Karşılıklı İşlenen İnsanlık Suçları
Ahmet İnsel

Hamas’ın, 7 Ekim sabahı erken saatlerde, İsrail’de askeri ve sivil hedeflere yönelik başlattığı saldırı, 1948’den beri “yabancı silahlı güçlerin” İsrail toprakları içine girerek gerçekleştirdikleri ilk eylemdir. “Yabancı silahlı güçler” tanımı, Hamas’ın terör örgütü olarak değerlendirilmesi tartışmasından bağımsız, nesnel bir duruma işaret ediyor. 1967’de Arap ülkelerinin silahlı güçleri İsrail’in BM tarafından tanınan sınırları içine girememişler ve savaş Suriye, Ürdün ve Mısır topraklarının İsrail ordusu tarafından işgal edilmesiyle sonuçlanmıştı. Altı Gün Savaşı’nın sonunda İsrail’in işgal ettiği topraklar, İsrail devletinin uluslararası kabul görmüş sınırları içindeki topraklarından iki buçuk misli büyüktü. 1973 savaşı bu işgal edilmiş topraklarda, Golan tepelerinde ve Sina Yarımadası’nda gerçekleşti. İsrail, Sina Yarımadası ve Gazze Şeridi’nden çekildi. 1967’den beri Batı Şeria, Golan Tepeleri ve İsrail’in yeniden işgal edip ardından 2005’te askeri varlığını geri çekmesine rağmen Gazze Şeridi, uluslararası hukuk açısından İsrail’in işgal ettiği topraklar olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla 7 Ekim 2023’te Hamas’ın başlattığı saldırıyı, devam eden fiili savaş hali içerisinde değerlendirmek gerekiyor. Fiili savaş hali, iki tarafın da eylemlerinin, eğer varsa, savaş suçu ve insanlığa karşı suç kategorileri içinde yargılanmalarını mümkün kılar.

Hamas’ın silahlı güçleri ve esas olarak İzzettin El Kassam Tugayları bu defa ilk kez karadan İsrail topraklarına girebildiler, bazı askeri mevkileri kısa süreliğine de olsa işgal ettiler ve 300’ü asker olmak üzere 1400 civarında insanı öldürdüler. Öldürülen sivillerin arasında bebekler, kadınlar, yaşlılar ve göçmen işçiler de var. Hamas ayrıca aralarında bebek, çocuk ve yaşlıların olduğu, 200 civarında sivili rehin aldı. İsrail kaynakları bu saldırıyı gerçekleştiren 1500 civarında Hamas militanının öldürüldüğünü belirtiyor.

Bu fiili savaş ortamında, Hamas’ın silahlı militanlarının önceden planlanmış biçimde, evlere girip kasten sivilleri öldürmeleri tartışmaya mahal bırakmayan savaş suçlarıdır. Bu suçları işleyen kişilerin ölmüş olması, onlara emir veren ve yönlendiren sorumluların da suç ortağı olduğu olgusunu ortadan kaldırmıyor.

7 Ekim’den sonraki günlerde, Hamas’ın örgütlediği ve yönettiği bu eylemlerin terörist eylemler olduğu iddiası, zaten birçok Batı ülkesinin Hamas’ı terör örgütü olarak kabul ettiği hatırlatması eşliğinde, sadece İsrail tarafından değil, birçok Batı hükümeti tarafından süratle öne sürüldü. Ardından İsrail ordusunun Gazze’de sivil hedefleri bombalaması, binlerle ifade edilen ve sürekli artan sayıda insanı öldürmesi, bir milyona yakın insanı Gazze’nin güneyine göçe zorlaması, iki milyondan fazla insanın yaşam hakkını tedit eden ağır bir abluka başlatması, bu kez Filistin örgütleri ve Filistin davasını destekleyenler tarafından bir devlet terörü olarak teşhir edildi.

Terör eylemi, terörist örgüt ve devlet terörü suçlamalarının karşılıklı olarak havada uçuştuğu bu büyük insani dramda, terör gibi epey muğlak bir kavrama takılmayıp, yürürlükteki uluslararası hukuka göre açıkça suç olarak tanımlanan eylemler repertuarına başvurmak gerekiyor. Bu repertuardaki kavramlar terör, terörizm, terör örgütü değil, saldırı suçu, savaş suçu, insanlığa karşı suç ve soykırımdır. 7 Ekim’den itibaren, bir yanda Hamas ve diğer bazı Filistin örgütleri, diğer yanda İsrail Savunma Güçleri tarafından karşılıklı olarak gerçekleştirilen ve sivilleri hedef alan saldırılar, bombalamalar ve katliamlar tartışmaya mahal vermeyecek açıklıkta savaş suçlarıdır. Kibbutzlarda yüzlerce sivilin öldürülmesi ve rehin alınması, Gazze’de binlerce sivilin bombardıman altında ölmesi, okul, hastane, ibadethane gibi mekânların bombalanması, bir milyona yakın insanın zorunlu göçe maruz bırakılması ve bütün bu suçların tasarlanmış biçimde ve kitlesel ölçekte işlenmesi, birçoğunun insanlığa karşı suç olarak değerlendirilmesini mümkün kılıyor.

Buna karşılık, bazı ülkelerin ulusal ceza hukukunda yer alan terörizm ve terör suçlarının (Türkiye’de Terörle Mücadele Kanunu), uluslararası hukukta yeri olmadığını hatırlatmakta yarar var. Terör, siyasal amaçlarla yaygın biçimde kullanılan, tanımı ve kapsama alanı son derece değişken bir kavram. Örneğin günümüzde içinde Türkiye’nin de yer aldığı İran, Rusya veya Çin gibi otokratik rejimlerde, yürürlükteki rejime veya iktidara karşı çıkanlar terörist olarak damgalanıp, son derece ağır cezalara çarptırılabiliyor. Herhangi bir şiddet eylemine girişmediği, katılmadığı veya desteklemediği halde “terör”den yargılanıp ağır hapis cezalarına çarptırılmış insan sayısı açısından örneğin Türkiye dünyada en ön sıralarda yer alıyor. Bugün sadece otoriter rejimlerde değil, hukuk devletinin yürürlükte olduğu demokratik ülkelerde de “terörizme karşı mücadele” temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, hatta muhaliflerin hedef gösterilmesinin başlıca gerekçelerinden biri olarak kullanılıyor. Bu nedenle, her ne kadar Hamas’ın 7 Ekim saldırısı İsrail toplumunda bir dehşet ortamı yaratmayı amaçlaması bakımından bir terör eyleminin özelliklerini taşısa da, bu katliamlar –sivillerin kasten öldürülmesi– esasen süregiden bir savaşın parçası oldukları için savaş suçlarıdır. Böyle bir niteleme bu suçların uluslararası hukuk açısından ele alınabilmesi için bir gerekliliktir. Bunların ayrıca sivil bir topluluğa karşı gerçekleştirilmiş genel ve sistematik bir saldırı olduğu ispat edilirse, insanlığa karşı suç olarak da pekâlâ nitelendirilebilirler.

Aynı şey İsrail’in Gazze’de yürüttüğü ve kitlesel sivil ölümlerine yol açan karşı saldırısı için de geçerlidir. Hatta kolektif cezalandırma yöntemiyle büyük bir sivil nüfusu kısmen imha etmek, sivil hedefleri bilerek bombalamak ve belli bir grubu yaşadığı yerden topluca sürmek eylemlerinin insanlığa karşı suçtan öte soykırım olarak tanımlanması da mümkündür. 7 Ekim’den beri, sadece Gazze’de değil, Batı Şeria’da da, daha sınırlı sayıda olmakla birlikte siviller, İsrail Savunma Güçleri ve ırkçı İsrail İçişleri Bakanı’nın himayesindeki yerleşimci milisler tarafından öldürülüyor. Serebrenitsa’da işlenen katliamın uluslararası hukuk tarafından soykırım olarak nitelendirilmesi bugün bütün bu katliamlar için önemli bir emsal teşkil ediyor.

***

1948’de Filistinlilerin bir kısmının yaşadıkları topraklardan kovulmasıyla başlayan ve İsrail’in 1973’ten beri yürüttüğü ilhak amaçlı işgal politikasının uzantısında yer alan bu çatışmada, artık çatışan tarafların birbirlerini insanlık dışı yaratıklar olarak gördükleri bir aşamaya gelindi. Bunun sonucu, iki devletli veya aynı devlet içinde iki bölgeli bir federasyon biçimindeki çözümün gerçekleşme imkânının düne nazaran bugün çok daha zor olmasıdır. Ayrıca İsrail’de yaşayan iki milyon Filistinli ve Batı Şeria’da işgal edilmiş topraklarda yaşayan yedi yüz bin İsraillinin varlığı da yeni büyük göç ve tehcir dalgaları olmadan her iki çözümün de gerçekleşmesini zorlaştırıyor. Zaten İsrail’in haritadan silinmesini ilke olarak benimsemiş Hamas gibi radikal İslâmcı-milliyetçi örgütlerle, Akdeniz’den Ürdün’e Tevrat’taki Büyük İsrail’in topraklarına sahip olmayı İsrail’in temel varlık nedeni olarak tanımlayan radikal milliyetçi-dinci hareketlerin belki hemfikir oldukları yegâne konu bu iki çözüm biçiminin de karşılıklı reddedilmesidir. Bu iki kimlikçi köktenciliğin siyasal alanda kurdukları hakimiyetin doğal sonucu olarak, kin ve intikam duygularının, korku ve saplantılı tutkuların iki tarafta da toplumsal tahayyülü büyük ölçüde esir aldığı ortamda barışı tasarlamak çok daha zordur ama her şeye rağmen elzemdir.  

Bu çatışmanın ne yönde ilerleyeceğini şimdiden öngörmek mümkün değilse de, asgari bir barışın tesisi için uluslararası topluluğun atması gereken adımların ilki, elbette ateşkesin sağlanmasıdır. Ama BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan ateşkes çağrısının “İsrail’in güvenlik nedeniyle saldırı hakkı” belirtilmediği gerekçesiyle ABD tarafından veto edilmesi, İsrail’in Hamas’ı yok etmek amacıyla Filistin halkına çok ağır bir insani bedel ödetmesine ABD’nin göz yummaya hazır olduğunu gösteriyor. Bunu ABD Başkanı Biden’ın İsrail’e “eşi görülmemiş bir silah yardımı” yapmak için Kongre’den destek isterken, bu desteği “Amerika’nın güvenliğine nesiller boyu fayda sağlayacak akıllı bir yatırım” olarak değerlendirmesi teyit ediyor. 7 Ekim’den sonra sadece bölgede değil, dünyanın farklı yerlerinde yeni bir şiddet, korku ve baskı dönemi başlayacağı ve bunun sadece İsrail-Filistin çatışmasıyla sınırlı kalmayacağının somut işaretleridir bunlar.

Bu son derece karamsar gelecek beklentisine rağmen, olası bir barış perspektifi açısından bugün ihmal edilmemesi gereken bir girişim, karşılıklı işlenen bu ağır suçların Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde hızla ele alınmasıdır. Bunun yanında, insanlığa karşı suç, savaş suçu ve soykırım suçu gibi zalimane suçları işleyenler hakkında uluslararası hukukun artık devletlere tanıdığı evrensel yargı yetkisinin kullanılması için mücadele etmek de mümkündür. Ama devletlerin iç işlerine müdahale yasağı bu yetkinin kullanılmasını sınırlıyor. Buna karşılık, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) tam da 7 Ekim’den itibaren karşılıklı olarak işlenen ağır suçların ele alınacağı asli merci olarak öne çıkıyor.

İsrail her ne kadar tanımasa da, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 2012’de Filistin Ulusal Yönetimi’ne “üye olmayan, gözlemci devlet” statüsü tanıdı. Bu sayede, 2015’te Filistin Ulusal Yönetimi UCM’nin kurucu antlaşması olan Roma Statüsü’nde resmen taraf oldu. Bunun ardından 2019’da UCM savcısı 2014’ten beri işlenmiş savaş suçlarıyla ilgili İsrail yöneticileri ve Hamas başta olmak üzere, bazı Filistinli silahlı grupların yöneticileri hakkında soruşturma başlattı. 2021’de UCM savcısı soruşturma yetkisinin Gazze ve Batı Şeria’da işlendiği iddia edilen suçları kapsaması hakkında Mahkeme’den görüş istedi. UCM Hazırlık Dairesi 2021’de “Filistin topraklarının Gazze ve Doğu Kudüs’ü de içine alan Batı Şeria olduğunu” teyit etti. Dolayısıyla o tarihten beri UCM savcılığının önünde İsrail ve bazı Filistin örgütlerinin yöneticileri ve personelinin işledikleri savaş suçları hakkında resmen açılmış bir soruşturma dosyası var. Ne var ki 2021’de göreve başlayan yeni UCM savcısı, o tarihten beri soruşturmada adım atmadı veya attığını gösteren herhangi bir gelişme olmadı. Rusya’nın Ukrayna saldırısı sonrası Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Rusya Çocuk Hakları Komiseri Maria Lvova-Belova hakkında savaş suçu işledikleri gerekçesiyle hızla tutuklama kararı çıkartan UCM savcısı, İsrail ve Filistin yetkililerinin işledikleri suçlar konusunda aynı cevvalliği göstermedi. Bunda Ukrayna’nın UCM’ye soruşturma için kapılarını açması, buna karşılık İsrail’in UCM savcısının İsrail ve işgal edilmiş topraklara girişini engellemesinin payı elbette var. Şimdilik UCM savcısı 7 Ekim sonrasında işlenen çok daha zalimce suçlar konusunda, bu eylemlerin de 2021’de açılan soruşturmaya dahil olduğunu belirten bir mesaj yayınlamakla yetinmiş durumda.

Uluslararası bir yargı merciinin seksen yıldan beri devam eden bir çatışmaya tek başına son vermesi ve barışı tesis etmesini beklemek elbette safdillik olur. Ama aynı zamanda işlenen suçların tanımlanmasının, bu suçları işleyenlerin ve işletenlerin UCM tarafından tespiti ve cezalandırılmasının önemi inkâr edilemez.

20. yüzyılın en uzun süreli toprak işgalini gerçekleştiren ve 21. yüzyılda da bunu sürdüren İsrail devletinin sistematik olarak yürüttüğü Filistin topraklarına el koyma ve bölgeyi Filistinsizleştirme politikasının yanında, işgal edilen topraklarda yürürlükte olan ve birçok İsrailli gazeteci, akademisyen ve siyasetçinin “apartheid” olarak tanımladığı rejimin yaşanan büyük insanlık trajedisindeki rolü sorumluluklar skalasında birinci sırada yer alıyor. Bunun yanında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün yönetici kadrosunun yolsuzluk, kayırmacılık ve otoriterliğinin Filistin sorununun çözülmemesinde büyük sorumluluğu var. Hamas’ın da, FKÖ’den farklı olarak, İsrail devletinin ortadan kaldırılmasını esas amaç olarak benimsemesinin, dolayısıyla İsrail’le herhangi bir barış görüşmesi yapmayı ilkesel olarak reddetmesinin ve bu yönde atılan adımları baltalamasının, İsrail topraklarında yaşayan herkesi işgalci olarak değerlendirip, onları hedef almayı meşru kabul etmesinin sorunun bugün geldiği trajik aşamada bir o kadar büyük payı var. Hamas’ın 1988’de kabul edilen ilkeler belgesinde Müslüman Kardeşler’in kurucu lideri Hasan el-Banna’ya atfedilen şu cümle yer alıyor: “İsrail vardır ve İslam kendinden öncekileri ilga ettiği gibi onu da ilga edene kadar var olmaya devam edecektir.” Buna rağmen, FKÖ’yü bölmek için İsrail’de Netanyahu yönetimi Hamas’ı yakın zamana kadar ehven-i şer olarak görüyordu. Ve bütün bunlara, hem İsrail solunun hem Arap ve Filistin sollarının yaşadıkları hezimetlerin ve marjinalleşmelerinin, iki tarafın radikal köktendinci ve ırkçı kesimlerinin önüne geniş bir siyasal-toplumsal fırsatlar alanı açması ilave oluyor.

***

Hamas’ın Filistin halkının çok ağır bir bedel ödeyeceğini bilerek böyle bir operasyona kalkışmasının rasyonel nedenleri var mıdır? Bu konuda üç neden sıralanabilir: – İsrail ordusunu Gazze’ye girmeye zorlayarak, orada uzun ve kanlı bir direniş savaşı vermek ve bu vesileyle İsrail ordusunun bariz savaş suçları işlemesine zemin hazırlamak, ki 7 Ekim’den sonraki günlerde bu başladı; – İsrail ile başta Suudi Arabistan olmak üzere Arap ülkelerinin yakınlaşmasını engellemek; – Batı Şeria’da Mahmud Abbas ve El Fetih’e olan epey zayıflamış desteği iyice yıpratmak ve Hamas’ın oradaki taraftar kitlesini büyütmek. Diğer taraftan, son zamanlarda Gazze’de halk desteği zayıflayan Hamas’ın bu saldırıyla kendisine yönelik eleştirileri uzun süre susturmayı hedeflemiş olması da ihtimal dahilindedir. Ama bütün bunların ötesinde, Hamas gibi köktendinci bir örgüte özgü dini türden bir metafizik düşüncenin yönlendirmesi olmaksızın böyle bir operasyonun “zafer”le sonuçlanacağına inanmak mümkün değildir. Bu inanç, bir kısmı Filistin dışında yaşayan Hamas yöneticileri kadar, bu saldırı eylemini somut olarak planlayan, örgütleyen ve hayata geçirenlere de hakimdir. Siyaseti sadece hesap kitap yaparak belirlenen çıkarların değil, çoğu zaman saplantılı tutkuların yönlendirdiği gerçeği bir kez daha karşımıza çıkıyor. Tutku yangınını karşılıklı harlayan iki aşırı sağcı, ırkçı gücün hegemonyası devam ettiği sürece, 7 Ekim’de başlayan yeni aşamanın nasıl gelişeceğini öngörmek şimdilik mümkün değil. Buna karşılık, uluslararası planda “Kuzey” ve “global Güney” arasındaki uçurumu daha da genişletip keskinleştireceği şimdiden görülüyor.

Aşırı şiddete dayalı eylemlerin bu zincirlerinden boşanmış tezahürü şiddet politikalarının temel bir özelliğini bir kez daha gözler önüne seriyor. Bu özellik, karşısındaki insanları ve hedef aldığı insan topluluğunu, insan dışı veya insan altı yaratıklar (İsrail Savunma Bakanı’nın ifadesiyle “insansı hayvanlar”) olarak değerlendirmektir. Birikim dergisinde 31 yıl önce yayımlanan (sayı: 38/39, Temmuz 1992) “Terörizm ve Şiddet” başlıklı dosyada şiddet yöntemlerinin meşruiyeti tartışılmıştı. Şiddeti siyasete ikame etmenin totaliter pratik ve tahayyülle ilişkisine değindikten sonra, şiddete dayalı bir iradeyle “‘tarihi hızlandırmak” veya ona yön vermek isteyenlerin esasen yeni şiddet tarihlerinin ebesi olduklarını belirtip, insanca yaşama hakkının ve sadece bu hakkı savunma amaçlı şiddet pratiklerinin sınırlı bir meşruiyete sahip olabileceğinin altını çizmiştik. Bugün ne Hamas’ın ne de İsrail Savunma Güçleri’nin bilerek sivilleri öldürmeleri yaşam hakkını savunma amacıyla açıklanabilir. Tam tersine bu katliamlar karşı tarafı bir bütün olarak insandışı yaratıklar olarak görmenin neticesidir. Çatışmanın çözüme kavuşması, barışın sağlanması için tarafların birbirini eşit haklara sahip olarak görmesinin yanında, insanlığa karşı işlenmiş suçların unutturulması değil teşhis edilip yargılanması da olmazsa olmaz bir gerekliliktir.

Günümüzde giderek güçlenen ve genişleyen bir şiddet, nefret ve korku sarmalı dünyayı sarıyor. Bu menfur gelişmeye tahayyül dünyamızı teslim etmemek, parça bölük ilerlemekle birlikte günbegün genelleşen bu fasit savaş dairesini durdurmanın yollarını bulmak için karşılıklı terör suçlamalarına değil, barışın somut koşullarını en zor şartlarda bile ısrarla dile getirmeye çalışanların sesleri ve eylemlerinin her yerde yükselmesine, yükseltilmesi için mücadele edilmesine ihtiyacımız var. Eğer ortak insanlığa olan inancımızı yitirmediysek…