Var: Azizler ve İşe Yarar Bir Şey’de Ötenazi
Sezen Ünlüönen

(Bu yazı Azizler ve İşe Yarar Bir Şey filmlerinden, seyretmeden önce haberdar olmak istemeyebileceğiniz detaylar içerir.)

Netflix’in son dönem işlerinden Azizler, filme adını veren Aziz’in ayrıldığı sevgilisinin “Hiç çıkarmayacağım dedin. O kolye nerede?” lafında mecazen değil bilfiil takılı kaldığı, ölü bir karakterin (Kamuran) vesikalık resminden diğer karakterlerle konuşmaya devam ettiği gerçeküstü bir evrende geçer. Filmin ikinci yarısında ise tonal olarak filmin ilk yarısına hakim olan fantastik kara mizahtan ayrılan  bir sahne bekler bizi. On senelik bir geriye dönüşle o esnada hala hayatta olan, ama güçlükle nefes alan, kemoterapiden saçları dökülmüş bir Kamuran’ı, ömrünün son demlerinde kocasına yalvarırken görürüz: “Erbil, öldür beni kara gözlüm.” Sahnenin devamında kocası isteğini geri çevirince bir bahane uydurup Erbil’i gönderir evden Kamuran, sonra yerde sürüne sürüne mutfağa gider ve masada bırakılmış ilacı içerek intihar eder. Biz izleyiciler de, Aziz karakteri yalnızlığın o kadar da matah bir şey olmadığını öğrensin de, filmin başında ayrıldığı kız arkadaşına dönsün diye, bu can çekişen hasta kadının “öldür beni” diye yalvarmasını, yerlerde sürünmesini uzun uzun seyretmiş oluruz. Ötenazi, filmde ne bir mizah ya da gerçeküstülük unsuru olacak kadar hafiflikte ele alınır, ne de konunun herhangi bir şekilde hakkının verilmesine olanak tanıyacak derinlikte. Sosyal medyadan para kazanmak için bir yandan “çocuk etkileniyor kavgalarımızdan, ben de çok üzülüyorum” deyip bir yandan da çekecekleri videolar için özel efektlerle birbirlerine “ağız burun girmenin,” birbirlerini camdan atmış gibi gözükmenin yollarını arayan karı kocaların; uzman doktor tarafından teşhis edilmiş “maalesef denyo”luk hastalığına yakalanan Caner’lerin yanında Kamuran, Kamuran’ın ötenazi talebi ve intiharı bir şaka olmak için fazla ağır, bir gerçek insan tablosu olmak içinse fazla yüzeysel ele alınmış bir şekilde asılı kalır.

Azizler’de ele alındığı şekliyle ötenazi, esasında tam da Amerikalı düşünür Sianne Ngai’in yeni kitabında (Theory of the Gimmick) konu edindiği  “numara” (gimmick) kategorisini örnekler. Ngai’a göre “numara” bir alet, bir davranış ya da bir sanat eseri olabilir: Ngai’ın “numara”ya verdiği örnekler arasında Google Glass ve Helen DeWitt’in Lightning Rods romanı var mesela. Önemli olan, “numara”nın aldığı biçim değil, günümüz dünyasında “bu da iyi numaraymış ha” ya da “bunlar ucuz numaralar” laflarında olduğu gibi bir şeyi “numara” olarak nitelendirmenin emek ve değer ile ilgili bir yargıda bulunmak anlamına gelmesidir. “Numara”nın kendisi, gerekli emeği azaltmak, vakit “kazandırmak” ve bu şekilde bir değer yaratmakla ilgili, altını dolduramadığı sözler veren bir olgu olarak görülür. Google Glass, Google’ın son “numara”sıdır çünkü, o dev pazarlama kampanyalarına rağmen hala çoğu insan için ne tür bir amaca hizmet edeceği, ne fayda sağlayacağı açık değildir: numara aynı anda hem (bizi gerekliliğine ve faydasına ikna etmek için) haddinden fazla, hem de (gerçek bir işe yaramadığı için) ihtiyacın altında çalışır. Azizler ’in ötenazisi de bir yandan derin bir mevzu ele alınıyormuş (ölüm kalım!) gibi yaparken bir yandan ele aldığı mevzuyla hakkaniyetli bir yüzleşmeden geri durur. Kamuran yerde sürünür, sürünür, sürünür, ama sonuç “işte görüyor musun, yalnızlık Allah’a mahsus, sen yine eski sevgiline dön” olur.

Azizler bu açıdan sınıfta kalıyor, ama Pelin Esmer yönetimindeki İşe Yarar Bir Şey ötenazi konusunu çok daha ciddiyet ve ustalıkla ele alıyor. Azizler’de ötenazi bir “numara”dan fazlası değilse, Esmer’in eserinde filme adını veren “işe yarar şey” zaten tanım olarak “numara”nın tam zıddıdır: numara bir iş yapar gibi görünüp yapmamanın, emek sarf eder gibi görünüp boşa kürek çekmenin adıysa, işe yaramak da bunun tam karşısında yer alır elbette. İşe Yarar Bir Şey, altı sene önce bir kaza geçirip boyunda aşağısı felç kalmış ve ölmek isteyen İzmirli mühendis Yavuz, Yavuz’un dileğini gerçekleştirmek için Ankara’dan trene binip yola koyulan genç hemşire Canan ve Canan’ın trende tanıştığı avukat/şair Leyla’yı konu alır. Film boyunca bu işe yarar şeyin ne olduğu, birkaç kere karşımıza açık bir sorun olarak konur. İlkinde Yavuz, enjeksiyonu gerçekleştireceği esnada Canan’ı yalnız bırakmamak için evine gelen Leyla’ya sorar:

“Siz mi istediniz avukat olmayı, yoksa aileniz mi?”

“Ben. İşe yarar bir şey yapmak istedim.”

“Şiir yazmak yeterince işe yarar bir şey değil mi?”

Aynı gün, şiirden, edebiyattan, işe yarar şeylerden bahsettikleri sohbetin sonunda Leyla “Sohbet tatlı, insanın gidesi gelmiyor valla” deyip ekler “Yarın yine gelelim mi?” Şiirlerini, röportajlarını handiyse ezbere bildiği bir şairle tanışıp sohbet etmekten o ana kadar keyif alan Yavuz duraklar: “Bugün yetmedi, yarın da işe yarar bir şey yapmak istiyorsunuz, öyle mi?”

Bu iki duruma belki, para karşılığı Yavuz’un hayatına son verecek iğneyi yapmayı kabul eden Canan’ın bu kararını Yavuz’a iyilik yapmak istemesiyle açıklamasını da ekleyebiliriz. Yani burada işe yaramanın doğası, avukatlık olmakla şiir yazmak, Yavuz’un bir gün daha yaşamasına vesile olmakla arzuladığı ölüme ulaşmasına yardımcı olmak arasında gerilimde tutulan, sorgulanan şeyin ta kendisidir. Ve “numara” gibi, insanın vaktini, emeğini nasıl kullandığıyla, “değer”in ne şekilde üretildiği ile doğrudan bağlantılıdır. Yani İşe Yarar Bir Şey’de ötenazi, başka bir karakterin yaşam yolculuğuna meze edilmiş bir numara değil, bilakis anlamlı ve yaşanmaya değer bir hayatın ne olduğu sorusunu sormanın bir yoludur.[1]

İşe yarar bir şeyin ne olduğunu, şiir yazmanın bir işe yarayıp yaramadığını düşünürken Auden’ın, şair Yeats’i konu alan şiirinde geçen “poetry makes nothing happen” (şiir hiçbir şeyi oldurmaz) ifadesini anmamak imkansız—bilhassa, şair Leyla’nın filmde olmasını mümkün kıldığı, oldurduğu şeyleri düşünürken. [2]  Leyla, ölmeye kararlı Yavuz’un karşısına çıktığında, Yavuz sevdiği bir şairle tanışmanın, onunla edebiyattan sohbet edebilmenin coşkusuyla, ölümünü bir gün daha ertelemeye karar verir. Böylece hikayeler anlatarak hayatta kalan bir Şehrazat gibi, Leyla da Yavuz’u edebiyatla hayatta tutmuş olur.

Ama filmin sanatın gücüyle ilgili sözleri oldukça mütevazı esasında. Zira ertesi gün, daha ertesi günler devam edecek sohbetlerle yeniden hayata bağlanmaz Yavuz; ikinci günün sonunda, Canan ile Leyla Ankara’ya dönmek üzere yola koyulmuşlarken sakince gözlerini yumar hayata. Bu sayede tekrar en baştaki soruya döneriz: Yavuz eninde sonunda ölmeyi seçecektiyse, Leyla Yavuz’un hayatını bir gün daha uzatmak suretiyle işe yarar bir şey yapmış oldu mu? Ama elbette sorunun bu formu sadece yatağa mahkum bir insanın çektiği acılara son vermek için ölmeyi seçmesiyle değil, yaşamın ta kendisiyle ilintilidir—hepimiz eninde sonunda öleceksek, şunu ya da bunu yapmış olmanın, vaktini öyle değil de böyle geçirmenin daha değerli olması diye bir şey söz konusu olabilir mi? Leyla bir noktada Yavuz’u ölümden vazgeçirmek için Cortazar’ın “Bir Sarı Çiçek” öyküsünden bahis açar. Bu dünyayı bırakıp gitmek demek, bir daha asla sarı bir çiçeğe bakmamak, o çiçeği deneyimleyememek demektir.  Yavuz ikna olmaz—sonunda hepimiz öleceksek bir gün, o ana dek yirmi sarı çiçek görmüş olmakla otuz sarı çiçek  görmüş olmak arasında anlamlı bir fark var mıdır gerçekten? Yahut insanın tamam, benim gördüğüm sarı çiçek bana yetti demesi mümkün mü? Bir başka deyişle, sarı çiçekten ayrılıyor olmak bir sorun ise, sadece yatalak ve ölmek isteyen bir adam için değil, hepimiz için bir sorundur.

Bu konuşmanın hemen üstüne söze katılan Canan insanların ölümle başa çıkmak için yaptıklarını sıralar: “insanlar çalışıyor, çocuk yapıyor, yaşıyorlar işte.” Ne var ki film, hayatın manalandırılması, işe yarar bir şey olarak görülmesi için gerekli sayılan bu işlerin çoğuna da mesafelidir. Leyla’nın mezuniyet yemeği bu bel bağlananların da nasıl insanı yarı yolda bırakıverebileceğinin örneklerinin bir geçidi gibidir—işlerden ayrılır insanlar, evlilikler biter, çocuklar hastalanır, fıkır fıkır Münevver teyzenin artık düzenli olarak sondasını değiştirmek gerekir.

Tüm bunlara rağmen yine de karamsar bir film değil bence İşe Yarar Bir Şey. Ve bunun başlıca nedeni, üretildiği mecrayla kurduğu kinik olmayan (yani “numara”lara yaslanmayan ya da kendini bir “numara” olarak görmeyen), samimi ilişki. Azizler’de, bir filmi mümkün kılan en temel unsur olan izlemek, başkasının mahremine duyulan, röntgenciliği andırır (ya da Aziz’in patronunda olduğu gibi düpedüz röntgenci) bir ilgiden doğar temel olarak. İzlenmeye meraklı kişiler de ilgi budalalarıdır. Ama İşe Yarar Bir Şey’in işe yarar şeyi, ne kariyer, şan şöhret, para, ne siyaset (elini sıkmamak için fellik fellik kaçtıkları milletvekilini hatırlayın), ne de aile ya da çocuklar, bilakis bazen eline bir poşet bisküvi tutuşturulmuş bir genç kızın mahcubiyetini, bazen tavanda oynaşan gölgelerden balkona konan kargayı sezmeyi mümkün kılan bir merak ve izleme terbiyesidir. İşe Yarar Bir Şey’de izlemek, saldırgan ya da benmerkezci değil, dostane ve dünyaya dönüktür. Leyla’nın Canan’a kol kanat germesini mümkün kılan, Yavuz’la dostluk etmesini sağlayan şey bakmayı ve görmeyi bilmesidir. Film boyunca bahsi geçen filmlerin, romanların, şiirlerin kıymeti, yaradığı iş budur; insanın daha çok bakmasını, daha iyi görmesini sağlayan, insana bunu öğreten şeydir sanat. Bu her şey değildir, her derde deva da değildir, ama işe yarar bir şeydir. Böylece İşe Yarar Bir Şey sayesinde film mecrasının standart bir metaforu haline gelmiş bir tren yolculuğu esnasında, mükemmel bir görüntü yönetimiyle durmadan pencereden bakan ve o pencerelerde kah kendi aksini kah dünyayı seyreden bir Leyla’yla beraber biz de kah kendi hayatımızı, kah dünyayı izlemiş, bu sayede hem kendimizi hem hayatı bir parça da olsa daha iyi anlamış oluruz. Eninde sonunda bu dünya bir penceredir, her gelen bakar gider ama filmin sonunda Yavuz’un da dediği gibi “yemekli vagon da hakikaten güzeldir, pencereleri sanki daha geniştir onun.”


[1] Bu sorunun gündeme getirilmesi için ötenazinin kullanılması da bir çeşit araçsallaştırma olarak görülebilir elbette. Abbas Bozkurt,  filmi konu alan yazısında Leyla için “Sanki yalnızca tren yolculuğu hakiki, yol boyunca karşılaşacağı karakterler ise onun hayal gücünün ürünü kurmaca varlıklar” demiş.[1] Bu okumayı destekler bir sahne, Leyla’nın gittiği lise mezuniyet yemeğinde yaşanır. Masadaki adamlardan bir tanesi, boşanma sonrası oğlunun kendisine yatalak bir hayali arkadaş uydurduğundan yakınır; görüştüğü psikoloğa göre oğlunu bırakıp gidemesin diye sakattır bu hayali arkadaş. Yandan biri lafa karışır: “Senin oğlan büyüyünce sanatçı olacak galiba.” Şair Leyla da yirmi beş yıl sonra arkadaşlarıyla karşılaşmadan önce bir hayat muhasebesine tutuşur, bu muhasebeyi kolaylaştırmak için de yatalak bir adam uydurmuştur, yani Yavuz Leyla’nın hayalgücünün bir ürünüdür. Bu okumanın bence en büyük eksiği, filmin sonunda Yavuz’un kendi istediği şekilde ölmesi, yani “kendisini bırakıp gidemesin diye yatalak etmiş” birisi vardıysa da, onu bırakıp gitmek suretiyle ipleri eline alması ve bu isteğe nanik yapmasıdır.

[2] Tabii bir de filmin senaristlerinden Barış Bıçakçı’yı, Bıçakçı’nın şair kimliğini, Tarihi Kırıntılar’da da gördüğümüz şairliğe olan ilgisini anmak gerekir.