Mücella Yapıcı’nın Maskeden Bigudileri
Işıl Kurnaz

Gezi Davası’nda Osman Kavala ile birlikte ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle yargılanan ikinci bir isim de Mücella Yapıcı’ydı. Gezi Davası, hukuk tarihine geçecek bir garabetle sonuçlandı, sanıklardan Osman Kavala ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alırken, diğer sanıklar Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Yiğit Ali Ekmekçi 18'er yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Mücella Yapıcı’nın kızı Cansu Yapıcı, annesini 28 Nisan’da Bakırköy Cezaevi’nde görmeye gitmiş, bu ziyaretin resmini twitter hesabından paylaştı.[1] Yanına küçük bir notla: “Maskeden bigudi yapmış.” Hikâyenin parçalanıp dağıldığı ve hiçbir parçasının yerine oturmadığı bir siyasal hat içindeyiz. Baskıcı ve otoriter siyaseti, politika yapmanın bu biçimini ifşa ettiği için Gezi Davası, tarihin bir noktasında duruyor. Trajedi mi yoksa fars mı bilemediğimiz bir yerdeyiz belki ama maskeden bigudiler bize bir şeyler söylemiyor değil…

Şu doğru, eğer Gezi Direnişi yargılanacaksa, bunun ağırlığını sadece 8 kişinin omuzlarına bırakmak hukuken bir yargıdan çok, bir gözdağına benziyor. CHP Milletvekili Yunus Emre, bu cezaların bir tür sembolik şiddet olduğunu söyledi ki bu meselenin sadece 8 kişi ile değil, hepimizle ilgili olduğunu düşününce hukukun, bir sembolik şiddet aracına nasıl dönüştüğünü de gösteriyordu.[2] Bu şiddetin, ağırlaştırılmış müebbetler, 18 yıllar söz konusu olduğunda artık sembolik olmaktan çıktığını da söylemek gerek. Bir hükümden çok, milyonlara yönelik bir kriminalizasyon... Osman Kavala’nın avukatı söylemişti: “Duruşmalarda Osman Kavala’ya beş yıldır ‘Gezi’de neredeydiniz?’ diye bile sormadılar. Osman Kavala hakkındaki Anayasa Mahkemesi kararında geçen bir dinleme diyaloğu da en az süreç kadar komik değil miydi?

Gözaltındaki Kavala’ya soruyorlardı:

“Defalarca Lobi diye biriyle görüşmüşsünüz. Telefon konuşmalarınızdaki Lobi kim, kim?”

Kavala cevap veriyordu,

“Ermeni Mimarlar ve Mühendisler Derneği’nden Lori olmasın.”

Dinlemenin, bir dinleyememe faaliyeti olarak nasıl ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına dönüşebildiğini gösteren ilginç zamanlardı tabii. Mahkeme kararında aynen şöyle geçiyor: “Başvurucu O.K., lobi diye tabir edilen kişinin HAYCAR üyesi “Lori” adlı bir kadın olduğunu ifade etmiştir.”

Gezi’nin en hararetli zamanlarından birinde, o zaman Başbakan olan Erdoğan’ı alıntılayarak Başbakan kendine bir millet seçiyor.” demişti Tanıl Bora:

“Ankara’da karşılanırken ısmarladığı mitinglerde toplananları gösterip, “Taksim Gezi Parkı’ndakiler millet de, buradakiler ne?” diye sordu Recep Tayyip Erdoğan: “Adana’da, Mersin’de, Esenboğa’da, Pursaklar’da, Altınpark’ta toplananlar millet değil mi?” Anladık ki, asıl millet, orada toplananlardır.”

Hikâye, o zamandan beri parça pinçik tabii ama henüz dokuz yıl önce başlayan bu siyasal eylem ve politika biçiminin Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı ile beraber kamusal yurttaşlık haklarının sadece seçtiği millete tanındığı bir Türkiye ile devam ettiğini söyleyebiliriz. Ama şu şerhi düşerek: Bu karar, bir son değil. Çünkü yok hükmünde olan bir sözde “hükümle”, siyasal eylemlerin sonu gelmez. AİHM sürecinin artık akamete uğradığı, ihlal kararının artık geçerliliğini yitirdiği de doğru bir hukuki yorum değil. Çünkü AİHM, aynı olgularla bu kişinin bir suçtan alınıp diğerine nakledilerek tutuklanmasını, kişi özgürlüğü ve güvenliğinin ihlali olarak gördü. Nasıl ki bir suçtan alınıp başkasına konuluvermesi ihlal sonucunu değiştirmediyse, tutukluluktan alınıp hükümlülüğe yerleştirilmesi de hukuken sonucu değiştirmez. AİHM’in bu davanın olgularına ilişkin ihlal kararı yürürlüktedir.

Delil olmayan delillerle, neredeyse beş yıl boyunca sanıklara hiçbir soru sorulmayan duruşmalarla, kaçma şüphesi olmadığı halde beş yıldır tutuklu yargılanan ve tahliyeye ilişkin AİHM kararından sonra başka bir suçtan, casusluk suçundan, tutukluluğu devam ettirilen Kavala davası ile yürütülen şekilsiz bir süreç var. Osman Kavala 1641 gündür cezaevinde. Peki Gezi davasının ilk aşamasında beraat kararı veren hakimler nerede?

Davanın ilk görüldüğü Mahkeme olan ve beraat kararı veren İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi heyetine, karardan 1 gün sonra HSK 1. Dairesi tarafından soruşturma açıldı. Osman Kavala’nın tahliyesine ilişkin karardan sonra Erdoğan’ın “Bir manevra ile onu dün beraat ettirmeye kalktılar” çıkışı ile cezaevi aracından dönen Osman Kavala, bu sefer casusluk suçlamasıyla tutuklandı. 25 Nisan 2022 tarihinde, neredeyse iki buçuk yıldır tutuklu olduğu casusluk suçlamasından beraat etti. Daha önce tahliye edildiği hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs suçundan ise ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldı. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının, eski TCK’nın ölüm cezasına eş olduğunu düşündüğünüzde, bu absürtlük yerini başka bir sızıya bırakıyor da denilebilir.

20 Nisan 2022’de Meclis Başkanı Mustafa Şentop, ilginç bir ifade kullandı: “Kayıt dışı siyaset.” Bunu, kayıt dışı siyasetle mücadele ettiklerini söylemek için kullandı ama siyasetin, yani bir düşünme ve yaşama biçimi olarak politika yapmanın nasıl kayda alındığını, kayıt içi ya da kayıt dışı olduğunu düşünmeye fırsat veren bir ifadeydi. Gezi Parkı Davası’nın ya da siyasal iktidara karşı kamusal muhalefetin bütün olanaklarının iktidar eliyle kayıt dışına çekildiğini ayan eden bir yok-hüküm gördük. Bu yok-hükmün, ne anlama geldiği üzerine kamusal bir sorumlulukla düşünmek gerek. Çünkü Osman Kavala davası ne zannedildiği gibi Osman Kavala ile siyasal iktidar arasındaki bireysel bir adli vakaydı, ne de bu yok-hüküm sadece 8 kişi ile ilgili. Mesele siyasal iktidarın dışındakilerin, içinden konuşan, içine içine ses çıkaran ama sesli konuşmayan, dışarı ile temas edemeyen bir yok-vatandaş haline gelmesi. Bunun artık sadece vatandaşlarla, kamusal siyasetle de ilgili olmadığını biliyoruz.

20 Nisan 2022’de, karar duruşmasından sadece 5 gün önce Tanıl Bora, bir tehlikeden bahsetmişti, bir endişe-tehlikesinden.

“İnsan hakları savunucularından mesela, söz eden pek çıkmıyor, değil mi? Onların her alandaki sistematik hak ihlâlleriyle ilgili, insan hakları savunuculuğunun kriminalize edilmesiyle ilgili, giderek bizzat hak sahibi olma hakkının tehdit altına girmesiyle ilgili endişeleri, “gündemde” yer almıyor.”

Gündem, artık tam da bu. Çünkü bu dava, bizi bir noktadan aldı ve bir başka noktaya koydu. Meselenin tutuklanan 8 kişiden ibaret olmadığı, meselenin Türkiye’de kamusal ve yargısal bir insan hakları savunuculuğu yapmanın imkânsız hale getirilmesi olduğunu çok absürt bir duruşmalar silsilesi ile gördük. Bütün bu davanın sonucunda insan hakları savunuculuğunun, Türkiye’nin bir kamusal ve toplumsal endişe meselesi olduğu ortaya çıktı. İnsan hakları savunuculuğunu kayıt dışına hapsetmek, bu endişenin siyasal bir tehlikeye ve kamusal bir yokluğa dönüştüğü o yer.

Türkiye’nin insan hakları savunucularının endişe meselesine sahip çıkması, bu yok-hükmünde kararı bir noktasından döndürmenin hikayesini yeniden yazmak demek. İnsan haklarının sadece yargısal süreçlere hapsedilemeyeceğini, bizzat o insan hakları savunucularından öğrendik. O halde maskeden bigudilerin bize söylediği şeye dikkat kesilmeyi öneririm. Çünkü o maskeden bigudiler direnci ve umudu, dirayeti ve hukuku, inadı ve hayata daha sıkı yerleşmeyi yani hikâyeyi bizim imkanlarımızla, elimizde ne varsa onunla - bazen sadece maskelerle, yeniden yazmamız gerektiğini söylemiyor mu?


[1] https://twitter.com/midredtsp/status/1519799227366490112?s=20&t=uk3iXJhW-o1_LoNNNP-rzQ

[2] https://www.youtube.com/watch?v=M4TsIuisZjc