Hikâyenin epey dağınık bir gününe denk düşüyordu 19 Ocak Türkiye’de. Devlet için itinayla derli toplu hale getirilmiş o resmî hikâyenin nasıl sarsılabileceğini, yerinden edilebileceğini, içinin oyulabileceğini gösteriyordu. Sadece Hrant Dink’in öldürülmesini değil de, bir büyük yaranın nasıl sadece yaralanmakla kalmadığını, bu ülkede nasıl gün günden kanatıldığını da açığa çıkarıyordu sanki. O âna kadar sanki birçokları için donmuş ve durmuş ama yine de bıkmadan usanmadan anlatılan bir tarihsel hikâye vardı. Sessiz, sakin ve narin bir edayla gösterilen, işaret edilen bir yara gibi: Çünkü bazı yaralar, zamanla iyileşmezdi.
Ermenilerin hikâyeleri oradaydı tabii ama kulaklara çalınan çok daha büyük resmî tarih ve Devlet anlatısı, bütün hikâyeyi kaplayacak, onu birçokları için görünmez kılacak kadar kocamandı. 19 Ocak’ın ve “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz” diyen o ilk yürüyüşün, özellikle benim kuşağımdaki birçok genç için ne kadar dönüştürücü olduğunu bizzat biliyorum. Bunu, o yürüyüşün ne olduğunu, Tanıl Bora muazzam bağlantılarla yazmamış mıydı?
Onun yapıcılığı, şifâcılığı, sebatkâr mücadelesi ve bunlardan türettiği ‘iyilik’ gücü sadece mistik bir hatıra olarak mı kalacak? Onun temas iştahına ve davet etiğine talip değil miyiz? Sonra; hangi safta olurlarsa olsunlar, ayrışmaların ‘kaçınılmazlığına’ veya ‘bereketine’ inanarak hiddetlenirken en asgarî hukuku, en asgarî müştereği gözetmeyenler, Hrant’ın katledilmesine isyan ederek yürüyen yüz binlere ‘Dağılın!’ diye bağırmış olmuyorlar mı aslında?
Çok kişisel belki ama bir kuşağın hiç değilse küçük bir kısmını yansıtabilir: O gün henüz 14 yaşımdaydım, Türkiye’nin ve Türkiye’deki Ermenilerin hikâyelerini bilmeyen bir çocuk olarak, babamın nasıl televizyon başında mıh gibi kaldığını hatırlıyorum. Bütün gece nasıl derin bir sessizliğe gömüldüğünü, büyük bir çaresizlikle nasıl görüntüleri izlediğini de. Babaların, bazen çocuklara hiçbir şey söylemeden de bir şeyler anlatabileceğinin kanıtı olan bir geceydi sanırım. Sonraları üzerine çokça konuştuk tabii ama o gün değil, o gün başka bir yas günüydü ve konuşmanın ötesinde bir şeylerin hüküm sürdüğü bir akşam oluyordu. Ama yine o gün, bir şeylerin, benim duyduğum ve gördüğüm kadarından çok daha büyük olabileceğini idrak ettiğimi de hatırlıyorum. 15 yaşımdaki 19 Ocak’ta başka biri olduğumu da.
Geçmişi anmak, hatırlamak ile ilgili sosyo-politik ve hukuki, tarihsel ve kişisel çok şey var tabii. Siyasi iktidarların, gelecek kadar zapturapt altına almaya çalıştıkları şeylerden biri de geçmiş çünkü. Üstelik onu geçip gittiği yerde olduğu gibi bırakmamak konusunda epey hünerli oldukları da söylenebilir. Yoksa bütün o dil, siyasi lügatin değişimi, ısrarla farklı bir geçmiş tasavvurunu dolaşıma sokan sistematik ve politik “tersine-hikâye anlatıcılığı” neden var? Hani şu, “Siz bilmezsiniz, bizim iktidarımızdan önce…” diye diye damar damar genişleyen ve kendi gerçeğinde hapsolan o büyük anlatı. Ama o taraf ne kadar deşip çıkarsa da, geçmiş, geçmişte durduğu gibi durmuyor. Yani olduğu yerde kalıvermeyecek kadar canlı, oluş halinde, yeniden ve yeniden üretilebilen bir şey. Onun ele avuca sığmazlığını sağlayan şeylerden biri de kolektif bellek aslında. Toplumsal bellekle arasındaki o yolda, sadece kendisine anlatılanla yetinmeyenlerin ilmek ilmek kurdukları bir taşıma ve yüklenme biçimi. Kolektif belleğin, nasıl sadece bireysel bir bellek olmadığını Göze Orhon, Birikim’in Aralık 2021 sayısında çok güzel anlatmıştı zaten.[1] Bütünün, parçaların toplamından öte bir şey olduğunu biliyoruz. Kolektif belleğin de bireysel belleklerin toplamından ibaret olmadığını görüyorduk o yazıda. Muhafaza etmekten gelen hafıza ile bellemekten gelen bellek arasındaki o farka da değiniyordu Orhon. Hafıza yerine neden bellek kelimesini bilinçli şekilde tercih ettiğini anlatırken, daha hareketli, canlı, işler bu kelimenin, bir şeyi belleğinde tutanı nasıl onu muhafaza etmekle kalmayıp, kök salmasına ve kökünden çıkmasına izin verdiğini, ona can suyu üflediğini ve onu inşa etme sürecinin de bir parçası olduğunu anlatıyordu.
Sormaya çalıştığım temel soru, tüm bunlar olurken, yani toplumsal ve kolektif belleğin yaratılması sürecinde, hukukun ve davaların nereye düştüğüydü? Hak mücadelesini, hukuka ve mahkeme hükümlerine bağladığımızda, bizim toplumsal olarak çok derin, katmanlanarak girdiğimiz, içine ve içimize çekildiğimiz, türlü çeşitli gerçekleri, yapıları değiştiren yaşadıklarımız, somut olay denilen küçücük bir mikro evrene sıkıştırılıyordu. 14 Temmuz 2021’de Hrant Dink davasının gerekçeli kararı açıklandı. Hrant Dink'in öldürülmesine ilişkin 76 sanıktan, sadece 6’sı tutukluydu. Tüm siyasi cinayetlerden bildiğimiz gibi, kurumsal bir yapının, sistematik Devlet politikalarının değil de, birkaç kişinin üzerinden yürüyen yargılamalar yapıldı. Ağlar, bağlantılar, yapısal hale gelmiş ve suç işleme örgütü olarak işleyen ilişkiler, bunların nasıl birbirileri içine gömülü olduğu, bellekten değil ama hafızadan çoktan silinmişti. Bellekten değil diyorum, çünkü belleğin, bir belleme ve işleme edimini yüklendiğinin artık farkındayım. Hukukun oynadığı, değiştirmeye ve dönüştürmeye çalıştığı, içini oyduğu şeyin hafıza olduğunun da. Biraz da gücü, diğerine yetmeyeceği için. Gökçer Tahincioğlu, hukukun Hrant Dink’e verdiği cevabı T24’te anlatıyordu (60 Soruda Hrant Dink Cinayeti Dosyası. Ailenin), bu kararı istinafa taşıma gerekçesini de:
Cezalandırılmalarına karar verilmesi gereken sanıkların bir kısmının beraatine ve bir kısmı hakkındaki davanın zamanaşımı nedeni ile düşürülmesine ilişkin karar verilmesi, sanıkların bir kısmı hakkında düşük cezalara hükmedilmiş olması ve yanı sıra yargılama esnasında toplanmasını talep ettiğimiz delillerin tamamı toplanmadan karar verilmiş olması nedenleri ile İstanbul 14.Ağır Ceza Mahkemesi kararı hatalı ve hukuka aykırı olmuştur.
Kolektif belleğin içinde hukukun ve davaların ne yeri olduğunu sorgularken, aslında cevabı başından belli bir soruyu sorduğumun da farkındayım. Geçmiş, yüklü ve taşınan bir eylemdir. Hukukun kudretli gücünün, aslında güçsüzlüğünün ve sınırlarının farkında olmayan bir öfori halinden geldiğini gösterir size Hrant Dink davası. Hukuk, kararını verdiğinde, hikâyenin biteceğini, yaranın kapanacağını, kendinden hoşnut ve kesin hüküm denilen o büyük yargının, olayı nihayete erdirdiğini ve adaleti sağlama gücünün salt kendisinde olduğuna inanır. Halbuki hafızada o şekilde yer ettirilse de kolektif bellek, teker teker bireylerin ve hukukun hafızasının taşıyamadıklarını da yüklenir. Davalar bittiğinde, yaraların geçmemesi de bununla ilgiliydi zaten.
Sanırım bazı yaraların zamanla iyileşmeyeceği gibi, bazı davaların da mahkemede sonlandığında bitmeyeceğini anlattığı için kolektif belleğe, hukuktan daha fazla ihtiyaç var. Çünkü toplumsal olarak neyi nasıl taşıyacağımıza, neyi neresinden tutacağımıza, bir arada yaşayan bir toplum mu yoksa toplumdan başka her şey mi olacağımıza karar veren, hiçbir zaman hukuk olmadı. O daha çok eyleyen, edimlerde bulunan, değişen, dönüşme gücüne inanan, düşmekten korkmayan, katı inançları sarsılmasın diye yola düşmekten imtina etmeyen, Sevgi Soysal’ın ifadesiyle, inmenin de çıkmak kadar doğal olduğunu bilen, yani belleyen insanlar ve onların kendilerinden çok daha fazlasıyla oluşturduğu kolektif bellekle kurulabilecek bir şey. Sanırım Hrant Dink’i, benim gibi onu hiç tanımamış olan o büyük çoğunluk dahi, bundan dolayı çok özlüyor. Onun anlatılarının, o kolektif belleğin çok güçlü bir parçası olduğunu bildiğinden… Özlemenin, nasıl da politik bir duygu olduğunu anlatıyor zaten Hrant Dink. İlişkilenmenin, sadece aynı zaman ve mekânı paylaşmış olmakla ilgili olmadığını. Kolektif bellek, belki 19 Ocak’ta bir yerde, bir parçasıyla dondu kaldı. Ama kolektif bellek, donup kalmanın da hareket etmek kadar kendinden olduğunu bilir, ona el vermek kalkmasına yeterdi.
[1] Göze Orhon, 2021, “Bellek ve Etkileşim: Öznelerarası bir bellek kavrayışı ve 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekanı”, Birikim, sayı 392, s. 69-79.