İmkânsız Takas
Derviş Aydın Akkoç

İnsanın daima güven duyacağı bir zaaf varsa onun da utanç olduğunu öne sürüyordu Walter Benjamin. Güvenilir bir zaaf olarak utanç: bu denklemdeki utanç fikri, bir vakitler Sartre’ın Marx’a atıfla üzerinde durduğu, zamanla demokratik-estetik bir genişlik kazanan, çoğun toplumsal ve siyasal olaylar karşısında duyulan, hakikat çarpmasına vesile olan devrimci bir utanç değil. Siyasal ya da ahlaki bir olayın, toplumsal bir skandalın basıncıyla tekil bir düzlemden kolektif-makro bir düzleme sıçrayan bir utançtan ziyade mikro sahnelerde işleyen; ani, keskin ve gelgeç olmaktan çok sürekli, gündelik hayatın olağan akışında mütemadiyen karşılaşılan bir utanç bu. Benjamin bir zaaf olarak utanç meselesini Casanova’nın esrarengiz bir sözüne istinaden açar; muhabbet tellalı bir kadının etkisinden ona para vermeksizin kurtulamadığını söylüyordur Casanova: “O bilirdi; kendisine bir şeyler vermeden gitmeye gücüm yetmezdi.”1 Bu garip söz özelinde sıvışmak için nasıl bir güç gerekiyordur ki diye sorar Benjamin. Her satıcı gibi bu kadın da çarşı pazarda, izbe odalarda, kaldırım boylarında muhabbeti, kâh özlem duyulan bir erotizmi kâh haz çeşitlerini satıyor, müşterisine tatmini, memnuniyeti vaat ediyor, hâsılı işini icra ediyordur. Satıcı ve müşteri, ürün ve kullanıcı, ya da fahişe ve alıcı arasındaki bilinmez bağlar, karşılıklı bağımlılık: Arzusunu hep bir başlangıç noktasında tutmak isteyen, bu isteğin tazyikiyle sürekli bir nesneden diğerine hareket eden, sevgi nesnelerine asla bağlanmayan, bu durumda bir akış varlığı olarak Casanova’yı bu kadının karşısında böylesine kilitleyen, durduran şey sahiden nedir? Neden gönül rahatlığıyla ayrılamıyordur yanından? Pazarlık mı? Aracılık müessesesi mi? Yoksa muhabbet kelimesinin de duyurduğu üzere, mevzu hazza ulaşmak için bir kadınla değil de bir kadına konuşuyor olmak mı? Ya da karşılaşmayı daha baştan bulandıran, dengeleri altüst eden, ama hiç dillendirilmeyen başka bir şey mi var ortada; özellikle “o bilirdi” sözünde işleyen bir parametre olarak bilgi: fakat neyin bilgisidir bu? Bir şeyler verilmediği takdirde kaçışı imkânsız kılan, haz nesnesine gerek kalmadan kişiyi borçlu çıkaran, muhatabını geçici bir felçliğe sürükleyen şey belki de üzeri örtülü o bilgiden başkası değil. Muhabbet tellalının bildiğini Casanova’nın kendisi de biliyor, hiç değilse seziyor gibidir, bir zaafın sessiz bir müştereklikte oynadığı bu rolde kadının hanesine para, adamın hanesine utanç düşer; yeniden açılmak üzere kapanan o bir anlık perdede…

***

Casanova ve muhabbet tellalı kadın arasındaki alışveriş sürecini tehdit eden potansiyel bir fiyasko ihtimali tüm bir sürece alttan alta damgasını vuruyordur aslında. Casanova’nın konuşan, talepte bulunan, kadınınsa dinleyen ve talebi karşılayacak taraf olduğu bu diyalektik ilişkide kudretli olan tellaldır: nitekim isteği karşılayacak olan odur. Konuşacaksa hazzı (ihtiyacı) sunmak için konuşacaktır, ister sadece dinlemiş, isterse konuşmuş olsun, hatta ihtiyacı giderip gidermemesi de önemli değil; bu sürece karşılık mutlaka bir şeyler almalıdır. Zira dinlerken ve konuşurken bir şeyler yaşıyordur: zahmet. Casanova’yı utanca sürükleyen de kendisinin yol açtığı bu zahmeti içten içte duyuyor olması: Her şey gibi muhabbet tellalı da bir süreliğine satın alınabilir elbette, ama müşterinin ona verdiği zahmetten doğan bir utanç asla satın alınamaz. Bu eşikte Benjamin’in denklemi kısmen de olsa kendini açar: satıcılar ve alıcılar şeklinde konumlanmış bir toplumsal düzende, ticaretin geçekleşmesine gerek bile kalmadan kendine özgü bir zahmet ve utanç mekaniği işliyordur: bir mağazada bir tezgâhtara yakalanılır mesela, bir ürünü satın almak üzere ona bir istek açılır, tezgâhtar dinledikçe ve konuştukça, çok istekli olunmasa da kişi kendini ürünü satın almaya zorunlu hisseder; tereddüt etmeden, kaçamak bakışlar atmadan firar edip sıvışamaz oradan: kadın erkek, genç yaşlı, fark etmez, temelinde ne yatar o hissin? Vazgeçmek, çekip gitmek istenilir belki ama utanç bir duvar gibi dikilir insanın önüne, zira o sırada zahmet verilmiştir, tezgâhtarın bildiği, alıcınınsa duyup hissettiği bir zahmet bu. Talepte bulunan kişi kendini birdenbire bir başka talebi, muhabbet tellalının talebini karşılaması gereken bir konumda bulur: mahcup olur, utanır, zira daha temelde bir isteğini –zaafını- görünür kılmış, kendini konuşarak açmıştır. Casanova özelinde bu açılışın yarattığı zahmet para dışında bir araçla kapatılamaz, ama bu sırada zaaf çoktan güvenilir bir utanç katına yükselmiştir.

***

Casanova’nın zarif utancı şimdiden bakıldığında fazla mı arkaik, ya da fazla mı olanak ötesi, hele de nobranlığın alıp başını gittiği vakitlerde…  Ticaret sahasında vuku bulan duygulanımlar, türlü his ve konum alışlar, sözümona ticaret dışı addedilen insani ilişkilerde vuku bulmuyor mudur? Madem yaşamın başlıca aktörlerinden biridir ticaret, konuşma ve dinleme süreçleri neden ondan azade olsun. Ticaret hukuku değilse de, ticaret ahlakı icabı; derdini anlatma talebinde bulunan bir kişinin yaşadığı saklı bir utanç, verilen zahmetten duyduğu bir mahcubiyet olmalı bir yerlerinde: tavırlarında, titrek bakışlarında, kaşınan avuçlarında… Şen şakrak tatlı bir meseleyi ya da düpedüz bir efkârı, bir derdi konuşmak, içi hadsizce açmak, bu açılmayı karşılaması umulan varlığa özünde zahmet vermektir. Hikâyeleri, deneyimleri anlatma denilen istek de sorunsuz bir süreç değildir aslında. Casanova ortadan kaybolmayı, buhar olup yok olmayı ancak parayla sağlayabiliyordur; ama her durumda muteber bir utançla ayrılıyordur muhatabının yanından. O utanç paradan daha fazlasını ödüyordur üstelik: Benjamin’e göre, parayı masanın üstüne atan, çekip gitmeyi sağlayan, olmayan bir gücü şimdilik varmış gibi gösteren edim elbette gözüpekliktir, ama zahmetin yarattığı hasarı örtmek için utanç yüz katını ödeyecektir.

***

Utancın devre dışı olması için hikâyesini anlatan kişinin dinleyenin de hikâyesine açık olması gerekir, zahmetin karşılıklı bölüşülmesi, dengelenmesi icap eder: ancak bu sayede konuşma ve dinleme etkinliği bir sohbete dönüşür, bu dönüşümde akan zamana kızıp hayıflanılmaz, aksine yâd edilir, farklı içeriklerle tekrar edilmesi arzulanır. Gelgelelim, hikâyesini anlatmaktan ziyade boca etmek, içindeki zehri akıtmak isteyenler var: bu kişilerin başlıca meselesi anlaşılıp duyulmak ve karşılarındaki insanın hikâyesine kulak kesilmek değil. Aksine meselenin muazzam bir meraksızlıkla derhal yüklerinden boşalıp müstakbel bir yeniden doluşa kadar masum ve hafif uzaklaşmak olduğu aşikâr, zerre utanıp sıkılmadan, hatta pişkin ve mağrur...

***

Casanova’nın utancının yerinde yeller estiği bir dönem, politikacısından âlimlerine, satıcısından müşterisine kadar gaddar tüccarlar dönemi, yamyamlık çağı, kabul, ama diyaloğun olduğu kadar monoloğun da pirlerinden Bernard-Maria Koltés boşuna mı paralamıştı kendini: “çık o siktiğimin ışığının altından”, boş ver şimdi modaya, dine, politikaya; uzansak şu çimenliklere de bir sen anlatsan, bir ben anlatsam diye… Konuşmanın ve dinlemenin sohbete dönüştüğü, iktidarın ışığıyla lekelenmediği, utançla değil, sevgiyle icra edildiği, çemberler halinde genişlediği, politikanın da başka yollardan cisim bulduğu bir sen anlatsan bir anlatsam, bir sen sussan bir ben sussam, ya da ikimiz birden sussak yönündeki enerjik-dönüştürücü arzu: yerlerde sürünüp kıvranan, korkulardan ve kaygılardan dili bağlanmış, aşağılanıp horlanmaktan ruhu yağmalanmış insanın aşkla ayağa kalkması değilse nedir…


1 Walter Benjamin, Parıltılar, çev: Yılmaz Öner, İstanbul: Belge Yayınları, 2016.