“Velhasıl, dardayız”
Aksu Bora

  • Nasıl geçiniyorsunuz? 
  • Birkaç gün önceye kadar Samatya’daki bir fabrikada ipek sarıyordum.
  • Kaç para alıyordun?
  • Haftada 25 lira.
  • Ev kira mı?
  • Kira. 25 lira veriyoruz.

Kafamda şöyle bir hesap yaptım: Yedi nüfusluk bir ailenin geliri 100 lira. 25 lira kiraya çık, kalır 75 lira. Ayda adam başına 10 lira. 10 lirayı da otuza bölünce bayan Farisli ailesinin her birine düşen günlük çıkar: 33 kuruş!

Bu da, bayan Farisli hiç aksamadan çalıştığı takdirde. Hastalık, sair arızi hallerdeki aksamalarda otuz üç kuruş daha da eksilebilir.

- Kış geliyor. Odun, kömür durumunuz ne alemde?

Şaka yapmışım gibi acı acı gülümsemekle yetiniyor

Kızılay’dan filan yardım almıyor musunuz?

Allah razı olsun, kışın arada odun, kömür, bazan da nohut, fasulye, yağ veriyor. Bir de muhtarımız… Elinden geldiği kadar kollar bizi.

1956 yılında Akşam gazetesi, “çok çocuklu aileler” konulu bir dizi röportaj yayımlamış. İstanbul’da yaşayan çok çocuklu ailelerle görüşmeleri için de beş yazarla anlaşmış: Orhan Kemal, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday, İsmet Yenisey, Remzi Tozanoğlu. Beş yazarın yaptığı 28 görüşme, geçtiğimiz yıl, Tahsin Yücel’in sunuşu ve Ayşe Buğra’nın etraflı çerçeve metniyle birlikte, Turgut Çeviker’in derlemesi olarak, Yoksul Evleri ismiyle Kor Kitap tarafından yayımlanmıştı[i].

Ayşe Buğra kitaptaki yazısında diyor ki, “1950’ler, yoksulluktan söz etmenin çok kolay olmadığı bir dönem. Bu, anti-komünizmin siyaseti ve fikir hayatını çok ciddi biçimde etkilediği, Lenin’e benzetilen resimler, orak çekice benzetilen şekiller gibi, ‘sefalet edebiyatı yapmak’ suçlamasının da suçlananlar için ciddi sonuçlara yol açabileceği bir dönem. Dizinin adının ‘yoksul aileler arasında’ değil de ‘çok çocuklu aileler arasında’ olması, büyük bir ihtimalle, bunu yansıtıyor.” Ardından, yoksulluğun bir istatistik olarak ele alınmasının yetersizliğine, yoksulların görünür kılınması, seslerinin duyulmasının önemine işaret ediyor.

1956’da yoksullara kulak veren yazarlar da böyle düşünüyorlarmış belli ki, görüşmelerde kendilerini büsbütün geriye çekmişler, görüştükleri insanların dediklerini duymamızı mümkün kılmaya çalışmışlar ki bu, göründüğünden çok daha zor bir iştir. Kendini geri çekmenin değil, o sesin duyulmasını mümkün kılmanın zorluğundan. Duymaya, dinlemeye pek hevesli olmayana nasıl duyuracaksın? Emre Falay’ın Sol Gelenek’teki kitapla ilgili yazısında söylediği gibi, “Böyle yaşamları görmek, duymak, okumak istemiyoruz sanki artık. Ümit etmelerini, sevdalanmalarını, insanca bir geleceğin hayalini kurmalarını hiç… Yetmiş yıl öncesinin anlatılarında kalmalarını tercih ediyoruz. Gazetelerin üçüncü sayfalarında bir cinnet, intihar, soba zehirlenmesi ya da bir yangın haberi olarak yer alsınlar istiyoruz. İlle olacaklarsa, istiyoruz ki televizyonda içeriksiz, çürümüş gündüz programlarının konusu, filmlerde birbirlerinin kurdu olsunlar. Bizi rahatsız etmesinler: Görünmek İstenmeyenin Hikayesi/Yoksul Evler 

Bir bu kadar zorlu mesele de, yoksulun anlattığının duyulabilmesi için tercüme edilmesinin gerekmesi. Konuştuğu mekânın kokusunu, sedirin ucuna nasıl iliştiğini, bölük pörçük bir anlatıyı beden hareketleriyle nasıl bütünlediğini… görmeden, göstermeden, bütün o kelimelerden nasıl bir hikâye çıkar yoksa? Üstelik dinleyenin zihninde dolaşan onca “bilgi”yi hesaba katmadan, doğrudan bu hikâyeyi dinlemesini nasıl sağlayabilirsiniz?

“Yoksulun sesi duyulur mu” sorusu, bundan yirmi küsur yıl önce, beş arkadaşımla birlikte peşine düştüğümüz bir soruydu, Yoksulluk Halleri/Türkiye’de Kent Yoksulluğunun Toplumsal Görünümleri kitabı[ii], böyle çıkmıştı. “Sefalet edebiyatı” yapmak o zaman da yersiz ve anlamsız görülüyordu. Araştırma ekibini toplayan ve kitabın editörlüğünü yapan Necmi Erdoğan Giriş yazısında demişti ki,  “… halen yaşanmaya devam eden ekonomik kriz, uzunca bir süredir aşağılama deyimi olarak kullanılan ‘yoksulluk edebiyatı’nın yanı sıra, hakim neoliberal ethosa özgü ‘garibanizm’ ya da ‘hak edilen yoksulluk’ horgörüsünü de besledi.”

Doğrusu ben de 56’daki yazı dizisinin adının “çok çocuklu aileler” olarak belirlenmesinde böyle bir ima sezmedim değil, kendi çocukluğumdan hatırladığım o “bu kadar çok çocuk yaparsan tabii ki fakir olursun” laflarını düşündüm (işte, dinleyenin kafasında dolaşan onca “bilgi”…)

O zaman biz, işte bu yoksulluk temsillerine değil de yoksulların kendilerinin kendilerine ve başkalarına dair temsillerine bakmayı istemiştik. Yoksulluğu ekonomik bir kategori olmanın ötesinde, insanların içinde yaşadıkları, anlamlandırdıkları, başa çıkmak için yöntemler geliştirdikleri bir bağlam olarak kavramaya çalıştık. Bu bağlamı, çeşitli yönleriyle ele aldık, cinsiyet, mekân, ideoloji, duygulanımlar… Ve yaptığımız görüşmelerin tam metinleri de kitabın asıl ağırlığını oluşturuyordu.

Necmi Erdoğan bu alan araştırmasından yirmi yıl sonra, o zaman görüştüğümüz insanların izini sürmeyi, şimdi nerelerde, ne yapmakta olduklarını öğrenmeyi hedefleyerek yola çıktığı yeni bir çalışma yaptı[iii]. Yoksulluğun yalnızca görülmeyen değil, izi de sürülemeyen bir durum olduğu gerçeğine toslayınca, aynı kişilerle değil ama yine “en alttakiler”le görüştü. Kayıp Halk/Günümüzde Yoksulluk Halleri ismiyle yayımlanan kitaba, o eski soruyla başlıyor: “evde ekmek bulunmadığı halde kınından sıyrılmış kılıcıyla isyan etmeyen adam”ın neden böyle yaptığı sorusuyla. Ve yirmi yıl öncekinden çok daha acil hale gelen bir ihtiyaca işaret ederek: “karmaşık, çoğul ve indirgenemez olan hayatları (onlara eşlik eden düşünce ve duyguları” sayısal veriye veya bir soruya verilen üç beş cümlelik cevaba indirgeyen anketlerden veya sokak röportajlarından daha fazlasına ihtiyacımız var.” Ve yaptığı, tam olarak bu: hem yoksulların anlattıklarını duymamızı mümkün kılacak biçimde geniş bir çerçeve çizmiş, hem doğrudan onlara kulak verebilmemiz için, görüşme metinlerini kitaba eklemiş. Böylece biz, görüşme metinlerini okurken, okuduğumuz şeyin ne olduğunu anlayabiliyoruz.

Bu ne kadar zorlu bir problem, değil mi? Yoksulu duyabilmek için bir haritaya ihtiyacımız var. Erdoğan’ın Ranciere’den aktardığı sözdeki gibi: “Halktan gelen… halka ancak kitabın dolambaçlı yoluyla dönebilir.” Bu sözü aktarmasına aktarıyor ama içine sindiremiyor bir yandan da, ekliyor: “O ‘Marksist mitolojiye’ yoracak olsa da, siyasal pratik olarak ‘halkta kalma’ gibi bir seçenek de var; ayrıca kitaplar ‘dönüşe’ değil, kök salmaya ve dahi ‘halkın kendi kitabını yazmasına’da hizmet edebilir pekala.”

Belki de bu, tercümenin tek yönlü (sahadan okura) olmaktan çıkıp çok yönlü, hatta karşılıklı sohbeti mümkün kılacak türden bir eşzamanlı tercümeye dönüşmesiyle ilişkili bir şeydir - o kadar ki, hikâyeler birbirine kavuşsun, tercüme işine gerek kalmayacak biçimde birlikte akıp gitsinler.

Böylece, yoksulların indirgenemez, çoğul hayatlarının hepimizin, her birimizin indirgenemez, çoğul hayatlarımızla bağlarını anlama, görme, hatırlama imkânımız olabilsin. Romantik bir hayalden bahsetmiyorum. Böyle bir imkânı kurcalayan, istatistik verilerini bunun için işe koşan bir başka kitap var aklımda: Eşitsizlikler Kitabı/2000’ler Türkiye’sinde Gelir, Tüketim ve Değişim. Oğuz Işık’ın 2022’de yayımladığı çalışması[iv]. O zamandan bu yana hakkında dişe dokunur tek bir şey yazılmayan devasa iş.

Bu çalışmada Oğuz Işık bize istatistiğin ne kadar kullanışlı bir alet olabildiğini gösteriyor. Eşitsizlik dediğimizde tam olarak neyi kast ettiğimizi, mesela yoksul hanelerde sadece gelirin düşük olmadığını, aynı zamanda daha az sayıda kaynaktan gelir elde edildiğini, hane yoksullaştıkça istihdama ve eğitime katılma konusunda erkeklerle kadınlar arasındaki farkın kapandığını, 2015 sonrasındaki büyük “bozulma”nın nerelere kadar gittiğini…[v]  

Kitabın girişinde diyor ki, “Bu kitap, hastasının gözündeki sorunu büyük bir maharetle tespit edebilen ve hemen hızlı tedavi yöntemleri geliştiren, işinin ustası ancak aşırı uzmanlaştığı için de hastasını bir büçün olarak görebilme yetisini yitirmiş retina uzmanı (ama sadece retina uzmanı) bir göz doktoru tarafından yazılmadı. Tersine, yaşadığı bölgede insanları neredeyse tek tek tanıyan, hastalarının bütün derdine yetmeye çalışan, kimi zaman doğumlarına yardım eden, aşılarını takip eden, gereğinde veterinerlik bile yapan 1940’ların, ‘50’lerin kasaba doktorlarına benzeme çabasındaki biri tarafından kaleme alındı.”

Sosyal bilimlerdeki aşırı uzmanlaşmanın getirdiği görme bozukluklarına olduğu kadar, bütünü görebilmeyi mümkün kılan politik perspektifin vazgeçilmezliğine de işaret ediyor bence bu arzu; bağlantıları kuracak şey, politikanın terimleridir. Eşitsizlik gibi.

Eşitsizlikler kitabı, asıl olarak gelir eşitsizliğine yoğunlaşıyor ve bize gösteriyor ki, tek bir boyut gibi görünen bu eşitsizlik çok katmanlı, farklı yüzleri ve farklı görünümleri var. Bu basitçe bir “kesişimsellik” meselesi olmaktan çok, nedensellikleri ve korelasyonları içeren, akışkan ve bu yüzden de buna uygun bir kavramsallaştırmayı gerektiren bir gerçeklik.

Çok çocuklu aileler röportaj dizisinin üzerinden 68 yıl geçmiş ve kent yoksulları artık eskisi kadar çok çocuklu değiller. Ama Türkiye’deki yoksulların %40’tan fazlası, çocuk. Oğuz Işık diyor ki, “Bazen değişen toplum, dönüşemez. Toplum katında yaşanan değişimin üzerinde mutabık kalınan kalıplara, davranış biçimlerine, geleneklere tercümesi gerçekleşemez, yarım kalır, bir yerlerde duruverir; dipten gelen dalga, suyun yüzüne çıkamaz.”

Ya da çıkar. Duruvermiş olmanın yüküyle. O yoksul çocukların duvarlara yazdıklarına bakmak lazım.


[i] Turgut Çeviker (Der.) (2023) Yoksul Evler. İstanbul:  Kor Kitaplığı

[ii] Necmi Erdoğan vd. (2005) Yoksulluk Halleri/Türkiye’de Kent Yoksulluğunun Toplumsal Görünümleri. İstanbul: İletişim Yayınları

[iii] Gazeteci Burcu Aktaş da Yoksul Evler kitabının ilhamıyla, Orhan Kemal’in görüşme yaptığı sokağa gittiğini anlatıyor şurada: Yoksul ve Daha Yalnız

[iv] Oğuz Işık (2022) Eşitsizlikler Kitabı/2000’ler Türkiye’sinde Gelir, Tüketim ve Değişim. İstanbul: İletişim Yayınları.

[v] Kitaptaki geniş ve öğretici Tüketim bölümünün bir bonzaisi için şu yazıyı da önerebilirim: Zengin Sofrası Yoksul Sofrası