Bu mecranın yazar ve okurlarının da hatırlayacağı yazar Ahmet Çiğdem’in yeni kitabının adı Sadakat Güzergâhı (Ankara: Vulgus, 2023). Burada bir “borç”tan ve bunun ödenme yükümlülüğünden söz ederek işe başlıyor Çiğdem.[1] Sadettin Elibol’dan Fazlurrahman’a, Peyami Safa ve Erol Güngör’den burada ne işi olduğu ilk bakışta belli olmayan Murat Belge’ye kadar çeşitli “kamusal aydınlar” (eski deyimiyle “püblisist”ler) hakkında gözlemler ve saygılı, genellikle “kurtarıcı” ve az da olsa “torpilli” değerlendirmeler buluyoruz kitapta – ama hileli diyemem. Çiğdem’in bir önceki kitabı Mucizenin Etik Uğrağı’na pek ısınamadıydım, bir kışkırtılmış ve kontrollü darbeye karşı en az darbenin kendisi kadar meşkuk bir “direnişi” mucize olarak takdim etmesinden mi, yoksa üslubunun aynı anda hem fazla profesörce hem de azıcık hikemî olmasından mı, bilmiyorum. Yaklaşamadım, bana çok zevk veren dostluğumuzun devam etmesini yeğledim.
Başka bir yazıda, Çiğdem’in eski kitabı Taşra Epiki’nde tanımladığı ve Sadakat Güzergâhı’nın bazı protagonistlerine (çünkü kitabın sahiden “romanesk” bir yanı da var, seversiniz, Tanıl Bora’nın Demirel’i gibi) teşmil ettiği “kavruk Anadolu delikanlısı” tipolojisi üzerinde durmak istiyorum. Sadettin Elibol figürü dolayımıyla ortaya çıkan bazı dost (Çiğdem’in dostu, “onun mahallesinden”) değerlendirmelere değineceğim. Bu arkadaşım, ki Ulus Baker’in de çok yakınıydı, ikisi birlikte beni hiç garabetten yoksun bırakmadılar, kendim yetmezmişim gibi. Ama önce “sadakat” hakkında konuşalım.
***
Ahmet Küskün’ü şefkatli, alçakgönüllü ve aynı anda hem üzüntülü hem muzip gülümsemesinden nerdeyse daha önce sadakatiyle tanıdım. Üstelik bu bakımdan sivrilmiş olduğunu kolayca iddia edemeyeceğimiz İletişim Yayınları’nın Ankara ofisinde! Çiğdem o sırada hastalığı yeni başlamış müteveffa arkadaşım Hasan Ünal Nalbantoğlu’na (ne yazık ki o da Çankırılıydı) koşturuyor, Ulus Baker’in “pratik” işlerine yardımcı oluyor ve henüz elden ayaktan düşmemiş olan benimle de spor konuşuyordu, mümkünse tenis ve NBA. (Bana her zaman çok sıkıcı gelen ama derin saygı beslediğim Jürgen Habermas hakkında çok şükür konuşmadık. Seyyid Kutup veya Hamidullah[2] hakkında da. Üç cümleden ileri gidemezdik. Ama sonradan anladım ki “biz” bakmadan bunları “hatmetmiş.” Bu son kelime hakkında çok kuşkuluyum.) Çiğdem kendisinin “sağdan”, milliyetçi-mukaddesatçı bir “kavruk” habitustan geldiğini bu kitapta olduğu gibi açıkça söylerken bile, bir vakitler yan yana, hatta iç içe olduğu “Birikim çevresine” sadakatini yitirmedi. Kitaptaki “Murat Belge” bölümü bunu gösterir. Ama kendisi aynı vefayı gördü mü?
Türkiye’de sol çevreler çoğu zaman İş Bankası Yönetim Kurulu toplantılarına veya 1938 sonra SBKP Politbürosuna benzerler: hiçbir sıkıntının açıkça konuşulduğu, bir argümantasyona konu olduğu görülmemiştir. Her şey geçiştirilir, dostlar ve nomenklatura mensupları arasında bile şifreyle konuşulur ve “önümüzdeki maçlara bakılır.” (Bu soldan ne çıkar? Çorum[3] ve Çankırı’dan bile çıkıyorsa buradan da çıkar herhalde.) Ahmet Çiğdem de komik bir fotoğrafta, henüz başbakanken Toledo Ahmet’in “münevverler sofrasında” üstelik arkaya bize doğru bakıp mahcupça gülümserken görüldü. Ve bir anda kendi eski mahcubiyetlerimizi (ya da “suçluluklarımızı”) oraya boca ediverdik.
***
Niçin çıkmıyor? En kazık soru. İklim rol oynamamış olamaz, diyeceğim ama alay konusu olup anında püskürtüleceğimin de farkındayım. Şu halde sonraya ertelediğim bir “kavruk delikanlı” fenomenolojisine ihtiyacımız var, Çiğdem’in “içerleme” diye gayet güzel tercüme ettiği ressentiment’ın (hınç, haset, imrenme, kararma vs.) bu kitapta beliren tezahürlerine daha yakından bakmaya. Bu ilk kısımda sadece Cemil Meriç vakasına değineceğiz, Çiğdem’in de hakkında sertçe eleştirel olmaktan çekinmediği pırıltılı yazar. Bir homo sententiosus olarak sunuluyor. Terim bir neolojizm değil ama Çiğdem’in icadı: “Tumturaklı laflar, hakikatli vecizeler sahibi; güzel kelâm insanı,” diye tanımlıyor. Buna “yargılayıcı, tepeden bakarak ahlakçı önyargılar yürüten” gibi yan anlamlar da eklenebilir. Niçin çok tanıdık geliyor, anlamıyorum.
İlkin güzel şeyler söylüyor Çankırılı dostum, Bu Ülke’nin büyük retorikçisi hakkında. Yazara dair hiçbir şey duymadan (oysa Meriç bizim Ragıp Zarakolu’nun uzaktan akrabasıydı ve “biz”, bugünün 70+ solcuları, adamın 1938 öncesinde Hatay Komünist Partisi Genel Sekreteri olduğunu bilirdik 60’lı yıllarda, bu da bugünün haset dolu güzel deyimiyle bizim sol “kültürel sermayemizdi”) okuduğu Bu Ülke yazarının kendi gençliği üzerindeki etkisini de şöyle anlatıyor Çiğdem: “Bir yaşından sonra görme melekesini kaybetmesi, gençliğinde ve sonrasında çektiği maddi ve manevi çileler, eski sosyalistliği [!] ve yeni ‘sağcılığı’, sağcılık denmese de artık orada değil, ‘burada’ olmayı tercih etmesi, en önemlisi de, bir hayli çekici ve bir hayli saldırgan yazı üslubu etkili olmuştu kamusal bir figüre evrilmesinde.”[4] (s. 57) Demek solculuğa hiç yakınlık hissetmediği o kavruk ressentiment yıllarında Meriç’in eski sosyalistliği, başka, “sağcı” özellikleriyle birleştiğinde, arkadaşım için çekici bir kombinasyon oluşturmuş. (Ben kendim böyle şeyleri hayatta değil romanda severim, hayatta gördüğümde elim mutfak çekmecesine gider. Zararlı çıkan ben olurum.) Demek o zamandan da Çiğdem’i kendi bildiklerinin ve hissettiklerinin ötesine ya da yanına iten şeyler, bazı kayma ve kımıldanmalar varmış hayatında.
Şu halde yoksunluğu, acıyı ve acı çekeni seviyoruz, ya da ona dehşetli saygımız var, karşısında dilimiz tutuluyor. Evet ama Çiğdem konuşmaktan, saygısızlık etmekten geri durmuyor. “Cemil Meriç’in bana vadettiği belirgin, açık ideolojik ya da politik bir duruş yoktu,” diyor, “Ve sağdaki bir insanı kendi öncülleri konusunda yeniden düşünmeye ‘zorlayan’ bir tavırdan da söz edilemezdi.” Daha genç arkadaşlarımın tek tırnak, çift tırnak cümlede nerede ve niye kullandıklarını hiç anlamadım, polis çağırsam da faydası olmayacaktı, italik unutulmuştu, Tanıl Bora ve Veysi Sarısözen tırnakları kaplamıştı sayfaları. Demek Küskün’ü tekrar düşünmeye zorlamamış. İdeolojik netleşmesine çok şükür hiçbir katkıda bulunmamış. Küskün “zaten bulunamazdı” demeye getiriyor, sebeplerini aşağıda göreceğiz, ama olsun, kalıcı bir “zarar” vermemiş olmasıdır önemli olan. Ya bir de onu kendine benzetseydi! Benim her konuyu hâlâ en rahat ve zevkli konuştuğum kişi ya şunlardan ibaret kalsaydı!
Nitekim gençliğimin bir hayli dar ve taşralı evreninde Batı karşıtlığı, Osmanlı yüceliği, dinsel saflık ve “bin cihana değişilmez öksüz Türklük” fikri, Cemil Meriç tarafından üstelik büyülü bir şekilde beslenmekteydi. Mesela: “Yobazlık. Şark’ın nefis müdafaası. Yobaz samimiyet; yobaz kendini bir nass’a hapseden idrâk; bir nass’a yani sonsuza. Yobaza düşmanlık, tarihe düşmanlık. Yobaz biziz, en güzel taraflarımızla biz” (58).
Bu Ülke’den önce Umrandan Uygarlığa kitabını 80’lerin hemen başında okuyanlar için bu türden pasajların cazibesine kapılmak zordu, hele “Âli Paşa’nın Vasiyeti”nin tercüme/mealini okuduktan sonra. Ama bu mızraklı ilmihal üslubu Çiğdem’e de o yıllarda bile ne kadar yakın gelmiş olabilir ki, o “kavruk içerlemiş” halinde bile? Çünkü genç adam anladığım kadarıyla soruyordu da. Bu “öz-sorgulama” sürecine dair bu kitaptan pek bilgi edinemiyoruz ama sonunda şuraya vardığını görüyoruz: “Cemil Meriç, hesaplaşmasını, sosyal bir temellendirme yahut ideolojik tahkimat sebebiyle değil, başından beri sürdürdüğü kavganın genel içerleme vokabülerine katkı için gerçekleştirir” (s. 61). (Niçin bana hiç yabancı gelmiyor bu haset sözlüğü?) Sonraki yargıları daha da sert Çiğdem’in:
Dili, moral olanın emrine vermeye hazırdır. Söyleyişin işaret ettiği olgusallığı açıklamak şöyle dursun kuşkulu hale getirdiğini bile göremiyordur (…) “Bir neslin yüz akıdır Kemal Tahir. Türk düşüncesine ufuklar açmıştır. Türk romanının en yiğit, en büyük temsilcisidir. Belki de çağdaş romanın demeliydim.” Bu yargıların hemen hepsinin açıklanmaya ihtiyacı var; yazarın niyetinden bağımsız ve nesnel olarak ortaya çıkan bir ihtiyaç bu. Hiçbir ihtiyat payı bırakmamaları doğruluklarının garantisi değil (…) tartışma kapısının kapatılması… (s. 63)
Sententious demişken, kitabın Meriç kısmının en ilginç ve bence hazmedilmemiş, eleştiriden geçirilmemiş yönü, Meriç’in hem “kavruk delikanlının milli fantazmalarını” besleyen ve parlatan yazar olarak sunulması hem de sonuçta onun da “ecnebi” olduğunun, Bu Ülke yazarının aslında bu ülkeden (“bizden”?) olmadığının öne sürülmesi: “Son tahlilde [Ahmet, Ahmet…] Bu Ülke’nin yazarı, aslında bu ülkenin yabancısıydı; başka bir dil ve kültürel iklimde [Paris] yaşadı ve bu ülkeye döndükçe hayal kırıklıkları arttı. Bir konfor alanı [Amerikalı mıyız?] yaratmak isteyip geleneğe ve dine müracaat ettiğinde İbn Haldun ve Ali Şeriati’den daha fazlasını bulmuş sayılmaz.” Fena mı bunlar? Erol Güngör veya Mümtaz Turhan veya Nevzat Kösoğlu bu kadarını da hazmedebildi mi? Gözümüz çok yükseklerde olmamalı, lükse kapılmamalıyız, kavruk bizlerle dolu şu fakir memlekette.
***
Sevgili dostumun kitabında (öncekilerde de) dikkatimi çeken bir nokta, tartıştığı konularda söz almış başka yaşıt ya da çağdaş yazarlara referans vermemesi, onların düşüncelerini devreye sokmaması. Bu anlaşılabilir, tartışmayı daha da içinden çıkılmaz hale getirmek istemiyordur. Zorluğu ben de sevmem. Yine de Çiğdem çapında bir yazardan Meriç bahsinde mesela bir Nurdan Gürbilek referansı da görmek istiyor insan (aslında meselası filan yok). Gürbilek’in Meriç (ve taşra) hakkındaki güzel ve doğurgan yanlışları her zaman geliştiricidir. Ama sanıyorum Çiğdem de biraz benim gibi kadın yazarlara pek tahammül edemiyor. Telafisiz bir yetersizliktir bu. Peşinden homofobi de gelebilir. Kürt, Ermeni, Süryani, Keldani, Şii, hatta terli işçi düşmanlığı da. Çiğdem’in yazılarını zaman zaman yayınlayan milliyetçi-mukaddesatçı Karar gazetesinde hepsinin defilesini izliyoruz.[5]
Gerçek şu ki Ahmet Çiğdem nice kavrukluk yıllarından sonra, Gazi Üniversitesi’ndeki değer-bilmez sağcılar yüzünden mecbur kaldığı Kıbrıs’ta hocalıktan filan sonra, şu anda, hâlâ bir ayağının bastığı, hem de tam merkezine bastığı “sağ” camianın saygın ediplerinden, muharrirlerinden, düşünürlerinden biri olarak anılıyor. Ben de olsam geri çeviremezdim, zerre kadar maddi fayda sağlamadığı apaçık olsa da. Bu bakımdan dostumun yeni kitabı hakkında ilk değiniler de Karar yazarlarından geldi (Akit’te veya Yeni Şafak’ta veya Yeni Çağ’da veya Sözcü’de bir şey çıktı mı, bilmiyorum). O kadar önem veriyorlardı ki Çiğdem’e, kitabı sonuna kadar okumayı boş verip hemen girişmişlerdi kutlamaya. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Kiras da Ankara Temsilcisi Yusuf Ziya Cömert de nedense kitaptan çok kendi anılarından söz etmek istemişler ve bunu da (özür dileyerek) itiraf etmekten geri durmamışlardı. Ve Çiğdem’in nurtopu gibi gündeme getirdiği o “kavrukluk” sorununa hiç bulaşmadan.
Şu sonuca varmak durumunda kaldım: Bu kişiler Çiğdem’i okumamış, okumaya gerek görmemişlerdir ve zaten vakitleri de yoktur, meşgul insanlardır, dedim ama … okumamanın da çeşitleri var. Ahmet’in kitabı “Sadettin Elibol: Sınıfsız Dünya” bölümüyle başlamıştı. Çankırı’dan ortaokul hocası olan Elibol’un bu kitabının etkisinde nasıl kaldığını anlatıyor:
Elibol’un ilk kitabı, çok şiirsel, çok kışkırtıcı bir başlığa sahipti: Sınıfsız Dünya. Gizliden âşık olduğum yaşça benden büyük kapı komşumuz Nurcan, beni solcu yapmayı kafasına koyduğu için bazı broşürler ve Politzer okutmaya çalışmıştı ama bu kitap başkaydı. Sınıfsız toplum değil, sınıfsız dünyaydı söz konusu olan. Hedef belli bir toplum, bir toplum değil, bütün dünyaydı. Bir düzen yaratılacaksa bütün dünyada geçerli olmalıydı. Bir taraftan tanıdık sesler vardı; vahiy, erdem, erdem toplumu, vahyin düzeni, aşk toplumu, mutlakçı vahiy ülkesi, kalp adamı, vs. Diğer taraftan Samiha Ayverdi, Arif Nihat Asya, Remzi Oğuz Arık ve Mehmet Kaplan’da tabii olarak görmediğim, görsem de “yanlış yerdesiniz” levhasıyla uyarıldığım ATÜT, yabancılaşma, artı-değer, sömürü, burjuvazi, emperyalizm gibi kavramlar (11-12)
Şimdi de sayın Yusuf Ziya Cömert’in şu yorumunu okuyalım, Karar’dan (3 Eylül 2023): “Herkesi ayrı ayrı sınıflara sokan sol düşüncenin baskın olduğu ideolojik ortamda sınıfsız bir dünya tasavvurunu zihnimize yaklaştıran…” Demek Çiğdem’in denkleminde Samiha Ayverdi, Boğaziçi köşkleri ve Arif Nihat Asya’nın karşı kutbunda yer alan, Sadettin Elibol’un gündeme getirdiği “sömürü” veya “artık-değer” kavramlarının oralara hiç uğramamıştır bu değerli münevver ki, yazılarında kendi geçmişini anarken “solcu” olmaktan da söz ediyordu. Ama “sınıfsız toplum” fikrinin tam da sınıflı toplumdan, o toplumdaki sınıfsal karşıtlıklardan türediğini bilmeyecek, bilmek istemeyecek kadar da tasasızdı. Bana yaşlı ve eski solcu bir dostumun acıklı durumunu hatırlattı bu: Yollarda devasa SUV’ları, Jaguar, Lincoln ve Maybach marka otomobilleri gördükçe (daha doğrusu yanındaki kişi ona bunların birkaç milyon TL veya dolar değerinde mallar olduğunu söyleyince) “Kim bu insanlar!” diye parlıyordu, “nereden buluyorlar bu paraları!” Ankaralı olmadığı halde bütün küçük memurlar gibi kendisinin, kendi gelir düzeyinin ölçü ya da standart olduğunu sanmaktaydı. Onun altındakilere güçsüzce üzülüyor, üstündekilerin varolduğunu bir tür kabul edemiyordu. Bir keresinde de bana şey demişti: “Ben bu Marx’ın ekonomi yazılarını sevmem, favorim Manifesto ve Brumaire’dir.” Ekonomi-politiksiz Brumaire? Kafeinsiz kahve? Kellesiz devrim?
Bu hamur daha çok su kaldırır.
[1] “Bu kitap, kabaca ve bir iki istisnasıyla, 1978-83 yılları arasında okumaya çalıştığım, o zamanlar güçlü tesirleri altında kaldığım ve şimdi de beni hâlâ etkilediğini sandığım bazı metinler üzerinedir,” diye başlıyor kitap. Ben o “bir iki istisnanın” kimler olduğunu kitabı okuyunca da çıkaramadım ama olsun. “Etkilenmek”, diyor sevgili genç arkadaşım, “burada, aslına bakılırsa, yetersiz bir kavram, çünkü burada etkiden çok bir istikamet tayininden söz ediyorum.” “Vaav” diyorlar olmayan Gülhane Parkının muhayyel bir bankında yanımda oturan genç oğlanla kız, ben Ahmet’in satırlarını yüksek sesle okurken: “Vaav!” Ama orada kalmıyor sadakat bildirimi: “Sonradan tuttuğum yolun büyük oranda buradaki metinlerce belirlendiğini gördüğümü ifade edeyim. Söylemek bile fazla; aslında imkânsız bir işe kalkışıyor ve bu metinlerin yazarlarına borçlarımı ödemek ve teşekkür etmek istiyorum.” Haşşööle! Ama durmuyor, o da azın, eksiltinin erdemini bilmeyen kuşaktan: “Bu borcun ödenip ödenemeyeceği ayrı bir konu ama dile getirilmesi, kaydedilmesi sanırım beni daha huzurlu kılacak” (a.b.ç.). Belki ancak böyle tanımlayabiliriz ustalarımızla ilişkimizi, borcu gerisin geri onlara yüklemeden.
[2] İsmet Özel’e 1972’de “sana ne oldu böyle?” diye sorduğumda, “Porofesör Hamidullah’ı okudun mu” diye cevap verdiydi.
[3] İzzet Yasar, bir Çorumlu olan Komet’e şey derdi: “Çorumlunun Çorumluya ettiğini, Çorumlu Çorumluya etmez.”
[4] Rahmetli Ünal sağ olsaydı, “Uzun etme çocuğum,” derdi, “seni mi etkiledi bu özellikleriyle adam, yoksa efkar-ı umumiyeyi mi?”
[5] Gazetenin ilk yayın yönetmeninin milliyetçilikle veya “ılımsız” bir mukaddesatçılıkla pek ilgisi olmadığını çok iyi bildiğim şair dostum Mehmet Ocaktan olduğunu ve Pazar günleri çıkan müzik yazılarını zevkle okumaya devam ettiğimi belirtmeliyim.