Bütün ulus-devletlerde milliyetçilik kök ideolojidir. Ulus-devletin teşekkül safhasında devralınan inançlar ve sonrasında ortaya çıkan –liberalizm, sosyalizm gibi– ideolojilere ya sarmalanarak ya da nüfuz ederek yaygınlaşır. Milliyetçiliğin bu –ve diğer– ideolojilere, onlardan beslenen siyasal hareketlere rakip bir ideoloji/hareket olarak ortaya çıkışı, diğer ideoloji ve hareketlerin milleti içindeki tüm farklılıklara, çıkar ve ideal çatışmalarına rağmen, bu haliyle bile bir bütün sayan önkabulüne karşı çıkarak; o farklılık ve çatışmalardan bazılarının millet bünyesinden tasfiye edilmesi gereken “yabancı”lar, düşman, hain unsurlar olduğunu iddia ve ilan edişiyle başlar. Bu bakımdan, bir siyasal hareket olarak kendini gösterdiğinde, işlevleri ve “doğa”ları o iddiaya/ilana yatkın olan devlet aygıtlarında, ordu, güvenlik ve istihbarat kurumlarında –özel bir çabayla daha da genişletilebilir– bir gönüllü-destek tabanı zaten vardır. Bunun bir sonucu olarak sözü edilen kurumlar tarafından kayrılmalarını, kollanmalarını, “anlayış”la karşılanmalarını, işbirliği yapılabilmesini kolaylaştırır.
Bundan dolayı, hukuki eşitliğin ve demokrasinin –henüz– yerleşiklik kazanamadığı ulus-devletlerde iktidarlar, özellikle güçlü muhalif öğrenci ve kitle hareketleriyle karşılaştıklarında mevcut milliyetçi partileri devletin “yardımcı gücü” işleviyle sokağa salmaktan kaçınmazlar. Nitekim Türkiye’de de Türk milliyetçisi ideoloji MHP adıyla partileşmesinden birkaç yıl sonra dönemin Adalet Partisi iktidarı tarafından kendisine açılan bu yola o “devlete yardımcı güç” sıfatıyla ve hevesle atıldı. 1960’ların sonlarından itibaren her yılın yazında MHP güdümünde açılan “komando kampları”nda eğitilen, yakın dövüş, suikast, pusu, bomba teknikleri öğretilen “ülkücü” gençler, sol dalganın yükseldiği üniversite ve liseler ile işçi hareketleri üzerine salındı. Öğrenci ve kitle hareketlerinde ölümlerin, silahla öldürmelerin fitili böylece ateşlenmiş oldu. Bu durum çok geçmeden sol öğrenci hareketini de silahlı savunmaya itti. Ama 1971 Mart’ına kadarki dönemde ilk “ülkücü” öldürüldüğünde o zamana kadar “ülkücü”ler tarafından pek çoğu pusu kurularak otuzu aşkın devrimci genç öldürülmüştü. 1973 sonrasında solcu/devrimci-milliyetçi/ülkücü çatışması daha da sertleşip yaygınlaşarak 12 Eylül’e kadar sürdü ve öldürülenlerin toplam sayısı binleri buldu ama oran pek değişmedi. Ve eklemek gerekir ki, öldürülen ülkücülerin/milliyetçilerin –pek az istisnayla– hepsi silahlı vuruşmaların kurbanı olmuşken, sol/devrimci cenahtan pek çok kişi milliyetçiler tarafından pusu kurularak, planlı suikastlerle, bombalı saldırılarla ya da Malatya, Maraş ve Çorum’da olduğu gibi önceden tasarlanmış kitlesel linç kışkırtmalarıyla öldürülmüşlerdir. Bu yöntemler onların alametifarikaları gibidir.
Bu ağır cürüm sicillerine rağmen, 12 Eylül rejiminin kendine “tarafsız” süsü vermek için milliyetçi hareketin olabildiğince kısıtlı sayıda yönetici ve tetikçisini hapsedip yargılamasına, bu tetkçilerin katil bile değil ancak canavar denilebilecek birkaçına idam cezası vermesine haliyle MHP cenahı pek gocundu. “Fikri iktidarda, kendisi hapiste” sloganı o zamanlardan kalmadır. Gerçi bu “dargınlık” hali 1990’ların ilk yıllarından sonra bitecek ve milliyetçiler –AKP iktidarının ancak 2010 sonrasında kendi partililerine fiilen tanıdıkları– bazı suçların gerektirdiği cezadan muaf olma “imtiyaz”ını onlardan daha önce –yeniden– edinmiş olacaktır. PKK isyanının şiddetlenmesi koşullarında milliyetçi hareket “devlete yardımcı”lık işlevini bu kez özel harekât güçleri ve çevik kuvvet gibi devlet birimlerinin mensubu olarak, üniformalı yerine getirecekti. Bu birimlerin saflarına tercihli ve çoğunlukta olarak katılan milliyetçiler/ülkücüler kendilerine hak saydıkları istisnai muamele imtiyazını, devlet görevlilerinin hiç değilse şeklen “tarafsız” görünme kuralını açıkça çiğneyerek kullanmakta gecikmediler. Böylece “operasyon”lara giderken taşıtlarının üzerine miliyetçi hareket sembollerini yapıştırmaları, marş ve şarkılarını çalmaları ve hatta operasyon mahallerini milliyetçi slogan ve hakaretlerle “süsleme”leri vukuat-ı adiyeden hale geldi.
Ama bunlar olmadan önce, ülkücü-milliyetçiler “devlete yardımcı” olmayı bırakmış da değillerdi. “Yardımcılık” işini devletin diğer görev alanlarına, örneğin çarşı, pazar güvenliğini sağlamak, parasal alışverişlerdeki aksamaları gidermek ve iskan sorunuyla ilgilenmek gibi alanlara kaydırdılar. 1980’lerden bu yana toplum “düzen”imizin yerleşik bir ögesi haline gelmiş “ülkücü mafya”lar böylece ortaya çıktı. Müşteri kaybı konusunda aşırı hassas büyük mağazalardan, bar, pavyon, kumar ve fuhuş mekânlarından “koruma” karşılığı haraç alan, ödenmeyen alacakları “çökme” yöntemiyle halledip parsa toplayan geleneksel mafyaları geriletip veya sindirerek işe başlayan ülkücü mafyaların, devlet veya şahıs arazilerini parselleyip satacak cüreti göstermeleri devletin onlara ne denli “yardımcı” olduğunun da kanıtıdır. Bir kısmı ülke çapında ve hatta civar ülkeleri de kapsayan “organizasyon”lar haline gelen bu mafyalar 1990’ların ortalarında büyük işletmelerin, bankaların arasındaki muhataralı işlerde “racon kesecek” kadar palazlanmışlardı.[1]
Hangi ülkede olursa olsun, özellikle de büyük çaplı mafyatik “iş”lerin –uyuşturucu imali ve dağıtımı, haraç toplama ve kaçakçılığın– devletin polis ve adliyesiyle bağlantılar olmaksızın yürümediği bilinir. Büyük mafyaların bulundukları ülkenin sağ/iktidar partileriyle en azından “dirsek teması”nda oldukları da. Ama her iki taraf da bunu görünür kılmaktan kaçınır kural olarak. Bu öylesine uyulmasına dikkat edilen bir kuraldır ki; mafyalar ve sağ partiler arası örtülü ilişkinin en bilinir olduğu ülkelerden İtalya’da, dikkatsizliğinden de olsa mafya ile yakınlığının, Japonya’da Yakuza ile teması olduğunun kanıtı ortaya çıkan siyasetçilerin kariyeri sona erdirilir, ilişkili örgüt üyesi kızağa çekilir.
En azından dudak ısırtan şudur ki; 1990’larda “Susurluk vakası” ile ortaya çıkan mafya-polis-siyasetçi ilişkilerinin toplumda ne denli infial uyandırdığı bilinmesine rağmen; AKP-MHP ittifakının kurulmasından itibaren bu partilerle mafyaların ilişkisi bir iftihar vesilesi imişçesine teşhir edilir oldu. Namlı “baba-reis”lerden Sedat Peker her iki partinin slogan ve işaretlerini bolca kullandığı birçok ili kapsayan; bu partilerin yerel yöneticilerinin bazılarının da ardında dizili durduğu mitingler bile yaptı. “Fıtratı” nedeniyle özellikle bu konuda AKP’den birkaç adım ilerde olması gereken MHP’nin lideri Bahçeli hapisteki bir numaralı “reis”i Alaattin Çakıcı’yı tantanayla ziyaret edip tahliyesi için kampanya yürüttü. Ve bir süre sonra bir af yasası çıkarttırarak emeline erişti de. Tahliye ertesinde o Çakıcı’yı ulusal kahramanlara layık bir karşılama ile parti merkezinde ağırladı. Ardından Çakıcı gibi birinin ana muhalefet liderine hakaretler ve tehditler savurmasını bile savunabildi. Pervasızlığın bu derece tiksindirici ve ürpertici düzeye indiği bir hal ile sadece Türkiye değil, sanırım dünyanın hiçbir ülkesi karşılaşmamıştır.
Aslında son vukuat, yani –genel merkeze “mesafeli” ama hâlâ parti mensubu– eski Ülkü Ocakları başkanının pusuda öldürülmesi olayında MHP’nin aldığı tavır, bu partinin çoktandır kendini indirdiği –güya– “siyasi faaliyet” düzeyinden bakıldığında hiç de şaşırtıcı değildir. MHP’nin son birkaç yıldır bazı muhalif parti yöneticilerini ve yazarları ölümün değilse bile sakat kalmanın eşiğine getiren linçvari saldırıların en azından azmettiricisi olduğu yolundaki iddiaları usulen reddetmek zahmetine bile girmeyen külhanbeyi tavrının pek çok örneği ortada. HDP’lileri öldüren katilleri neredeyse alınlarından öpecek denli arkalaması zaten epeydir yadırganır olmaktan bile çıktı.
Yine de bu planlı cinayette kurbanın “camia içinden” hayli nüfuzlu bir kişi olması önemli. Bilinen kadarıyla çok uzun yıllardır bir benzeri yok. Yani MHP örgütü ile ilişkisi açık ama hangi kademesiyle sorusu –şimdilik belirsiz(?)– bu cinayet “töre”nin açıkça çiğnenmesi demek. MHP’nin hem bu nedenle hem de öldürülecek olanın önemli bir parti içi muhalif olduğunu bilerek ve ayrıca cinayetin parti içinde ve “mücavir alanı”nda büyük tepkilere yol açacağını dikkate alarak; planlamışsa iz bırakmamak için, birilerini azmettirmiş ise kendisiyle ilişkili olduğunun anlaşılamaması için özel bir titizlik göstermesi beklenirdi.
Oysa tam tersi oldu. Cinayeti işleyenler sanki göstermelik bir soruşturma bile olmayacak güvencesini almışlar gibi, arkalarında yığınla açık kanıt bırakacak biçimde davranmış; MHP cinayetin akabinde haliyle kendisine yönelecek şüpheli bakışları dağıtmak için en ufak bir çaba göstermemiş, aksine şüpheleri katmerleştirmenin en etkili yolunu seçip gayet “manidar” buz gibi bir sessizliğe gömülmüştü. Ardından ortaya dökülmüş yığınla kanıt, karine varken kendisinden asgari bir açıklama, hiç değilse usuli bir kınama bekleyenlerin topuna birden tehdit ve hakaret yağdırıldı.
Bu tavırla verilen mesaj açıklanması gerekmeyecek kadar net: “İstediğimi yaparım, hesabını da vermem.”
Mealine gelince; ya “ecelim geldi, bittim zaten” demek oluyor ya da “şu kadarcık aklım vardı, onu da yitirdim gitti, ne yapılacağı size kalmış artık.”
Hangisi doğru, yakında öğreniriz.
[1] 2002’de AKP iktidara geldiğinde devletin “yardımcı”lığını kesti önce. Ülkücü mafyaların bazılarını dağıttı, yurtdışına kaçan bazı “reis”leri getirtip hapse de attı; bir kısmı ise AKP’yi devirecek bir darbe fırsatı kollayanlara yanaştı ama büyük kısmı homurdanarak sindi, geriye çekildi. 2015 seçimleri ertesine, AKP-MHP ortaklığı kurulana kadar sürdü bu dönem.