Onur Yürüyüşü: Dünyaya Yerleşemeyenlerin Konumu
Işıl Kurnaz

Bianet’te Evrim Kepenek’in haberini gördünüz mü? ODTÜ Kampüsü’nde öğrenciler bir sabah karşılaştıkları afişleri anlatıyor çünkü Onur Yürüyüşü’nden hemen önce kampüsün çeşitli yerlerine yerleştirilmiş o afişlerde mealen şu yazıyor: “Onurlu olunacak hiçbir şey yok, Eşcinsellerin %78’inde cinsel yolla bulaşan hastalık var.” Hemen ardından ODTÜ Rektörlüğü’nün öğrencilere attıkları maili görüyorsunuz.

“Belli bir grubun, Üniversitemiz kampüsünü kendilerinin ülkemizdeki izinsiz yürüyüş merkezi olarak lanse etmeye çalıştığı…” diye uzayıp gidiyor.

Üniversitemiz, sahiden bizim, hepimizin üniversitesiyse, yani onu bir sahiplik ekiyle imleyebiliyorsak, öznesi bu kadar belirsiz bir “belli bir grubun” kim olduğunu da sorabiliriz sanırım. Çünkü aslında bu mailin başlangıcı, bir çelişkiyi faş ediyor. “Üniversitemiz” ve “belli bir grup”, bu grubun da o üniversitenin paydaşı ve parçası olduğu, bu dilin tahakkümünde buharlaşıyor. Öyle ya ancak makbul bir grup için, ancak sizin seçtiğiniz bir grup için o üniversite, “Üniversitemiz” olabiliyor.

Sadece bu da değil, “izinsiz yürüyüş merkezi” ifadesinin yaratıcılığına değinmeden olur mu? Kaç mahkeme kararı, kaç uluslararası hukuk uygulaması göstermeliyiz “izinsiz yürüyüş” kavramının bir oksimoron olduğunu anlatmak için? İzinsiz yürüyüş diye bir kavram, hukuk sistemimizde yok çünkü Anayasa’nın 34. maddesinde açıkça yazar: Herkesin, önceden izin almadan, silahsız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenlemesi, haktır. Hakkın sınırlarının, iktidarın diliyle belirlendiği bu iklimde tabii ki kavramların eğilip bükülmesi de doğaldır.

Donna Harraway’le yapılmış söyleşiyi okumuş muydunuz? “Tıpkı Bir Yaprak Gibi” Orada Harraway, güçlü bir bilgi iddiasından bahseder. Bu iddianın, aptalca bir görecelilik değil, tanık olmak, beyan etmek olduğunu söyler. Bunu şöyle kavramsallaştırır: “Konumlulukla sırar etmek” Çünkü konum, bir miras olduğu kadar, bir inşadır.  Eğer bir erkeğin laboratuvarında bir özne konumumuz yoksa, o konuma yerleşemiyorsanız, o halde yerleşemeyenlerin konumlarını yeniden inşa etmesi gerekir. Harraway’in anlattığı biraz da budur tabii. Temassızlığın şiddeti, bir tür konumsuzluk şiddeti olarak da kendini gösterir.[1] Konumsuzluk şiddeti, sizi konumuzundan, o konuma sahipseniz bile mahrum eden bir şiddet biçimidir biraz da. Siz de o üniversitenin bir parçasısınızdır ama en üst perdeden belirsiz, konumsuz bir gruba indirgeniverirsiniz: Belli bir grup, isimsiz ve konumsuz bir özne oluverirsiniz. Ne diyordu devrimci Victor Serge, “Asla sadece kendi çabamızla yaşamayız, asla sadece kendimiz için yaşamayız, en mahrem, en kişisel düşüncelerimiz dünyaya binbir biçimde bağlıdır.”

Yaşamla bizim aramızdaki bağlantıyı kesmeye ve bizi konumsuz bırakmaya çalışmanın kendisi bir şiddet biçimi, konumlandığınız yerin zeminini kaydırmaya çalışan bir şiddet biçimi. Sanki siz o okulun bileşeni değilmişsiniz gibi.

Bu şiddet Türkiye’de 28 Mayıs’taki balkon konuşmasından sonra belki hepimiz için daha zor olacak, kamudan kopuk, kamuyu kendisine göre biçimlendiren Bülent Batuman’ın tarifiyle, balkonsuz o balkon konuşmasıyla. Çünkü öyle başlıyordu: “LGBTİ’ci bunlar.” Ama öte yandan dünyanın kendisi de bu şiddetten azade değil. Uganda'da eşcinsellik, 1950'de yasadışı ilan edildiğinden bu yana ömür boyu hapisle cezalandırılıyor. Ancak bugünün Uganda iktidarı bu cezayı çok yumuşak bulduğu için 26 Mayıs'ta Başkan Yoweri Museveni yeni bir yasa imzaladı. Aynı tarih, Birlemiş Milletler’in üye ülkelerden LGBTİ haklarıyla ilgili yerel düzeyde istediği raporun son tarihiydi. Uganda’daki bu yeni yasaya göre HIV yayabilecek olanlar da dahil olmak üzere bazı eşcinsel eylemler için ölüm cezası öngörülecek, bunu bildirmeyenler de hapis cezasıyla cezalandırılacaktı, bir tür muhbir vatandaşlar hükmü! En dikkat çekici ceza ölüm cezası olarak görünse de yasa bununla sınırlı değildi. Çünkü tam olarak yaşamla, kendimizi inşa ettiğimiz konum arasındaki bağlantıyı kesmeye çalışıyordu. Çünkü eşcinselliği “teşvik etmek” ve hatta eşcinsel bir çifte oda kiralamak için bile uzun hapis cezaları öngörülüyor. Eğer eşcinsellik suçu, Uganda sınırları dışında işlenirse, suçluların iadesi kapsamında suç Uganda’da yargılanabilecek. Eşcinsel evliliği onaylayan ya da gerçekleştiren sivil toplumun, kurumların, hükümet dışı kuruluşların da kolektif sorumluluğuna gidilebilecek.  Uganda Parlamento sözcüsü Anita Among duyuruyor: "Korumamız gereken bir kültürümüz var, Batı dünyası Uganda'yı yönetmeye gelmeyecek."[2] Bu yasanın kendisi, gökten bir elma gibi düşmedi tabii. Her yasal mücadele gibi, bunun da bir tarihi vardı. Bu düzenlemeler 2009’dan beri tartışılıyordu. En sonunda yasa teklifi 2014’te Uganda meclisinden geçti, Anayasa Mahkemesi’nin yasayı şekil yönünden iptal etmesinin ardından tekrar düzenlendi ve yaklaşık 10 yıldır Uganda Devlet Başkanı’nın imzalamasını bekliyordu.

Donna Harraway’in tanık olmak ve beyan etmenin kendisinin bir direniş biçimi olduğuna dair inadına dönecek olursak, kültürel görecelilik meselesinin kendisinin, konum almamızı alaşağı eden bir tarafı olduğunu vurguladığını söyleyebilir miyiz? “Aptalca bir görecelilik” derken, belki de kültürü korumak adı altında dünyayı insanların üzerine kilitlemenin ne anlama geldiğini anlatmaya çalışıyordu.

Ama bunun kendisi neo-liberal kapital ilişkilerden bağımsız değildi tabii. Eşcinselliğin cezalandırıldığı Suudi Arabistan’da, turizm idaresinin web-sitesi bilmediğimiz bir tarihte güncellendi ve sık sorulan sorular bölümündeki “LGBTİ+ turistler, Suudi Arabistan’a gelebilir mi?” sorusu cevaplandı: “Herkes Suudi Arabistan’ı ziyaret edebilir ve hiç kimse kişisel bilgilerini açıklamak zorunda değildir.”[3] Aynı anda gazetelerde, Suudi Arabistan’ın yaptırdığı bazı araştırmalarda, eşcinsel çiftlerin turistik ziyaretlerinde daha çok para harcadığı ve eşcinsel turistlerin ülkeye daha çok kazanç getirdiğine yönelik araştırmalar yayımlanıyordu.

Ve dünyanın başka bir ülkesinde, Türkiye’de bir yanda başkentin en önemli üniversitelerinden birinde bir LGBTİ+ afişiyle rektörlük maili görüyorduk. Sonrasında ise Hüda Par ve Yeni Refah Partisi eşliğindeki iktidar koalisyonu, kadınların çalışmayabileceğinden, eşcinselliğin yasaklanması gerektiğinden, evlilik dışı cinsel ilişkinin cezalandırılmasından bahsediyordu. Dünyanın her yerinde, birileri dünyayı üzerimize kilitleyip bizi ilmek ilmek ördüğümüz yerlerimizden etmeye çalışıyordu, hani şu konumsuzluğun şiddeti. Dünyanın her yerinde, birileri yazarak, çizerek, inatla dünyayı bir hamur gibi daha da açmaya çalışıyordu. Sahi, hangi afişte onurlu olacak bir şey yoktu?


[1] Bu şiddetin bir başka biçimini, eve temizliğe gelen kadınlara yönelen şiddet biçimini Aksu Bora çok güzel anlatmamış mıydı? https://birikimdergisi.com/haftalik/11031/bir-kuru-para

[2] https://www.economist.com/middle-east-and-africa/2023/06/01/ugandas-harsh-anti-gay-bill-is-now-law?utm_medium=cpc.adword.pd&utm_source=google&ppccampaignID=18151738051&ppcadID=&utm_campaign=a.22brand_pmax&utm_content=conversion.direct-response.anonymous&gclid=CjwKCAjwm4ukBhAuEiwA0zQxk6EVc7QUea9EEQDZTDtEnJNHGnWrOGdkmEMTCNBAJbnRJN8Oiph2rhoC9pgQAvD_BwE&gclsrc=aw.ds

[3] Bu konuya dikkatimi çektiği için değerli hocam Tanıl Bora’ya minnetlerimle.