“Ben böyle mi olacaktım?” diye zarifçe kapanır Orhan Veli’nin “Sevdaya mı Tutuldum?” şiiri: ortalığı ayağa kaldırmayan, kimseye –hatta sevilene bile– sataşmayan bir soru bu; kişi sevdaya düşmüş ve gün gün, çoğun farkında olmadan dönüşmüştür. Bu dönüşüm süreci de özneyi o vakte değin yerlisi olmadığı bir hayret diyarına –biraz da zorla, sarsarak– fırlatmış gibidir: sevdadan çok hayretin sancısıdır huzursuz eden. Sanki şimdiye kadarki dünya çözülmüştür de özne her şeyi yeniden anlamlandırmak, tanımlamak, kurmak zorundadır:
“Benim de mi düşüncelerim olacaktı,
Ben de mi uykusuz kalacaktım,
Sessiz, sedasız mı olacaktım böyle?
Çok sevdiğim salatayı bile
Aramaz mı olacaktım?
Ben böyle mi olacaktım?”
Hayretin ilk ve en yoğun tezahürü: “Benim de mi…” Kişiye bir haller olmuş, aklın yelkeni yırtılmış, durup dururken bir yadırgama faslı başlamıştır; kolay değildir, sevdaya tutulmuş, bir olaya maruz kalmıştır. Kişi bir vesile olarak ötekine değil, evvela kendine yakalanmıştır, üstelik hazırlıksızdır… Ve aşka düşenler genelde çalçene olur, başlangıç ve sonlara –ayrılıklara- müthiş bir gevezelik eşlik eder, bizimkisi istisnai bir yerde durur bu açıdan: “sessiz, sedasız mı olacaktım böyle?” Ağzın ayartılarına, konuşma şehvetine karşı nasıl da bağışıklı, ama bir o kadar da kırılgan bir dize bu… Özne ancak “sessiz, sedasız” olduğuna dair kimi sesler çıkarabiliyordur, o kadar. Hayret duygusu sözü kilitlemiş, dili bir sessizlik bölgesine kapatmış, ifade edilebilir olanı ifade edilemezle takas etmiş gibidir (bahsi açılmışken Orhan Veli’deki bu ifade edilemez olanın sahasına Oktay Rifat yerleşecektir, sonra). Uykusuz gecelerin düşüncelerinin ne olduğu bilinemeyecek, bilindiği varsayılsa bile –kelimelerin kifayetsizliğinden ötürü- anlatılamayacaktır: Sessizliğin zevkli tahakkümü... Belli ki arzunun imgeleri maşuktan yansıyarak âşıkta kimi sorgu ve suallere yol açmış, duyguları –dizeleri- birbirine bağlayan soru işaretleri de cevapsız kalmayı kabul etmiştir. Dilsizlik tahakkümünü kıracak, özneyi dışa vuramadığı düşüncelerinin ağırlığından, uykusuzluk krizlerinden çekip alacak olan tek şeyse ironiyle flört halinde olan mizahtır: “Çok sevdiğim salatayı bile / aramaz mı olacaktım?” Sadece özne değil, aslında şiirin kendisi de “sessiz, sedasız” kalma arzusundadır, şiir üçüncü dizeye vardığında pekâlâ kapanabilirdir, ama salata bu kapanma arzusunu ikna eder, tıkanmayı aşar… Hâsılı hayret nöbetinin demir attığı bu salata limanı hayatidir: Bir olumsuzlamayı –salatayı dahi aramamak- üstlense de bu dize geçmişin tanığı ve hatırlatıcısıdır, şiirsel hareketin garantisi olmanın yanı sıra. Her şey paramparça, müphem ve darmadağındır, bir tek o kalmıştır: aramıyordur belki ama yokluğuyla vardır, oradadır: sevilen salata…
***
Orhan Veli’deki bu hayret edimi –ki poetikasının omurgasını oluşturur– belki de en kristal ve yetkin haline, onun muntazam işlerinden biri olan “Ölüme Yakın” şiirinde kavuşur. Ölüme yaklaşmanın gerilimi bu nefis şiiri bir ucundan diğerine kateder. Buradaki yaklaşma süreci aynı zamanda bir uzaklaşma sürecidir de: “çok sevilen salata” da dahil öznenin tecrübe ettiği dünya ağır ağır siliniyor, kimi hatırlatıcılar –dirim imgeleri– aradan çekiliyordur. Zenginlik, tensel-erotik hazlar, şöhret ve hatta politika gibi türlü türevleriyle sevdalara tutulma enerjisi, tüm o vuslat hamleleri yerini ölüme yaklaşma enerjisine, hicran provalarına bırakıyor; hayret etme meziyeti de bu fasıldan payına düşeni alıyordur, kuşlar bile “acaip”tir artık:
“Akşamüstüne doğru, bir kış vakti;
Bir hasta odasının penceresinde;
Yalnız bende değil yalnızlık hâli;
Deniz de karanlık, gökyüzü de;
Bir acaip, kuşların hâli.”
“Benim de mi” hayretindeki solipsizm burada çözülür, şaşkınlık derinleşerek genişlik kazanır: “yalnız bende değil yalnızlık hâli.” Şiirin tonu sakindir, hayret afallatmıyor, aksine idrake teşvik ediyordur. Karanlık deniz de gökyüzü de yalnızdır, ışık namına kalan şeyse bir hasta odasının penceresinden vuran cılız ve loş akşamüstü güneşidir, bu durumda ölüme yakın olan sadece öznenin kendisi değildir, aslında ondan da önce ışığın –günün– kendisi yaklaşıyordur karanlığa. Ve henüz akşamüstü değildir, akşamüstüne doğrudur: günün çekilip akşamın çökmesine daha vardır. Ahmet Muhip Dıranas’ın “hoyrattır bu akşamüstüler daima / gün saltanatıyla gitti mi bir defa” dizelerindeki akşamüstü ya da Edip Cansever’in geriye doğru bir tasfiye işlemi olarak “bir akşamüstünü düşünmek / bir akşamüstünü düşünmekten başka nedir ki” çıkışındaki akşamüstü: tüm bunlar Orhan Veli’nin “akşamüstüne doğru”su ile cebelleşirler biraz da, zamansal bir mağlubiyeti, gecikmişliği belli bir yüceltme edimiyle telafi ederek… Orhan Veli’de ne yaklaşmakta olan akşam hoyrattır ne de çekilen gün bir saltanatın ifadesidir: sıradan akşamüstüler defalarca gelip geçmiş olsa da o akşamüstüne doğru gelen duyuş –ölüm hissi– müstesnadır. Bu müstesna duyuş özneyi daha önce hiç olmadığı kadar kendi varoluşunu sorgulamaya yöneltir:
“Bakma fakirmişim, kimsesizmişim;
-Akşamüstüne doğru, kış vakti –
Benim de sevdalar geçti başımdan.
Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış;
Zamanla anlıyor insan dünyayı.”
Yoksulluk da kimsesizlik de (bu iki motif de Veli’nin şiiri açısından kilit bir öneme sahiptir) mesele değildir artık: fakirmişim, kimsesizmişim, geçelim... Bununla birlikte, “benim de mi düşüncelerim olacaktı” dizesindeki aşk hayreti de çoktan yatışmış, hiç değilse o günkü ağırlığını yitirmiş gibidir: “benim de sevdalar geçti başımdan.” Ne var ki, ifade edilemez olmaktan değil, bu kez içeriğin ve anlamın tükenişinden ötürü sevdayı anlatmaya, dahası yazmaya değmeyecektir; sessiz sedasız olma burada da geçerlidir. Esas bilanço ise “şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış” dizesinde çıkarılır: şiirin en sert dizesidir bu, varoluşun yönelimleri, arzunun tüm hedef imgeleri, hatta o eşiğe kadar yazılmış şiirlerin muhtelif birimleri sıfırlanmasalar bile ciddi bir değer kaybına uğrarlar. Şöhret-miş, kadın-mış, para hırsıy-mış: buradaki –miş, -mış ekleri bir ses akışının, ritim yaratmanın yanı sıra, bir edanın da tezahürüdür. Bu edanın yolu “her şey boş” türünden nihilist bir nidaya varmaz, bilakis her şeyin yeniden değerlendirilmesi için bir imkândır. Bir çeşit küçümseme, hakir görme, hatta sinizm gibi yankılanan bu eda esas itibariyle özneyi oluşturan estetik-ideolojik yanılsamaları, temelsiz anlamları, kimlik kodlarını dağıtır: arzu imgelerinin (şöhret, kadın, para) peşi sıra boşa kürek çekilmiştir. Sıfır noktasında kala kalınmış, başa dönülmüştür. Yüklerin boşalmasına mukabil, son âna doğru daha hafif bir hakikat uç verir, kişi kendi varoluşuyla ve şahsi tarihiyle daha dolaysız bir şekilde karşılaşır: “zamanla anlıyor insan dünyayı.” Hayretin ucu kavrayışa bükülmüştür: İdrak edilen, idrak edildikçe gerilimi boşalan dünyaya ancak bu türden bir hususi jestle varılabilir. Orhan Veli’nin bu jesti daha sonra –hiddet dozu yüksek bir şekilde– Turgut Uyar’da da görülecektir, tarihi ve güncel siyasayı da menziline alarak: “romaymış, bizansmış, cumhuriyetmiş, bilmem neymiş, bahane.”
***
Orhan Veli’de ölüme yaklaştıkça duygularda bir seyrelme olur, üzüntüye dahi yer yoktur, ölümün sahnelenmesi, magazinleştirilmesi askıya alınmıştır. Zira ölüm bahsinde başlıca yatıştırıcılardan biri olan “iyi insan olma” ve huzurla ölüme doğru yol alma fikri sallantıdadır. Bilanço çıkarma süreci çetin bir problemin kapısını çalar, kötülük problemi:
“Ölürüz diye mi üzülüyoruz?
Ne ettik, ne gördük şu fâni dünyada
Kötülükten gayri?”
Şu fani dünyada kişinin yaşadığı şey kötülük olabilir: başkalarının eylemlerinin kurbanı olma anlamında kötülük. Peki ama bizzat öznenin kendi ettikleri, kendi kötülük ve suç ekonomisi: “ne ettik kötülükten gayri?” Orhan Veli’de “yaşamak kolay değildir,” evet ama “ölmek de kolay değildir.” Veli’nin öznesi hiçbir kötülüğün yahut suçun faili değilmiş gibi gözlerini rahatça kapayamayacaktır, zira yaşamak öyle ya da böyle biraz da suç işlemek, kötülük etmektir… Kötülük ve kir ilişkisinde yaşamın değil, ölümün temizleme işlemini üstlenmesi Orhan Veli açısından kabul edilebilir değildir:
“Ölünce kirlerimizden temizlenir,
Ölünce biz de iyi adam oluruz;
Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,
Hepsini unuturuz.”
“Ölünce biz de iyi adam oluruz”: ne kir kalır geriye ne de herhangi bir eylemin sonucu, kişinin kendi kötülükleri sonsuzluğa karışır, zahmetsiz ve sorunsuzca… Sorunsuzcadır zira ister bireysel ister kolektif olsun ne de olsa hiçbir suç hatırlanmayacaktır: “hepsini unuturuz.”[1]
[1] Orhan Veli’nin “Ölüme Yakın” şiiri Nâzım Hikmet’in “Son Otobüs” şiiriyle karşılaştırılmaya müsait. Bunu bir başka yazıda yapmayı umuyorum. Kısaca şu öne sürülebilir bu iki şiirin problemleriyle ilgili: Kötülük perspektifinden bakıldığında Orhan Veli’nin öznesi Nâzım Hikmet’in “Son Otobüs” şiirindeki öznesinden farklı olarak suç düşüncesine sahip bir öznedir, bir başka ifadeyle kirli de olan bir öznedir; kendi mahkemesinden temiz, hatasız ve suçsuz çıkamaz. Nâzım Hikmet’in öznesi ise son otobüs kalkmadan evvel çok daha rahattır, o da bilanço çıkarır: “Yeniden vurdum mihenge inandığım şeyleri / çoğu katıksız çıktı çok şükür.” Kızıl imanda bir sorun, komünist kimlikte herhangi bir sapma yoktur. “Çok şükür”deki ferahlık Orhan Veli’de görülmez, öte yandan, Nâzım Hikmet’te politik-ideolojik inançların mihenk taşına vurulması kapanmakta olan yaşamın doğruluğuna, temizliğine delalet eder: “ne böylesine pırıl pırıl olmuşluğum vardı / ne böylesine hür.” Öznenin kendini “pırıl pırıl” ve “hür” görmesi, yanlışsız bir hayatı sürdürdüğü fikri, elbette mümkün bunlar... “Pırıltılar” da neticede ışıkla ilgilidir, mutlak bir karanlık olarak ölüm de henüz tam olarak yaklaşmamıştır: “iyice yaklaştı bana büyük karanlık.” Orhan Veli’de karanlık ne büyük ne de ihtişamlıdır, kirse kaçınılmazdır, pırıltılardan yana da zaten yoksuldur: “kendi gitti / ismi bile kalmadı yadigâr.”