Dinlemek
Tanıl Bora

Şule Gürbüz, türlü ruh hallerinin katlarını açan, insanın şayet gafili değilse acemisi olduğu duyguların kuytularında gezen son romanı, Kıyamet Emeklisi’nin ilk cildinde bir aralık, dinlemeyen konuşma akışını tasvir ediyor:

“Böyle anlatınca safi anlatan olunuyor dinleyen de duymak istediğini alan olup hiç yorulup üzülmeden ortaya karışık manasız ve ifadesi güç şeyler dökülmeden yüz kere dinlenmiş bir masalın sıkılmadan dinlenen yüz birincisi dökülüyordu. Sonunu zaten birlikte tamamlıyorlar, temenniler beraber bir ağızdan ediliyor, tabii tabii’ler, sanki bir ağızdan çıkıyor, anlatanla dinleyen cetvelle çizilmiş gibi duran söz çizgisinin üzerinde muntazaman buluşuyorlardı.”

Dinlemeyen konuşmanın usturubu, budur.

***

Kıyamet Emeklisi’nin evrenini kuşatan melamî terbiyede, hünerin söylemeden çok dinlemede arandığını biliyoruz. Mesnevi’nin “Dinle,” diye başladığına dikkat çekilir. Hıristiyan ilâhiyatında da (bilhassa “sol ilâhiyatçı” düşünürler) sevginin ilk yükümlülüğünün dinlemek olduğunu söylerler. Burada kastedilen dinlemek, Allah/tanrı kelâmını, kutsal kitapların sözünü dinlemekten başlayarak, dünyayı, âlemi dinlemek, tabiatı, insanı dinlemek, varlığı dinlemektir. Sadece sesi sözü değil, sessizliği de, suskunluğu da, can kulağıyla dinlemek…  Perdelerin gerisindekileri, -gürültünün içindekileri de-, duymaya çalışmak…

Dünyevî düşünce için, gayet yalın, merak kapısıdır dinlemek. Merakı bitirmemek için, dinleyebilmek gerekir.

Dinlemek, eski Türkçe “nefes, soluk” demeye gelen tınıġ’dan türemiş olması, hayatîliğine delalet ediyor: Dinlemek, soluk almaktır…   

***

Dinlemenin nasıl kıt bir kaynak olduğunu fark etmek zor değil. Günlük konuşmalarda, hep fark edersiniz. ‘Sahiden ne diyor, ne anlatmaya çalışıyor?’ merakına, açıklığına muhatap olmak, nadir bulunur bir nimettir. Genellikle, anahtar sözcükleri tarayıp sözün gittiği yere dair bir duyguya vararak, kendi söz sıramızı bekliyor oluruz. Yakın zamanların gözde “aynen!” teyidi, çok defa, kendi dediklerini, zaten demiş olduklarını tekrar etmenin vesilesidir. Dinleme, konuşma gibi işteş fiil değil, ‘dinleşmek’ demiyoruz; keşke olsaydı. Dinleşilen, sahiden karşılıklı konuşulan, can kulağının işlediği bir sohbet bulursak, o sohbetin ipine sıkı sıkı sarılıyoruz.

Kamusal münazaraların meşhur “Ama ben sizi dinledim!” serzenişi, dinlemezliğe isyanın ritüelidir; lakin bu ritüel de bazen, serzenişte bulunanın sırf bu ‘kartı’ oynama fırsatı uğruna sabredip kös dinlemiş olduğunun perdesidir.

Siyasal alanda da açıktır dinleme kaynağının kıtlığı. Kürt kadınların “Edî bese!/ Artık yeter!” çığlığının devamı neydi: “Bizi dinleyin!...” Gezi deneyiminin bir dinleme devrimi olduğunu, Masis Kürkçügil’in solun dinlemezliğine, dinlemeden-konuşmasına çıkışan sözlerinden aktarayım: “Gezi size bunu mu öğretti?… millete ders verin, ahkâm kesin, bunu mu öğretti? Yoksa ‘Susun ‘lan dinleyin’i mi öğretti? Gezi’nin en büyük özelliği neydi? İnsanlar birbirlerini dinliyorlardı. Niye? Senin bir derdin var, senin bir öfken var; ne yapacağız? Bu öfkeleri ortaklaştıracağız. Sen neye öfkeleniyorsun, bir de seni anlayalım. Sen de beni anla.”[1]

Kemal Kılıçdaroğlu, geçen hafta Burdur Bucak ziyaretinde, CHP’nin o havalideki oy kıtlığını, dinleme kıtlığıyla açıklamıştı: “Hata bizde, gelmedik, sofranıza oturmadık… sizi dinlemedik.”

“Bizi dinleyen yok,” zaten, seçmenin müşteri-müvekkil (klient) sıfatıyla hep masaya vurduğu mağduriyet kartı, değil mi?

Tarık Çelenk, Çözüm Süreci devrinde, âkıl insanlar projesi başlarken bir televizyon mülakatında halka ne anlatacaklarını soran gazetecilere, “Biz halka anlatmaya değil halkı dinlemeye gidiyoruz” dediğini hatırlar.[2] Biraz, sahiden ne anlatılacağı tam bilinemediğinden bir hazırcevaplık hamlesi; biraz da iyi niyet ifadesi. Çözüm Süreci’nin -âkıl insanlar girişimiyle geçiştirilen- önemli bir eksiği, topluma ‘meseleyi’ gerçekten anlatma gayretine girilmemesi değil miydi? Kime neyi nasıl anlatacağını bilmek için de gerçekten dinlemek gerekirdi…

***

İyi hekimlikte dinlemenin kıymetine dair, her şeyi filmlere-ölçümlere havale etmeden bedeni dinlemenin, şikâyeti dinlemenin, endişeyi dinlemenin kıymetine dair, 1935’te Memduh Şevket Esendal’ın tıp öğrencisi oğluna yazdığı mektup, hoştur:

“Hekimliğin adam gövdesi ve onun sağlığı hakkında insanlığın neler bilmediğini öğrenmek olduğuna inan! Ancak adamın nabzını tutmak, ona bir güler yüzle bakmak, onu dinlemek bu zavallı adamlara bir büyük yardımdır.”[3]

***

En vahimi, yargıda dinlemenin bilfiil ortadan kalkması değil mi? Suçlananın yaptığı savunmanın dinlenmesi, yargılamanın olmazsa olmaz koşuludur. Oysa, en son Gezi davasında mesela, avukatlar savunmalar sırasında yargıçların ve savcının telefonlarıyla oynamasına isyan ettiler. Yargıçların ve savcıların savunmaları göstere göstere dinlememeleri, yani performatif diyebileceğimiz bir dinlememe tavrı, “düşman ceza hukuku” denen yargı pratiğinde bir usul olarak kurumlaşmış durumda. Deniz Yonucu, bu konuda yaptığı bir saha çalışmasında, “uyukladığını ya da uyuklar gibi yaptığını” yazar[4] – uyuklamasa da uyuklar gibi yapmaktaki dinlemezlik, performatiftir, özel bir tavır, bir provokasyon, bir skandaldır. Bu dinlememek, açık ki, başlıbaşına hak ihlâli niteliğinde, bizzat zulüm niteliğinde bir dinlememek…

***

Dinlemenin siyasal anlamına dönelim.

Geleneksel siyasetin ayaklarla başları ayrı oynatan hiyerarşik düzeninde de vardır dinlemek; tavsiye bile edilir. Misal, Nizamülmülk’ün diliyle, sultanın “haftada iki gün divan-ı mezâlime oturup, mazlumun hakkını zalimden alarak ona vermesi, konuyu aracısız bir şekilde tebaadan bizzat kendisinin dinleyip ona hükmetmesi gerektir,” denilir. Bu, muktedirin dinlemesidir. Cevaba borçlu olmayan, lütûf niyetine dinleme…

Sınıf analizinin devrimcisi E. P. Thompson, Althusser’le polemikleştiği sıralarda, tarihçinin analiz yöntemi olarak “okuma” mecazının yerine “dinleme”yi önermişti. Aşağıdakileri, ezilenleri gerçekten anlamak için, sadece metinlere, hatta sadece sözlerin analizine eğilmemeli, başka ifade biçimlerine de kulak kesilmeliydik – belki ifade de denemeyecek tezahürler dahil, suskunluklar dahil. Madûn Çalışmaları, aynı hat üzerinde ilerleyerek, o zorlu soruyu sordu: Madûn konuşabilir mi? Söze gelmeyenin, konuştuğunda bile dinlenmez kalanın kaderi nedir? Aşağıdakiler, ezilenler, mazlumlar, meramını nasıl anlatır ve bunu nasıl dinlenilir kılabilir? Onları dinlemeye niyeti olanlar, o sesleri nasıl işitebilir, nasıl gerçekten dinler hale gelebilir? Konuşmayla dinleme, nasıl bitişebilir?

Bednam Heidegger “Daima sadece zaten anladığımız şeyi dinleme alışkanlığımızı bırakma”ya, “henüz anlayamadığını dinleme” kabiliyetini geliştirmeye davet etmişti.[5] Evvela, dinlemenin otomatikman anlamak demek olmadığını idrak etmek (anlamak!) ve anlamayı talim etmek üzere dinleyebilmek gerekir, diyordu. Goethe de söylemişti bunu: “Herkes sadece anladığını dinler” ve o zaman dinlemek, anlamanın önündeki engeli yükseltir. Böyle peşinen anlamış olmanın eminliğiyle dinlemek, en esaslı anlayışsızlıktır. Heidegger’in fikrini tartışarak açan David Espinet, kendi kendinin farkında olan, kendi anlamazlığına sağır olmayan bir dinlemenin yolunu arar. Dinlediğini hemen ‘zaten’ bildiğine doğru büküvermemek için, dinlediğine duyusal olarak da kulak vermek, farklı olanın tınlamasına izin vermek gerektiği kanısındadır.[6]

Çok uzak bir çağrışım olmasa gerek: Yolda belde birileri konuşurken kulağa çalınan “Türkçeden başka dillerde” bir konuşmaya, hatta şarkıya tahammülsüzlük, işte, dinleme kabiliyetsizliğinin başladığı yer…

***

“Kodlarını çözmek, şifrelerini okumak” yerine, basitçe dinlemek, daha iyi olabilir! Dinlemek, sahiden dinlemek, örgütlenmektir.[7] Bir bağ kurmanın, etkileşime girmenin sağlam adımı olduğu için, öyledir. Sesi olmayanlara, dinlenmeyenlere açılmanın imkânı olarak, öyledir.

Şule Gürbüz’ün romanına dönelim. Hemen başlarda, “sözü az söyleyince kulağının söylenenden fazlasına açılmaya başladığı”ndan bahsederken, o da dinlemekle duyusal olanın bağlantısını kuruyor; “müzik kulağı” misali bir “duyuş kulağına” atıfla. Evet, işte o: duyuş kulağı, dinleme kabiliyeti…


[1] Eylem Delikanlı-Özlem Delikanlı: Hiçbir Şey Aynı Olmayacak – Siyasi Mülteciler 12 Eylül Darbesi’ni Anlatıyor. Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2019, S. 263.

[2] Tarık Çelenk: Öteki ile Uzlaşmanın Yolculuğu  - “Ekopolitik.” Kitapyurdu Yayıncılık. İstanbul 2020, s. 26.

[3] Memduh Şevket Esendal: Oğullarıma Mektuplar, Bilgi Yayınevi, Ankara 2003, s. 119.

[4] Deniz Yonucu: “Var-yok hukuk: Türkiye’de hukukun şiddetinin etnografik analizi,” Düşmanı Yargılamak (haz. Ozan Değer), Zoe Kitap, İstanbul 2020, s. 210-241; özel. 228-230.

[5] Martin Heidegger: Unterwegs zur Sprache, Klett-Cotta, Stuttgart 2017, s. 160.

[6] David Espinet: Phämonenologie des Hörens, Mohr Siebeck, 2016, s. 211-213.

[7] Birikim'in 241. sayısında (Mayıs 2009, s. 75-77) Erdoğan Özmen, burada konuşmaya çalıştıklarımın âlâsını yazmıştı.