12 Eylül Hafızası - Parçaları Örmek
Aksu Bora

Melih Cevdet Anday’ın Raziye’si şöyle başlar: “Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer…” O kadar vurucu, öyle cazip bir başlangıçtır ki bu, metnin içine düşüverirsiniz.

Bir aşk hikayesi okuyacağımı düşünerek ama bir yandan da yazarın yapabilecekleri hakkında bir fikrim olarak (okuma grubunda bir dönemi MCA romanlarına ayırmıştık) başladım ama ilerledikçe, mevzunun başka bir şey olduğunu fark ettim. Sevdalanmaya giden (ve sahiden de sevdalanan) anlatıcı, hikâyeyi anlatabilsin diye oradaydı. Ondan başka anlatacak kimse olmadığından. Raziye anlatamazdı, ana dili farklıydı; dayı anlatamazdı, dili de dünyası da başkaydı. Ancak şehirden gelmiş, bizim dilimizi konuşan yeğenden dinleyebilirdik hikâyeyi. Yani o ilk cümle bana kalırsa, bir tuzaktı.

12 Eylül darbesiyle ilgili yaygın hikâyede de buna benzer bir şey var gibi, darbeyi bir tür milat gibi alan hikâyede. “Darbe oldu ve biz bambaşka bir hikâyeye düştük”.

Bambaşka bir hikâyenin başlamış olduğunu idrak ettiğim anı gayet iyi hatırlıyorum. Radyodaki kahramanlık türküleri ve bildirilerle değil, Siyasalın kütüphanesinin girişinde, gazete okuduğumuz yerde, sessiz sessiz ağlayan o genç kadını gördüğümde anladım ben işin vahametini. Erdal Eren idam edildiğinde. Aralıktı.

Bu idrak anı, benim bütün hikâyeye dair duygumu belirledi: Keder.

Geçtiğimiz yıl yayımlanan 12 Eylül[1] derlemesindeki yazılardan biri, Göze Orhon’un yazısı[2], başka bir kederden (belki de o kadar başka değildir) bahsediyordu, “devreden keder”den. 12 Eylül darbesi sırasında henüz dünyaya gelmemiş (ya da çok küçük yaşta) olan bir kuşağın, “12 Eylül bir ruh halidir” diyenlerin, en çok da müzik aracılığıyla devraldıkları bir kederden. “… gerçekleşmek üzere olan bir düşün geri döndürülemez biçimde kaybedildiği fikri ve bu kayıpla gelen duygular…”dan.

Bu yazıda beni asıl çarpan, “boşluk”la ilgili söyledikleriydi. Kaybolmuş bir şeyin bıraktığı boşluk gibi - ne olduğunu bilmiyorsun ama işte oradaymış, yeri var, görüyorsun. Bahsettiğinin başka bir keder olduğunu düşünmemin sebebi de buydu: “12 Eylül’ün bir ailenin fertlerinin ruhuna bıraktığı boşluktan solcu olmuşum ben. Sadece solcu olmak da değil, neyin adil neyin değil, neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair çocukluk sezgisini geçip gelen bir değerler dizgesiyle birlikte, okuyup yazmanın, en sade tabirle, gücü yetmeyenle, sesini duyuramayanla yan yana durmanın en makbul şey olduğunu içten içe aşılayan da bu boşluk olmuş.” Ve şu: “Bizim kuşağın nasibine düşen, en iyi ihtimalle, toplumsallaşmamış ve haliyle başı sonu belli bir anlatıya tahvil edilmemiş bir deneyime dair çocukluk sezgisi ve akabinde gelen geçiştirmeler oldu. İlginçtir ki, geçiştirilenler, cevabı aksak verilen sorular, üzerinden atlanan hikâyeler, bize unutuş olarak değil, bellek olarak geri döndü. Belki kelimeleri değişti ama 12 Eylül’ün derin bir çukur olduğunu ve bu derin çukuru yoklamadan, belki daha ileri gidip içine doğru eğilip bakmadan memleketi de, kendi halet-i ruhiyelerimizi ya da hayatta yaptığımız seçimleri de derinlemesine kavrayamayacağımızı bildik hep.”

Bellek olarak dönen, anlatılan değil, anlatılmayan, konuşulan değil, susulan, işte o boşluk. Bir “halet-i ruhiye”, bir keder, bitmeyen bir borçluluk, bir suçluluk duygusu. Bir yandan da “neyin adil neyin değil” olduğuna dair bilgi.

Nilgün Toker, aynı derlemedeki yazısında[3] bu büyük boşluğu başka bir yerden, darbeye örgütlü bir solcu olarak maruz kalmış birinin gözünden tarif ediyor: “Bir gün önce sahip olduğun tüm tanımların, sahip olduğun tüm bağıntıların kaybolması. Arkadaşlık, komşuluk, vatandaşlık gibi tüm ortaklık referanslarının şüpheli, belirsiz hale gelmesi. Bir süre sonra polisin ele geçirdiği arkadaşlarını sokakta gezdirerek, selam verdiğini almaya başladığını duyduğunuzda bu şüpheli hal yoldaşlarınıza kadar uzanıp, görmekten sevineceklerinizi görmemeye çalışmaya başladığınızda, çok sevdiğiniz bir arkadaşınız karşı kaldırımdan yürürken gidip ona sarılmak yerine koşarak oradan uzaklaşmayı seçmek zorunda kaldığınızda, artık yalnız bir insan bile değil, tekinsiz bir dünyada hayatta kalmaya çalışan bir organizmaya dönüştüğünüzü anlıyorsunuz.”

İlkinin bilmediği ama varlığından emin olduğu, ikincinin deneyiminden bildiği bir şeyin kaybının bıraktığı büyük bir boşluk. Adını koyalım: toplum olma vasfının ta kendisi. Ortak referanslar ve bağıntılar. İşte, olmadıklarında, geride ancak bir boşluk kalan bütün o iplikler[4]. Yerine aile denen heyulayı koyarak dolduramayacağınız büyük bir boşluk- sonra anlatır durursunuz doğduğun ev kaderindir falan diye.

Darbeyle ilgili tanıklıkların, anıların, siyasal analizlerin ve hatta edebiyatın bile uzağından dolaştığı bir boşluk bu. Hiçbir derli toplu, bütünlüklü hikâyenin dile getiremeyeceği türden, çok parçalı bir gerçeklik - gerçekliğin ancak anlatıldığında varolduğunu kim söylemiş ki, işte, anlatılmadığında da orada. Büyük bir çukur olarak.

Hikâyenin bütünlüklü olmayışı “herkesin 12 Eylül’ü kendine” demek değil, tersine, herkesin 12 Eylül’ünün hikâyesini birbirine bağlayarak, ancak öylelikle yeniden başlayabiliriz demek. Bu bağları örerek hafızayı yeniden kurabiliriz demek. “Unutuş değil de bellek olarak dönen” o halet-i ruhiye, ancak o zaman kederden başka bir şey haline gelebilir demek.


[1] 40 Yıl 12 Eylül, der. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2020.

[2] “Bir 12 Eylül Yazısının İlk Cümlesi ya da Kuşaklar, Sessizlikler, Kederler”.

[3] “O Gün Toplumun Başına Gerçekten Ne Geldi?”

[4] https://birikimdergisi.com/haftalik/9331/zaman-kara-delikler-oyuncaklar