Latife Tekin’in romanında, Manves City’de Ersel söylüyordu bunu: “Yuvası dağılanın, yurdu genişlermiş.” Yuva ile yurdun, birbirinden o kadar da bağımsız olmadığına dair çok şey söylüyor tabii. Yani aradaki o bir tür simbiyoz ilişkisine. Ama bir yandan da yuvanın ve yurdun dağılma ihtimalini de içeriyor. Çünkü ne yuva, ne yurt kurulduğu yerin sabiti, değişmezi. Değişiyor, dönüşüyor, siyasallaşıyor, yüksek politika ile kişisel hikayemiz arasındaki o siyasal hattın tam üzerinde bir yerlerde belki de sallanıyor. Bunu soruya dönüştüren, Nurdan Gürbilek’ti: “Evi dağılanın, yurdu genişler mi?” Cümlenin içinde bir kayıp olduğunun idrakiydi bu soru, çünkü ortada bir dağılan ev vardı ve ev dağıldığında, yurdun sınırlarına ne olduğu kadar, kadınların yurduna ne olduğu da bir başka soruydu. Soruya çevirdiği cümleyi, tersine çevirerek soruyorum sanırım: Peki, yurdu dağılanın evi genişler mi?
Bu fotoğraf, belki biraz da bununla ilgili. Bir yurt dağıldığında, kadınlara ne olduğunun sorusu belki ilk kez sorulmuyor ama kadınların fotoğraflarının nasıl kaybolduğu, şehirden nasıl silindiği, Afganistan’da kadınların bir yerden diğerine nasıl sürüklendiği bu fotoğrafta duruyor. Afgan kadın fotoğrafçı Fatimah Hossaini’nin söylediği bir şey: “Şu an yurdun her bir küçük parçasından, kendimizi siliyoruz.” Bu fotoğraf, o silmenin sahiden silmek olduğunu anlatıyor biraz da, aynı Susan Sontag’ın başkalarının acısına bakmak dediği şeyin, sahiden acı veren bir eyleme fiziken, gözünüzle bakmakla ilgili olması gibi. Acının bir mecaz, duygusal bir yaranın tezahürü değil; sahiden o anda, o siyasal gerçeklikte orada ne acı yaşanıyorsa, ona gözle fiilen bakmak anlamına geldiği bir kitaptı o. Sontag, başkalarının acısının fotoğrafına bakıyordu ve bakmanın, her zaman o kadar da uzak bir mesafeyi içermediğini söylüyordu. Sözcüklerin ağırlığına karşılık, fotoğrafların şoku.
Şehrin her bir parselinden kendilerini sildiklerini söyleyen kadın fotoğrafçının söylediği şey, biraz da bu yüzden ev ve yurtla ilgili: O yurt dağıldığında, o evin en çok kadınlar için artık eski ev olmadığı. Nurdan Gürbilek’in sorusunun cevabı, tersine dönüyor burada: Yurdu dağılanın, evi genişlemiyor. Savaşın ve kapalı sınırların, kadınlara ne yaptığı sorusu kadar dallanıp budaklanan bir başka soru açığa çıkıyor: Kamusal hayattan fotoğraflarıyla dahi silinen bu kadınlar, nereye gidiyorlar? Nereye kayboluyorlar? Gerçekten bir yere kayboluyorlar mı? Bu belki feminizmin sınır bilgisinden bildiğimiz bir şey, kadınlar sınırları ihlal ederler. Afgan kadınları da, konuşarak, taşarak, o evden çıkarak, o evin içinden dünyaya bağlanarak yani eyleyerek, kendilerini sildikleri o kamusal alanı tekrar inşa ediyorlar bir yandan. Fotoğraflarıyla dahi silinirlerken, o kentin fotoğrafını çekmek ve dünyaya göstermek inadından vazgeçmiyorlar. Yüksek siyasetin ali menfaatleri türlü stratejiler üzerinden savaş tertip ederken, o anda orada sahiden ne olduğunu kadınlardan dinliyoruz. Khadija Amin, Afgan devlet televizyonunun sunucusu, işyerine nasıl alınmadığını anlatıyor; Dr. Zuhal hastaneye giderken arabasından nasıl indirildiğini Wall Street Journal’a yazıyor; Fatimah Hossaini Kabil’den fotoğraflar ve videolar çekmeye devam ediyor ve bunları yayınlıyor. Murathan Mungan’ın Ütopyalar’ın açılışında söylediğiyle, Afgan kadınlar arasındaki bağı görmek hiç o kadar zor değil ki: “Bizi ayakta tutan, yaşatan şey, verili kurumlarla toplumsal entegrasyonumuzdan çok, hayallerimizle kurduğumuz temel ilişki, kendimize olan sadakatimizdir; seçtiklerimize sadakattir.” Fatimah Hossaini, 20 yıldır seçtiği ve kurduğu hayatın elinden alındığını söyleyerek çekiyor o fotoğrafları, iki hafta önce kadın arkadaşlarıyla örtüsüz sokaklara çıktığında, bunun son kez çıkışı olduğunu bilmediğini. Kadınlar, seçtikleri ve kurdukları dünyalarına ve hayallerine, sadakatle yazıyor, çiziyor ve hapsedilmeye çalışan hayatlarını dışarıya taşırıyorlar. Kadınlar, sınırları eyleyerek ihlal ediyor bu sefer.
Cümleler çok fazla genişletildiğinde, tüm o büyük resmi içine alacak kadar uzatıldığında yani o cümleye bir sınır çizilmediğinde, o cümlede kadınların nerede durduğuna bakmak gerek biraz da. O fotoğrafa, kadınları ne kadar tekinsiz bıraktığı üzerinden bakmak gerek. Afgan kadınlar, günlerdir sarf edilen o yüksek cümlelere bir sınır bilgisini de kendileri çiziyorlar. Uluslararası kurumların, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin, UNICEF’in, Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu’nun söylediği şeyler, Afganistan’da olan biten her şeyi geniş cümlelerle kapatıyor bir yandan: Hani şu Taliban’ın verdiği mesajları olumlu karşılayanlar, Taliban’ın yeni yüzünü ılımlı bulanlar, Taliban’a iyimser yaklaşmak gerektiğini söyleyenler falan. Tüm bu iyi niyet mesajlarının, söz konusu kadınlar olduğunda nerede durduğuna baktığınızda, siyasal olan meselenin, niyetlerle ilgili olmadığını da anlarsınız. Çünkü siyasal olan şey, niyet okumalarına terk edilemeyecek kadar hayatidir. Politikanın sözünü ve hükmünü yitirmesine izin vermediğinizde, yaşadığımız şeylerin niyetlerle değil, siyasetle ilgili olduğunu anlarız. Yerel siyaseti, sokakta ne olduğunu, uluslararası ilişkiler stratejisi denilen şeylerin hangi kadının hayatına nereden ve nasıl dokunduğunu görebilmekle ilgili bir şeyden bahsediyorum. Başkalarının acısına bakmak derken kastettiğimizin sadece başkasına öylece bakmak olmadığını görmek için, kadınların birbirine nasıl baktığına dikkat kesilmek yeterli çünkü. Nasıl baktıkları kadar, kavramların içini neyle doldurdukları da. Afgan kadınların dışındakiler, ılımlı siyasi hatlar çekiyorlar, Afgan kadınlar ise o ılımlı siyasi hattın ne olduğunu ifşa ediyorlar. Atıldıkları dünyaya, tekrar sığma çabası ve inadı diyelim biz ona. Çünkü söz konusu başkasının hayatının politikası olduğunda, Dünya siyaseti, kavramların içini “ılımlı ve iyi niyetli” gibi şekilsiz şeylerle doldururken, kadınlar başka bir şeyi açığa çıkarıyorlar. Afganistan Parlamentosu’nun kadın milletvekili Raihana Azad’ın söylediği, tüm uluslararası kurumlar ve dünya siyasetinden daha fazla şeyi anlatıyor: “Bugüne dek erkeklerin savaşının mağduru, kadınlardı ama artık Afganistan’da kadınlar, erkeklerin barışının da mağduru olacaklar.” Söz konusu dünya politikası olduğunda, içinde kadınların olmadığı barış siyasetinin ve konuşmalarının varacağı yerin, hiçbir zaman barış olmadığını, kadınların nasıl terk edildiğini, dünyaya sığınmalarının nasıl engellediğini, ülkelerinin onların üzerine nasıl kapatıldığını, en çok kadınlara bakarak görebilirsiniz o yüzden. Yüksek siyasetin kendini faş ettiği yer, orasıdır. Kadınların evi dağıldığında, yurt da siyaset de dağılır.
Kadınlar, varlıklarıyla sokaktan, görüntüleriyle fotoğraflardan siliniyorlar. Siyaset olarak konuşulan şey, Taliban’ın şu an orada ne yaptığı değil, nasıl bir görüntü verdiği, nasıl bir imaj çizdiği, nasıl değişerek ılımlı hale geldiği, “kadınların evden tek başlarına çıkmalarına izin vereceğiz.” gibi vaatleri... Taliban, dünyaya bunu söylerken, kadınlar evden tek başına çıktıkları için nasıl geri eve gönderildiklerini, kampüse girmek isteyen kadın öğrenciler nasıl yanlarında bir “mahremleri olan” erkek yoksa kampüse alınmadıklarını yazıyorlar. Yurtları dağılırken, evlerinin de nasıl dağıldığı bir mesele ama dünyanın geri kalanıyla Taliban’ın ılımlı görüşmelernden, kadınlar lehine bir barış çıkmayacağı da başka bir mesele. Kadınların yurdunu dağıttığınızda, evler yıkılır. Afgan kadınları, üzerlerine kilitlenen bir yurttan, birbirlerine yurt olarak çıkıyorlar. Aksu Bora, ‘kadın, kadının yurdudur’u neden sevdiğini anlatırken yazmamış mıydı? “Kahramanlık, insanın kendisiyle ilgili olduğu kadar, yurduyla da ilgili olmalı diye düşündüğümden herhalde.” diye. Afgan kadınlar, yurtları dağıtılırken ve dünya siyaseti, onların üzerinden yüksek perdeli iyi niyetli konuşmalar yaparken, kendilerinin nasıl daraltıldığını birbirilerinin yurdu olup anlatıyorlar. İzlerini bırakırken, birbirlerinden yurt kuruyorlar. Çünkü yurdu dağılan kadınsa, onun evi genişlemiyor.