Sol üzerine, sol hakkında düşünmeye çalışıyorum. Sol/sosyalist düşünce ve hareketin gücünü ve etkisini böylesine kaybetmiş ve gerilemiş olmasının nedenlerini kavramak ve bu durumu aşmak için kendimce sürdürdüğüm bir arayış bu. Bunun için yeni yollar, referanslar, imkanlar, siyaset biçimleri yaratabilir miyiz arayışı. Daha ümitvar, güçlü, kendinden emin, coşkulu ve inançlı hissetmemizi sağlayacak yeni kavramlar ve düşünme zeminleri/araçları icat edebilir miyiz merakı. Bugün toplumsal hayatın kapitalist örgütlenmesinin aşılarak evrensel ve radikal bir değişim/dönüşüm gerçekleştirme talebinin, eşitlikçi ve ortaklaşmacı bir insanlık ve toplum arzusunun köken, dayanak ve gerekçelerini bir de bu açıdan anlama, anlamlandırma çabası.
***
Solu, vicdanın vaat ve potansiyelleriyle, vicdanın daima ertelenen bir zamanda kendini gerçekleştirme usul ve yöntemleriyle bir karşılaşma olarak kavramalıyız, diyorduk. Her türlü ahlak ve yasa buyruğunun çok öncesinde, bir belirsizlik ve öngörülemezlik zemininde en iyi halimin ortaya çıkması için, vicdanın solu beklemesi demek bu. İnsanlığın solu bu nedenle, vicdanın kendi güzergahını kat etmesini ve tamamlamasını sağlamak amacıyla icat etmiş olması demek. Bu yüzden, bir zihniyet, değerler, ilkeler ve düşünme çerçevesi olarak solun icat edilmesinin kaçınılmaz oluşuna işaret etmek. Ucu açık bir ruhsal yatkınlık, süreç, yapı ve tutum olarak mütemadiyen edimselleşmeyi, o edimselleşme sürecinde/hareketinde vücut bulmayı bekleyen vicdanın, tam da bunun için sol değerler zeminine, solun ütopya tutkusuna/arzusuna muhtaç olması demek. Aynı zamanda, sağ/muhafazakar ideoloji ve hareketlerin yapısal olarak ne uygun olduğu ne de göze alabildiği bir şeyden söz ediyoruz demek ki. Ya da sağın/muhafazakarlığın kısa mesafelere ayarlı mantığından, bir tür pragmatizme, “eser siyasetine”, ırkçılığa, yabancı düşmanlığına kaçmasının/sığınmasının kaçınılmaz oluşundan. “Solcular vicdanlı olur” ya da “vicdanlılar solcu olur”un ötesinde bir şeyden söz ediyorum.
Solun bu konumunun farkında olması aceleciliğinin, kısa erimli ve nihayetinde beyhude başarı ve zaferlerin peşinde kendini yorup durmasının, aşırı gayretkeşliğinin de panzehiri olmayacak mıdır? Çünkü sol tam da bundan kurtulabildiği, kendini geride tutmaya tahammül edebildiği, sükunetini koruyabildiği, insanın vicdani potansiyel ve güçlerinin kendini gerçekleştirmesi, vicdanın kendini mümkün kılması için bir zemin/çerçeve/bağlam olabildiği ölçüde asıl sesine/sözüne/kuvvetine kavuşacaktır. Solun kendini bekleyen yerine yerleşmesidir bu.
***
İnsan kendini, deyim yerindeyse bir hiçten/hiçlikten adım adım var eder, kendine bir iç dünya yaratırken daima bir dengeyi, ahengi gözetiyor. Kendi zamanını bekleyerek oluşan her yeni yapı ya da işleve, onların gerisinde açılan boşluğu onarma çabası eşlik ediyor. Sanki gereğinden fazla ilerlemişiz, bir aşırılığın ayartısına kapılmışız da geriye dönük olarak bunu telafi etmemiz, ortalığa saçılanları bir düzene sokmamız gerekiyormuş gibi. İnsanın zamanına belli bir döngüsellik niteliği veren şey bu. Örneğin, çocuksu ve bastırılmış arzu ve isteklerin etkinleşmesi sonucunda ortaya çıkan bilinçdışı suçluluk duyguları, aynı zamanda süperegonun, “sağlıklı/normal” süperego işlevlerinin tutarlı bir bütün halinde ortaya çıkması için ödediğimiz bir bedeldir. Ya da, saldırganlık dürtülerinin süperegonun tesis edilmesi/inşası aracılığıyla yüceltilmesi ve bunun da suçluluk biçimini alan daha fazla ve şiddetli bir ıstıraba yol açması. Benzer bir şeyden söz ediyorum; vicdan biçimini alan bir yük ve sorumluluğu üstlenen insanın, bunun için solu icat etmesi, o yük ve sorumluluğu böylece temsil etmesi, ete kemiğe büründürmesi, kolektif bir tasarı olarak önüne yansıtmasından. Solun iç dünyalarımızdaki -öyle de söyleyebiliriz- kökenlerinden, karşılıklarından.
***
İnsanlığın tekrar ede ede, her seferinde yeni biçimler ve araçlar icat ederek sürdürdüğü eşitlik, kardeşlik ve özgürlük mücadelesi bir açıdan da insanın kendini kendi hayatının ve tarihin öznesi/faili yapma mücadelesi değil midir? Devlet, millet, tanrı (ve onların temsilcileri) gibi daima kendiyle özdeş ve ebedi varlıklara devredegeldiği o hak, işlev ve konumu geri alma, üstlenme mücadelesidir bu. İnsanın sürgün edildiği edilgen konumu terk etme, kendini siyasetin öznesi mertebesine yerleştirme mücadelesidir. Demek, mevcut eşitsizlik, baskı ve egemenlik biçimlerini ortadan kaldırma mücadelesidir. Yoksulluğu, baskı, sömürü ve egemenlik biçimlerini asıl olarak ve öncelikle insanlıktan çıkaran, insanı yerinden eden, insanı aşağılayan, insanlık haysiyetini ortadan kaldıran ilişki ve yapılar olarak görme ve onları asıl olarak bu nedenlerle yok etme mücadelesidir. O mücadele önceden varolan, hazır failler olarak yoksulların, işçi sınıfının mücadelesi ve siyaseti olarak düşünülmemelidir demek ki. En geniş anlamıyla insanlık mücadelesidir, en çok da günümüzde insanlığın varkalma, yeni bir insanlık zemini ve ufku yaratma mücadelesidir. Bunun için mücadele edenleri eşzamanlı olarak yaratan, bu anlamda bütün toplumsal grup ve sınıfları önceleyen bir mücadele.