Türkiye İşçi Partisi (TİP), son genel seçimlerde HDP listesinden seçildikten sonra yuvalarına dönen iki milletvekili Erkan Baş ve Barış Atay’a ilaveten, daha sonra, CHP’den Sera Kadıgil’in ve bizzat bir teşkilat hükmündeki Ahmet Şık’ın (HDP’den) katılmalarıyla, TBMM’de etkili bir kare kurdu. Partinin Meclis’teki sözcüleri, dikkat çekiyorlar. 13 Şubat’ta yapılan kongreleri de o yöne bakanlara moral verdi. Enerjisinin kâhir ekseriyetini kendi dışındaki sola kahretmekle tüketme (veya oradan alma!) eğiliminden uzak duruyor. “Sahada” ne kadar etkililer, bilemiyoruz. Her halükârda, bir varlık…
***
Bu, Türkiye’nin ve solun siyasi tarihindeki üçüncü Türkiye İşçi Partisi oluyor.
İlki, 1961-1971 arasında ömür süren, Mehmet Ali Aybar’la anılan TİP’tir. I.TİP... Bu TİP’in kumaşı, Aybar’ın, Sovyet modeline mesafeli, yerli ve parlamenter-demokratik ve popüler-demokratik olmaya titiz bir önem veren, anti-dogmatik, geniş mezhepli bir sosyalizm anlayışına yatkın terziliğiyle dokunmuştu.
İkincisi, bu ilk TİP’in son döneminde işte fazla geniş mezhepli ve biraz popülistçe buldukları Aybar çizgisiyle ihtilafa düşen Behice Boran ve arkadaşlarının yeniden kurduğu, 1975-1980 arası siyaset eden TİP’tir. II. TİP. Bu ikinci TİP, ilkinin aksine, Marksist-Leninist ortodoksiye uygun bir parti olmayı hedeflemişti ve uluslararası sosyalizmin/komünizmin merkezi olarak tanıdığı Sovyetler Birliği’nin kabulüne mazhar olmaya talipti. Bunun için TKP’yle (şimdiki değil, “tarihsel TKP” denen TKP) ve TSİP’le rekabet etti; nitekim 1980’lerin sonlarında, tam da Sovyet sisteminin dağılması arifesinde, TİP ve TKP birleştiler.
2010’da TİP resmen yeniden kuruldu aslında fakat devamlılığı olmadı. Onu saymayalım.
Şimdiki TİP ise, 2017’de, Halkın Türkiye Komünist Partisi’nin (HTKP) yeni şekillenmesidir. III. TİP. HTKP, 2014’te, TKP içinde başgösteren bir ayrışmayla oradan kopanlarca kurulmuştu. Ayrışmanın nedeni, -önemsiz olmayan şahsiyyatı bir kenara bırakıp iyice basite indirgiyor hatta “bence” diyorum!-, ayrılanların Gezi tecrübesinden geleneksel sol siyaset tarzını yenilemek gerektiği itkisini almaları ve Kürt meselesinde “biz sınıfa bakarız” diyerek fiilen görevsizlik kararı veren tavırdan uzaklaşmaları idi. Daha da geri gidersek, III. TİP’i kuranların ayrıldığı o TKP, 1993’te kurulan Sosyalist İktidar Partisi’nin (SİP) 2001’de giydiği kisve idi. Bu SİP de, 1970’lerin sonunda II. TİP’ten kopan ve akabinde Gelenek dergisini çıkartan yönelişe dayanıyordu. (Meraklısı için: Orhan Silier’in yeni çıkan TİP’in Dağılmasının 1979-80 Aşaması kitabı, bu kopuş hakkında değerli bir kaynaktır [Sosyal Tarih Yayınları, 2021]. Yalçın Küçük ‘olayı’ bahsi, başlıbaşına ilgiye değer.) Yani aslında, II. TİP’ten III.’süne uzanan bir iplik vardır. (Halihazır TİP’in kurucularından Metin Çulhaoğlu’nun şahsında, ta ilk TİP’e uzanan bir pamuk ipliği bile vardır.)
Bu hikâyeyi, soldaki mitoz bölünmeler hakkındaki merakları gıcıklamak için değil, burada bir “isim hakkı” münakaşası yaşandığı için de özetledim. III. TİP’in kurulması, bazı II. TİP’lilerin tepkisiyle karşılaşmıştı. TİP’in tarihini, geleneğini, programını temsil etmeyenlerin, o hattı sürdürmeyenlerin bu ismi kullanmaya, Behice Boran’a sahip çıkmaya vs. hakları olmadığını söylemişler; hatta Semih Gümüş bunun “siyasal hırsızlık” sayılacağını ileri sürmüştü.[1]
Doğrusu, II. TİP’in de selefinin, I. TİP’in hatırasına pek hürmetkâr davrandığını söyleyemeyiz. Oysa, evet, II.’si I.’sinden bir ideolojik kopuş üzerine bina edilmişti - ama herhangi bir başka yerden değil, ‘oradan’ kopmuştu. 70’lerin TİP’iyle 2020 TİP’i arasında hiç bağ olmadığını da söyleyemeyeceğimizi az evvel değindim. Yazının ikinci kısmında, I. TİP’le ‘bile’ bir uzak akrabalığın işaretlerini bulabileceğimizi ileri süreceğim. İsimle ilgili telif hakkı sorunları beri dursun; tarihin ve aklın-fikrin hakkını vermek için, düşüncenin ve tecrübenin gerçekten birikebilmesi için, evveliyatı bilmekten ve kopuşları da mümkün kılan devamlılıklar üzerine düşünmekten her zaman öğreneceklerimiz olacaktır.
***
TİP’in, -halihazır TİP, III. TİP-, kurucularından, Merkez Komitesi üyesi Can Soyer’in Marksizm ve Siyaset adlı kitabının (Yordam, 2020) özellikle yaklaşık 30 sayfalık “Türkiye için notlar” bölümü üzerinde duracağım şimdi. Programatik ve temsilî bir metin değil kuşkusuz. Yine de, I. ve II. TİP’lere yetişmemiş, 1980 doğumlu bir yazarın klavyesinden çıkan bu metnin, TİP’in düşünsel arka planıyla ilgili bir tartışmaya elverdiğini varsayabiliriz.
Soyer, Türkiye sosyalist hareketinin iki sorununa dikkat çekiyor. Ona göre bunlardan biri, “diriliğiyle” mütenasip bir teorik derinlikten mahrum bulunması; diğeri, yaklaşık 40 yıldır “kitlesizlik ve etkisizlik”le malûl bulunmasıdır. İkinci sorunu aşmak bakımından, Türkiye’de “sosyalizm düşüncesinin etkileşime girebileceği en yakın halka, onun yığınlarla kucaklaşabileceği en geniş zemin” olarak tanımladığı halkçılığa tutunuyor. Zaten Türkiye’de bir “politika-altı” bilinç olarak bir halkçı damarın varlığına işaret ediyor.
TİP sözcüleri sık sık “halk ittifakı”ndan söz etmelerini, bu damara girme niyetinin ifadesi sayabiliriz. Halkçılık kavramı, popülizmin karşılığı aslında; popülizmin belâlarına (“halk” içindeki çelişkileri örtme, lider kültü, anti-entelektüalizm…) mesafe koyma ve günümüzdeki kötü ününden kaçınma kaygısıyla halkçılık demeyi tercih edebiliriz. (Veya, “popüler-demokratik” diyebiliriz.) Ama neticede halkçılıkla popülizm tamamen alâkasız değildir; gerilimli de olsa ilişkilidir. Sol popülizm kavramını bir karalama olarak kullanmadığımı bir defa daha tekrarlayayım.[2]
***
Can Soyer’in halkçılığını, sol popülizmi Marksist ortodoksiyle telif etme girişimi olarak tanımlayabiliriz. Bir sınıf-halkçılığı tarif ediyor; halkın büyük çoğunluğunun proleterleştiği, emekçi olduğu, dolayısıyla emekçilerin çıkarının halkın çıkarı anlamına geldiği tezine dayanan bir sav, bu.
Teorik yönden, bu savı, Laclau ile Mouffe’un popülizm teorisinin zıttı olarak konumlandırıyor Soyer. O teorinin, “işçi sınıfının yokluğun tescil etmek üzere ortaya atıldığı” kanısında. Laclau ile Mouffe’nin teorisinin bu maksatla ortaya atıldığından emin miyiz? Bu teorik müdahale, sınıf kavramının “özcü” ve mekanik bir sabitlenmesine karşı, sınıf konumlarının, sınıf çelişkilerinin doğrudan üretim ilişkisi dışındaki dinamiklerini de tespit etmeye imkân sağlamak gibi bir işe de yaramaz mı, yaramıyor mu?
***
Can Soyer, halkçılık halkasını bir tutamak olarak gösteren deneyim olarak, Gezi Direnişi üzerinde duruyor. Gezi protestolarını, “kendine ait olacağı bir yurt bulamayan, sürekli yabancılığa hatta yabanlığa itilen sosyalist hareket”e bir “yurtluk bilinci” verdiği için de önemsiyor. İlaveten, “iktidarın cumhuriyeti tasfiyesine” karşı halk tepkisinin ifadesi olmasını önemsiyor - Cumhuriyet rejimini resmi ideolojiyle özdeşleştirmeme uyarısını yaparak. Zımnen, hegemonik halkçılık halkasına, “yurtseverlik” (milliyetçi-ulusalcı “hassasiyetlerin” terbiye edilmişi olarak) ve cumhuriyetçilik halkalarını eklemeye matuf bir ilgi görebiliriz burada. (Bu da sol popülizmin meşrebine uygundur.)
(Bu arada Soyer Gezi Direnişinin, Kürt Siyasal Hareketi’ne “Türkiyelileşme” itkisini veren kilit hadise olduğu kanısında. Bu itkinin Gezi Direnişi’ne muhtaç olduğunu düşünmediğimi not ederek parantezi kapatayım.)
***
Gezi protestolarına verilen önemin temel bir sebebi de, halkçılığa atfedilen sınıf içeriğinin dayanağı sayılmasıdır. Can Soyer, Gezi’de bir “orta sınıf” karakterinin veya rabıtasının yokluğunun apaçık ortaya çıktığı kanısında. Bu kanı Soyer’e özgü değil, sosyalist fikirli birçoklarına şamildir.
Sekiz yıla yakın süre önce “Gezi ve orta sınıf” başlıklı bir yazıda tartışmaya çalıştıklarıma döneceğim kısaca.[3] Orta sınıf diye bir şeyin aslında olmadığı tezini doğru bulmuyorum. (Eski tabirle “küçük burjuvazi” de diyebilirsiniz.) Çağdaş kapitalizmin gidişatı içinde eskiden orta sınıf sayılanların ‘teknik olarak’ emekçileşiyor olması, behemehal orta sınıfın ortadan kalkması anlamına gelmiyor. Öyle varsaymak, yapı-özne gerilimini ve ikisinin ‘eşitsiz gelişmesini’ dikkate almamak olur. Sınıfsal konumun/çıkarın/çelişkinin, bilince ‘yansıyan’ bir otomatiği yok.
İşçi sınıfı, çok yönlü, çok boyutlu bir tarihsel mücadele içinde biçimlendi. İşçi sınıfı bilinci ve kültürü, her yerde, her durumda, her zaman ‘som’ bir proletarya bilinci olmadı. 19. yüzyılın sonundan itibaren, işçi sınıfının bazı kısımlarının orta sınıflaşması, yine ta o zamandan beri mesele edilen bir eğilimdi. Gelir düzeyiyle değil, hal tavır, günlük hayat ve ideoloji ile, ethos’la tanımlanacak bir orta sınıflaşmadan söz ediyorum. Türkiye de bundan hariç değildir. Bilhassa orta sınıf, yeniden üretim ve ideoloji alanında inşa edilen bir sınıftır. Tam da, işçi sınıfı bilincine karşı, kaybedeceği zincirinden başka bir şeyi olduğu bilinciyle inşa edilen bir sınıfsal konumdur.
Zamanımızda orta sınıfın krizi, özellikle onun beyaz yakalı kısımlarının maruz bulunduğu prekarizasyonda billurlaşıyor. Can Soyer’in kitabı da, “prekarya” kavramına duyulan alerjiyi paylaşıyor. Oysa prekarizasyon kavramı, güvencesizleşmeden öte bir veçheye ışık tutuyor; tam da orta sınıfı tanımlayan, işine anlam yükleme ve onda entelektüel bir tatmin bulma olanağının erozyonunu hatta gaspını anlatıyor. “Eski” proleterleşmeden farklı olarak, entelektüel ve duygulanımsal emeğin sömürgeleştirilmesini içeriyor. Evet, tam da orta sınıflığın güçlü dayanaklarından birinin erozyonundan söz ediyoruz. Yine orta sınıf bilincinin yapıtaşlarından olan sınıf düşme kaygısı da burada bağır bağır kendini duyuruyor.
Yani evet, orta sınıfın emekçilemesi ve proleterleşmesi söz konusu – prekarizasyon, işte tam da bunu anlatmak için münasip, lüzumlu bir kavram. Tarihsel-toplumsal olarak özgül bir proleterleşme sürecini anlatıyor: tekrarlarsak, proleterleşmekte olan entelektüel ve duygulanımsal emeğin nitelikleriyle, ethos’uyla ilgili bir kriz bu. Orta sınıfın kendini özdeşleştirdiği “değerlerin” krizi. “Orta sınıf yoktur!” inadının, bu krize ve onun karmaşalarına nüfuz etmeye engel olduğunu düşünüyorum. “Siz aslında emekçisiniz, proleter oldunuz, görün bunu!” demek, bir aydınlanmaya yol açmaya muktedir olmadığı gibi, bu krize bir cevap vermiyor. Orta sınıfı “kurtarmaya” çalışmak için değil, bu süreci kavramak ve ona cevap verebilmek için, sürecin “orta sınıfın krizi” cephesini ciddiye almak gerekmez mi? Zihinsel emeğin tamamen düzlenmesini, duygulanımsal emeğin sömürgeleştirilmesini, adeta “işte herkes proleterleşti” müjdesi gibi karşılamakla yetinmeden, kapitalizmin sömürüsünün ve ‘kötülüğünün’ skandal bir veçhesi olarak mesele etmek, tam da böylelikle orta sınıfı orta sınıf bilincinden ‘kurtarmak’ için, o krizi ciddiye almayı gerektirmez mi?
Orta sınıfın adını bile duymak istememek, tipik bir orta sınıf solculuğu duygusudur, değil mi? Kapılıp gitmemeli.
***
Can Soyer’in Türkiye’de varolduğunu söylediği halkçılık “damarını” veya mirasını yoklayacak olursak… Sol Kemalizm içindeki, tutamağı halkçılıkta arayan cılız eğilim, -Emin Türk Eliçin… ve tabii “Halkçı Ecevit” halkçılığı-, dahil edilebilir mi buna, ne kadar edilebilir? Veya başka bir gidiş yolundan, eski/asıl TKP’nin lideri Şefik Hüsnü’nün Kemalizme dışarıdan bilinç götürmeye azmetmiş halkçılık stratejisi nerede durur? – ki ittifak partneri kadrosunda “orta halli sınıflar” da anılır…[4] Sosyalizmin ‘gündemleşmesini’ hep halkçılık üzerinden düşünmüş, eğitimle vs. ilgili “halkçılaştırma” fiilini kullanmış Esat Adil’i hatırlamak iyi olmaz mı? ’70’lerin devrimci sosyalist hareketinin (Metin Çulhaoğlu onlara “devrimci demokrat” derdi) özellikle gecekondulardaki deneyimi ve anti-oligarşik söylemi, süren izleriyle birlikte, kuşkusuz söz konusu mirasın önemli, belki en önemli parçası... Ve tabii I. TİP… 1960’ların TİP’i, popüler-demokratik bir sosyalizm dilinin ve siyaset pratiğinin emektarı idi. Halkçılık damarı ararken, hakkını teslim etmeden olmaz ve hâlâ üzerinde düşünmeye değerdir. Yani, ilk bahse geliyoruz yine, isim hakkı beri dursun, devamlılıkların hakkını vermek... Bu, anjiyo yapmak için de gerekli, çünkü “halkçılık damarı” deyince gördüğünüz gibi çeşidimiz çok, ayrıştırmak lâzım.
[1] Bu konuda hafızamdakileri teyit eden Akif Kurtuluş’a teşekkür ederim. Orhan Koçak’a…
[2] Sol popülizm üzerine burada yayımlanmış bir dizi yazımı hatırlatayım, bunlarla devamlılık içinde düşünüyorum. https://birikimdergisi.com/haftalik/9586/sol-populizm-i
https://birikimdergisi.com/haftalik/9619/sol-populizm-ii
https://birikimdergisi.com/haftalik/9695/sol-populizm-iii-veya-sag-a-hitap-etmek
https://birikimdergisi.com/haftalik/9807/sol-populizm-4-ve-darwinci-sol
[3] “Gezi ve orta sınıf,” Birikim, sayı 302 (Haziran 2014), s. 23-33.
[4] Şefik Hüsnü: Toplumsal Sınıflar, Türkiye Devrimi ve Sosyalizm, Yordam Kitap, 2017, s. 226.