Başkasına Nefret, Kimin İfade Özgürlüğüdür?
Işıl Kurnaz

İstanbul’da gerçekleşen Büyük Aile Buluşması’nda nasıl da gökkuşağı açtığını gördünüz değil mi? Nefret söyleminin, saldırı ve mücadele bağırışlarının üzerine bir hale gibi nasıl da çöküverdiğini. Fikirde Birlik ve Mücadele Platformu’nun fikirlerde birlik ve mücadele derken neyi kast ettiğini anlamamıştım. Twitter sayfalarında ve buluşmanın görüntülerinde biraz açık etmiyorlar değil. Önce tebliğci olduklarını, LGBTİ+’ların cezalarını verme yetkilerinin kendilerinde olmadığını söylüyorlar, daha sonra da bu zihniyetle, bu LGBTİ+ dayatmasıyla savaşacaklarını. Halkın bir bölümünü, insanların bir kısmını tehdit olarak gördüklerini açıkça söylüyorlar ama sonra da “haklı talebimizi, nefret söylemi diye yaftalamaya kalkıyorlar” şerhini düşüyorlar. Kavramlar, kelimeler birbirine girmiyor değil tabii. Haklı talep ne? Yani LGBTİ+’lardan ne talep ediyorsunuz? Yok olmalarını mı, görünmemelerini mi, ülkenizi terk etmelerini mi, kendilerini inkâr edip sizin “doğru yolunuza” girmelerini mi? Bütün mitingi izlememe rağmen haklı talebin ne olduğunu hala anlayabilmiş değilim. Çünkü ortada bir talep yok, ama nefret söylemi var. Tanıl Bora’nın şahane Onur Yürüyüşü ve Sert Erkekler yazısını okumuş muydunuz? Orada söylüyordu: “LBGTİ hareketinin sloganını işitmişsinizdir: “Susma haykır, eşcinseller vardır.” Bu kadar yalın: Vardır.”

O yazıda Sırp yönetmen Sragojevic’in filmini anlatır Bora. Filmin adı Parada. Belgrad’da devlet, milliyetçiler ve dini grupların manevi desteğiyle gerçekleşen kanlı onur yürüyüşünden esinlenmiş yönetmen. Yürüyüşte, LGBTİ+’lar öyle büyük bir saldırıya maruz kalmıştı ki uzun bir süre tekrar onur yürüyüşü yapılamamıştı. Parada filminin sonunda o kanlı onur yürüyüşünden görüntüler de vardır. Kanlı ve içinizi ezen bir yürüyüştür o. O onur yürüyüşünün kanlı olmasının sebebi devlet, din ve milliyetçi grupların dahliydi. Türkiye’de pazar günü gördüğümüz Büyük Aile Buluşması da yine aynı üçgenin bu sefer sadece manevi olmayan destekleriyle yapıldı. Manevi olmayan diyorum çünkü RTÜK, bu platformun mitingini kamu spotu yapma kararı aldı. Devletin, kimin devleti olduğunu açık ederek. Bunun eşit vatandaşlık ve kamusal kaynaklara eşit katılım, eşit yararlanma ilkesini yerle bir ettiğini söylemeye gerek var mı?

Yürüyüşteki konuşmalar epey sıkıcıydı tabii, iç boğucu ve bunaltıcı. Ama kendilerini açık eden çelişkileri de yine o konuşmalardandı. LGTBİ+’ların kendilerinin var olma haklarını ellerinden aldıklarını söylüyorlardı. Bir grubun sadece var ve kendileri olmakla, nasıl başkalarının var olma hakkını ellerinden aldığını bilmiyorduk tabii ama hemen arkasından bir cümleleri geliyordu: “Bu varoluşsal LGBTİ tehdidinin…” Açık ettikleri yer burasıydı sanırım, varoluşsal tehdit dedikleri şey tam olarak da başka insanların, onlardan farklı düşünen, farklı giyinen, onlar gibi yaşamayan, değerleri onların değerlerinden farklı olan, onlardan farklı seven ve sevişen insanların sadece varoluşlarını bile kendilerine tehdit olarak görüyorlardı. Bunun kendisi yani varoluşsal tehdit dedikleri şey tam da nefret söyleminin başladığı o noktaydı.

Büyük Aile Buluşması dedikleri şeye bakalım. Ailenin nasıl da LGBTİ+ tehdidi altında olduğunu, neslimizin nasıl da yok edileceğini, LGBTİ+’lığın nasıl da fonlandığını ve dayatıldığını anlatıyorlardı. İnsanların bir araya gelip örgütlenmelerine kendilerince bir isim de takmışlardı: LGBTİ+ Lobisi. Kendileri örgütlenip bir araya geldiklerinde ve üstelik devletin, siyasal partilerin, Vatan Partisi, Cumhuriyet Kadınları Derneği gibi şeylerin açık desteğini aldıklarında lobi olmuyorlardı tabii, örgütlenme hakkının kullanımı ancak onlar için vardı. Varoluşsal tehdit olarak gördükleri insanlar örgütlendiklerinde ise bu lobi oluyordu.

İşte bu lobi, onların aile bütünlüklerini yok ediyor. Bunun için ancak Boğaziçi’nin mücadeleci hocası Can Candan’ın çektiği Benim Çocuğum belgeselini izlemeleri gerek. Aile dedikleri şeyin nasıl bir şey olması gerektiğini dayatan, kendi aile tasavvurlarına uygun olmayanları ailenin dışına otomatik olarak çıkaran, ancak kendi kabullerine uygun olanlara aile vasfını veren bir başka dayatma var bu buluşmanın kendisinde. O belgeselde çocuklarının LGBTİ+ olduğunu öğrenen, keşfeden, çocukları kendilerine açılan o aileler LİSTAG’ı yani LGBTT aileleri grubunu nasıl kurduklarını da anlatıyorlardı. Trans bir çocuğu olan baba şöyle söylüyordu: “Bu aile birliğinin çok şey sağladığını düşünüyorum. Çocuğumuz bize açıldı, çocuğumuzu o anda kazandık, dünyada yalnız olmadığımızı…” Aile diye dayattıkları şey ile gerçekten aile olmak arasındaki o boşluğu anlatıyordu belgesel. “Biz büyük bir aileyiz” klişelerine sığınmadan, dayanışmanın, dünyada yalnız olmadığını anlamanın, kendini bir aile içinde dünyaya düşmüş hissetmemenin o kıymetli gerekliliğinden. Onların ailesinden epey farklı bir şeydi LİSTAG aileleri, eşit, özgür, dayanışmacı, dünyayı kendinden ibaret görmeyen, açılan, açanlardı, kuşatıcı ve bunaltıcı değil, ferahfezalardı. Büyük Aile Buluşması’ndaki o nefret, bu tip bir ailenin varoluşuna da yöneliyordu muhakkak.

Çizim: Aslı Alpar

Peki nefretin örgütlenmesi gerçekten ne demek? Nefret örgütlenince ifade özgürlüğü mü olur yoksa başka bir şey mi? Biraz pozitif hukuka bakabiliriz belki çünkü yargı kararları, yaşanmış hayat parçaları demek biliyorsunuz ki. Hukuku, hayatla sınamak demek. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin LGBTİ+ haklarıyla ilgili seyri biraz ileri-geri adımlardan oluşuyor. Birkaç karar önceye kadar LGBTİ+ hakları ve nefret söylemi ilişkisinde şöyle kararlar görüyorduk: Ülkenin birinde bir grup insan LGBTİ+ hakları karşıtı eylemler yapıyor, yürüyüşler düzenliyor, broşürler dağıtıyordu. Bazı ülkeler bunları nefret söylemi olarak cezalandırıyordu ama kendinden çok emin bu LGBTİ+ karşıtı insanlar AİHM’e başvuruyorlardı, verilen ceza ile kendilerinin ifade özgürlüklerinin ihlal edildiği gerekçesiyle. Epey büyük bir özgüven tabii çünkü başkalarına yönelik nefretin, kendilerinin ifade özgürlüğü olabileceğini düşünüyorlardı. Nefret söyleminden nefret suçuna giden o yolun ne kadar kısa ve dolambaçsız olduğunu bilmiyorlarmış gibi. Bu davalarda AİHM, LGBTİ+’lara yönelik nefret söyleminde bulunan ve kendilerine para cezası verilen kişinin ifade özgürlüğünün ihlal edilmediğini sonucuna ulaşıyordu. Neyse ki.

Son birkaç yıldır ise AİHM başka bir şey söylüyor. Artık AİHM’e nefret söyleminde bulunup da kendilerinin haklarının ihlal edildiğini iddia edenler değil, LGBTİ+’lar başvuruyor ve devletin, kendilerini tehditten, şiddetten, nefret söyleminden, nefret suçundan koruyamadığını, devletin bu eylemsizliğinin kendilerinin varlığını tehdit ettiğini, hayatlarını tehlikeye attığını söylüyorlar. AİHM, 2020 ve 2021 yılında verdiği iki kararda nefret söyleminin toplumun bir grubunun varlığını tehdit ettiğini, devletin bu yöndeki bir eylemsizliğinin kişilerin özel hayatlarını korumamak anlamına geldiğine karar veriyor.

Bu konudaki ilk kararı Beizaras ile Levickas isimli Litvanyalı iki eşcinselle ilgili. İki sevgili aynı zamanda aktivist. Öpüşürken bir fotoğraf çekiyorlar ve Facebook’ta yayımlıyorlar. Fotoğraf bir anda herkesin eline geçiyor ve nefret söylemleri, tehditler çığ gibi büyüyor.  İki aktivist-sevgili zaten üyesi oldukları Litvanyalı eşcinsel hakları derneğine başvuruyorlar ve suç duyurusunda bulunmak istediklerini söylüyorlar. Savcılık, ceza soruşturması bile açmadan takipsizlik kararı veriyor.  İşte AİHM, Litvanya devletini bu eylemsizliğinin sonuçlarının halkın bir grubunu koruma dışına çıkarmak ve nefret söylemine karşı savunmasız bırakmak anlamına geldiğini söyleyerek ihlal kararı verdi.

Türkiye’de de TCK’da bir 216. madde vardı değil mi, “halkın farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer kesim aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden” diye başlayan ve nedense söz konusu gerçekten tehdit olduğunda, tehdit edilenlere karşı hiçbir zaman kullanılmayan.

Xaiver Dolan’ın Laurance Anyways filmini bilir misiniz? Filmde Laurence trans olup bunu gizlemek zorunda kalmayı, “30 yıldır suyun altında nefesini tutmaya” benzetiyordu. Yıllarca bir toplumda suyun altında nefesini tutarak yaşayan insanların sadece varoluşlarının sizin için tehdit olduğunu söylediğinizde bu sebeple bu bir nefret söylemidir. Sizinle ilgili olmayan bir hayatın sadece yaşanarak bile size bir dayatma olduğunu söylediğinizde, konuştuğunuz dil bir egemen ve iktidar dili olur.

Virginia Woolf’un Orlando’sunu bilir misiniz? Ölümsüz bir trans kadını anlatır. “Orlando kadın olmuştu; bunu yadsımak olanaksız. Ancak başka her bakımdan eskiden ne idiyse oydu. Cinsiyet değişimi geleceğini değiştirse de kimliğini hiç değiştirmemişti.”

Şöyle diyordu Woolf, Orlando için: “Bir yaşantıyı kendine saklamaktansa alayları göğüslemeyi yeğler.” Sanırım o buluşmaya gidenlerin istediği şey bir tür ya o ya o dayatması. Ya yaşantılarını kendilerine saklasınlar ve hatta var olmasınlar ya da alayları, tehditleri ve saldırıları göğüslesinler.

Büyük Aile Buluşması’nın Twitter sayfasında defalarca tekrar edilen yazım hatasıyla bu yazıyı biraz muzırca bitirelim: “Büyük Aile buluşmasana katılan tüm destekçilerimize teşekkür ederiz.” Nefret söylemi için tabii buluşmasana, büyük aile öyle buluşmasana!