Aksu Bora’nın “Oğulluktan Sessizce Çekilmek” yazısının sonunda sorduğu soruyla başlayayım ben de:
“Sembolik babalar, popülizm, otoriter liderler hakkında konuşup duruyoruz; Selim Aydın’lar hakkında söyleyecek bir şeyimiz yok mu peki? Toplumların “baba” ihtiyacı içinde olabildiklerine ikna oluyoruz da erkeklerin babalarından kurtulma arzuları bizi neden bu kadar az ilgilendiriyor, bu arzuyu bireysel bir mesele mi sanıyoruz? “Oğulluktan sessizce çekilmeyi bilmek” üzerine düşünmek için şair mi olmak lazım?”
Bu iki mesele, yani baba ihtiyacı/hasreti ve “erkeklerin babalarından kurtulma arzuları” (eğer yanılmıyorsak ve bunlar konuştuğumuz ölçüde hakiki ve yaygın meseleler olarak, yani farklı toplumsal/politik, ruhsal, kültürel görüngüler olarak fiilen mevcut iseler) belki de zaten aynı şeydir. Herşeyden önce çünkü, kendimizi güvende/emniyette hissetmek isteriz. Çevrenin/bakım veren kişinin/annenin mevcudiyeti, sürekliliği, tutarlılığı ve aynılığından köken alan temel güven duygusuyla başlamak, böylece emin bir biçimde yerleşmek isteriz dünyaya. Seviliyorum, varlığım tanınıyor ve onaylanıyor duygusu ve inancıyla. Ancak bundan sonradır ki, yani yerleştiğim zeminden, beni o yerime rapteden bağ, ilişki ve referanslardan eminsem kendi özerk varoluşumu kurmaya yönelirim. Bu, öteki karşısında bariz bir olumsuzluk ve reddediş tavrıyla birlikte ilerleyen bir süreçtir. Annenin ya da başka bir yetişkinin yardım ve desteklerini inatçı bir tavırla geri çevirir, reddeder, örneğin kendi kendimizi beslemeye ya da temizlemeye çalışırız. Ötekinden gelen emir, öneri ve teklifleri de kabul etmeyiz. Demek, anneyle ikili ilişkiden çıkarak uzaklaşmaya, dünyaya açılmaya ancak öncesinde yeterli bir güven/emniyet duygusuna sahip olmuşsak başlarız. Söz konusu güven/emniyet duygusundan mahrum kaldığımızda, içimizde o güvenlik bariyeri tamamlanmadığında, sonraki hayatımızda ve ilişkilerimizde mütemadiyen o güvenlik duygusunu -üstelik ilk haliyle, yani imkansız ve beyhude bir çabayla- var etmek için didinir dururuz. Babadan, babalıktan, babalık işlevinden söz açtığımızda bunu sadece oğullara mahsus bir şey gibi düşünme ve kız çocuklarını doğrudan dışta bırakma alışkanlığımızın da ayrıca çarpıcı ve çok yönlü bir mesele olduğunu not etmiş olayım.
“Baba sorunsalı”nı düşüneceğimiz çerçevedir bu. İç dünyalarımızda sağlam ve güçlü bir baba figürü yerleştikten, böylece başlangıçtaki o güven ve emniyet duygusuna nihai anlamını veren jest tamamına erdikten sonradır ki kendimizden emin bir biçimde babadan da kopmayı, babayla çatışmayı göze alabilir, buna girişebiliriz.
***
Bana öyle geliyor ki, günümüzde baba ihtiyacı/arayışı/hasreti olarak adlandırdığımız, çeşitli düzeylerde ve biçimlerde etkileri/sonuçları olan fenomen daha derinde yatan ve daha kapsamlı bir şeyin semptomu sanki. Bunun için önce sorunun içimizdeki köklerine bakalım.
Ensest yasağı yasası, yani çocuğu anneden ayıran yasa iç dünyalarımıza/ruhlarımıza babanın simgesel üçüncü konum/işlev/fail olarak ortaya çıkışı sayesinde kaydolur. Sadece bu da değil. Söz konusu anne-çocuk ikili ilişkisi, çocuğa ya tam bir kaynaşma, benlik sınırlarının ortadan kalkması ve ötekinde tümden erime ya da tam diğer uçta radikal bir yadsıma ve yok sayma seçenekleri sunar. Dolayısıyla herşeyin her an mümkün olduğu, her iki tarafı da mevcut imgesel konumlarına sabitleyen, herhangi bir aralığa, boşluğa, eksikliğin ortaya çıkmasına izin vermeyen bir ilişkidir bu. Demek ki, esasında hiçbir şeyin mümkün olmadığı, gelişmeye, ileriye doğru harekete müsaade etmeyen, bizi arzulu bir varlık olarak ortaya çıkmaktan alıkoyan bir ilişki. Şu halde ayrılık/ayrılma, varlığı mümkün kılan bu kurucu edim “..hem öznenin hem de Ötekinin birlikte dışlandığı bir durumu ima eder. Bu yüzden öznenin varlığı, bir anlamda “dışarıdan”, özneden ve Ötekiden başka bir şeyden, kesinlikle ikisi de olmayan bir şeyden gelmelidir.”[1]
Aynı bağlamda Fink, Lacan’dan şu pasajı aktarır:
“Kaygıyı (anxiety) provoke eden nedir? İnsanların söylediklerinin aksine, bu, annenin varlık-yokluklarının ne birbirini izlemesi ne de oradaki ritimdir. Çocuğun varlık-yokluk oyunlarını tekrarlamaktan duyduğu memnuniyet bunun kanıtıdır: varlığın/mevcudiyetin sağladığı güvence yokluğun ihtimaline sıkı sıkıya bağlıdır. Çocuk için en kaygı doğurucu şey, sayesinde varolduğu ilişkinin -onu arzulu biri yapan eksiklik temelinde- en kafa karıştıcı/rahatsız edici olduğu zamandır: eksiklik ihtimalinin ortadan kalktığı, annenin mütemadiyen tam arkasında olduğu zaman.”
Daha önce de çeşitli biçimlerde ifade etmiştim: Anneyi tümüyle kendi için/kendine isteyen, demek annenin herşeyi olmak isteyen çocuk eninde sonunda bunun imkansızlığıyla yüzleşmek zorunda kalır. Annenin geliş ve gidişlerinin, tekrarlayan yokluklarının çocuğa gösterdiği şey, annenin arzusunun kendisiyle sınırlı olmadığıdır. Dahası, tüm o varlık/yokluk dizisi öngörülemez olduğundan annenin arzusunda muamma yüklü ve tehdit edici bir şey vardır. Çocuğu çaresiz bırakan bir şey. Çünkü, bilinmesi ve kestirilmesi mümkün olmayan bir sürü nedenle mevcudiyeti kesintiye uğrayan birine bağımlı olmak, bu muammanın ortasında kalmış olmak yeterince ürkütücü ve tekinsiz bir durumdur. Burası aynı zamanda, çocuk açısından (ama göreceğimiz üzere anne açısından da) babanın üçüncü fail/konum/taraf olarak sahneye dahil olduğu momenttir. Buradan devam etmek üzere.
[1] B.Fink, The Lacanian Subject, Princeton Uni. Press, 1995, s. 53 (Türkçe çevirisi: Lacancı Özne, Çev: Kemal Güleç, Encore yayınları, 2020)