Tüketim eşitsizliği çok da fazla çalışılmış, üzerinde söz söylenmiş bir alan değil, hele Türkiye’de. Eşitsizlik, daha doğrusu iktisadi eşitsizlik deyince çoğu kişinin aklına gelir eşitsizliği geliyor, biraz da âdet öyle olduğu için. Oysa tüketim eşitsizliği, gelire göre çok daha bereketli, çok daha fazla söz söyleme imkânı veren bir alan. Tüketim eşitsizliği derken de temel tüketim birimi olan hanelerin tüketime ayırdıkları bütçe ve bu bütçe ile gerçekleştirdikleri tüketim kalıpları üzerinden yapılacak bir değerlendirmeyi kastediyorum. Bu kısa yazıyı, bir süredir üzerinde çalıştığım tüketim eşitsizlikleri konusunda, bir seyyahın ilk kez gezip gördüğü yerleri betimlediği, biraz da şaşkınlık dolu seyahatnamesinin, yanlış değilse de muhtemelen eksik değerlendirmeler ile dolu ilk sayfaları olarak görmenizi isteyeceğim. Burada TÜİK tarafından derlenen Hanehalkı Bütçe Anketi (HBA) mikroveri setini kullandım. Bu, hanelerin 300’den fazla mal ve hizmete harcadığı paranın kaydını tutan, bunları hane özellikleri ile bağlantılandıran bir veri seti. Söylediğim her şey 2018 yılı içindir. Onun için, hemen her cümlenin başına “2018 yılında…” ibaresini koyarak okuyun.
(İktisadi) eşitsizliği anlamak için geliri bir yana bırakıp tüketim üzerinden bakmak gerek belki de tümüyle. Birçok nedeni, haklı gerekçesi var bunun. Bir kere gelir (ve gelire dayalı eşitsizlik hesapları), fiilî, gerçek bir durumu değil, sadece bir potansiyel durumu anlamaya çalışır. Niye mi? Çok basit, çünkü gelir hiçbir zaman tüketime ayrılan paraya (=harcamaya) eşit değildir. Bu yüzden gelir değil de harcama, toplum refahının daha sağlam bir göstergesidir. Haneler, çoğu kez gelirlerinin tümünü harcamaya ayırmazlar, ileride yapmayı düşündükleri ya da yapmak zorunda kalabilecekleri büyük çaplı harcamalar için bir bölümünü bir kenara koymayı tercih edebilirler, elbette güçleri yetiyorsa. Ya da kimi haneler, şu ya da bu nedenle gelirlerinin üzerinde harcama yapabilir. Özellikle de bu ikinci durum, yani hanelerin kazançlarının üzerinde harcama yapması hiç de istisna değil, hatta neredeyse kaide. Türkiye’de hanelerin üçte birinden fazlası bu durumda (tam olarak %36,6). İlginçtir, bu değer HBA verilerinin derlendiği 2002’den bu yana çok da önemli bir değişim göstermemiş, dar bir aralıkta dalgalanmış. Oysa artan kredi kartı kullanımı ve krediye erişmenin kolaylaştığı son dönemlerde bu oranın artması beklenirdi; ama öyle olmadı. Gelirinden fazla harcayan hanelerin oranı, toplumun en düşük gelirli %10’luk diliminde (buna P1 diyelim, zira çok kullanmamız gerekecek) %60’a yakın; üstelik 2002’de %70’lerden bu seviyeye düşmüş. En zengin %10’luk dilimde (buna da P10 diyelim) ise, kazandığından çok harcayan haneler %20 dolayında. Son on altı yılda artış gösteren bu son değer olmuş; P10’da “harcama > gelir” denklemi içinde yaşayan hanelerin oranı %13’ten bu seviyeye gelmiş.
Yine en azından bana ilginç gelen bir diğer nokta, harcama gelir denkliğinin bozulmasında kredi kartı kullanımının ilk bakışta görünür bir etkisinin olmaması. Toplum genelinde bakıldığında kredi kartı sahibi olanlarla olmayanlar arasında gelir-harcama denkliğinde neredeyse hiçbir fark yok: 2016 yılında da, 2018 yılında da hem kredi kartı olanlar hem de olmayanların yaklaşık üçte biri gelirlerinden fazla harcıyor. Bu da Türkiye ortalamasına yakın.
Ama biraz daha deşince, oldukça ilginç ve görmezden gelinemeyecek bir durum ortaya çıkıyor, toplum ortalamasının görünmez kıldığı (siz, siz olun ortalamalara sakın güvenmeyin; biraz kurcalayınca aslında her ortalamanın, yan yana gelmez gibi görünen bambaşka gerçeklerin bileşkesi olduğunu göreceksiniz). P1’de kredi kartı sahipliği oranı %13; P10’da ise %85. P1’de kredi kartı kullanan bu az sayıda hane arasında gelirinden çok harcayanların oranı %76; %60 olan P1 ortalamasından epey yüksek. Oysa P10 grubunda kredi kartı kullanımı ile gelirden çok harcama eğilimi arasında bir bağıntı yok -her iki durumda da oranlar aynı. Yine bir minik istatistik dersi, iki değişken arasında bir bağıntı (korelasyon) olması, ille de nedensellik anlamına gelmez. Dolayısıyla P1 haneleri kredi kartı kullandıkları için bu durumdadırlar diyemeyiz elbet, ama kredi kartının P1’in iç dengelerini bozduğu aşikâr.
Toplumun en yoksul kesiminin bu denli yüksek oranda, gelirinden çok harcaması ve bunun, verilerin güvenilir olduğu son on beş yılda sürdürülüyor olması, üzerinde kafa yormak gereken bir durum. Buraya kadar söylediklerim, bundan sonra söyleyeceklerimin girizgahı sadece. Şu âna kadar söylenenlerden şunu aklınızda tutsanız yeter: En yoksul kesimin %60’ı kazandığından daha fazlasını tüketime ayırıyor, ayırmak zorunda kalıyor; büyük ihtimalle eş, dost ya da aile çevresinden aldığı borç ya da destek ile devşiriyor bu parayı.
Şu ya da bu şekilde toparlanan ve hanenin tüketimine tahsis edilen bu paranın P1’de %34’ü, P10’da ise %13’ü gıda harcamalarına gidiyor. Ama sakın bu 34 ve 13 rakamlarına bakıp yoksulların beslenmeye zenginlerden daha fazla para ayırdığı sanmayın. Yoksullar, küçük olan bütçelerinin büyük bir bölümünü, zenginler ise yüksek bir meblağın küçük bir bölümünü ayırıyor mutfak harcamalarına. Kişi başına harcama olarak bakınca çıkıyor ortaya gerçek. P10’nun kişi başına beslenme giderleri P1’in 3 katı. Aslında belirtmeden duramayacağım, bu gayet bir fark, çünkü gıda harcamaları elzem, olmazsa olmaz, yerine başka bir şeyi ikame edemeyeceğiniz harcamalar. Başka harcama kalemlerinde bu fark 10 (kişisel bakım harcamaları), 20 (kültür-eğlence harcamaları) katına kadar çıkıyor; eğitim harcamaları gibi uç örneklerde 90 (evet yazı ile doksan) kata erişebiliyor. Gıdaya dönelim, asıl konumuza. Aklınızda tutmanız gereken şu: Toplumun en yoksul kesimi, borç harç denkleştirdiği bütçesinin %34’ünü beslenmeye ayırmak zorunda kalıyor. Oran olarak en zengin kesimin tam tamına 2,6 katı.
Şimdi de son soru: Tüketime ayırdığı paranın en zengin kesime oranla 2,6 katı tutarında bir bölümünü beslenmeye ayıran P1, sonuçta ne elde ediyor, neler ile besleniyor? Aşağıdaki şekil Türkiye toplumunun en zengin ve en yoksul kesiminin beslenme düzenini gösteriyor. Şekil (belki harita demek daha mı uygun olur?) çok basit bir yöntemle hazırlandı: P1 ve P10 gruplarının tek tek gıda ürünlerine yaptığı kişi başı harcama Türkiye ortalamasına oranlandı (ve normalize edildi). Koordinat sisteminin sağ altı, zengin kesimin ortalamadan çok, yoksul kesimin ise az tükettiği ürünleri gösteriyor. Sol üst ise tam tersine yoksul kesimin çok, zengin kesimin az tükettiği ürünleri gösteriyor. Koordinat sisteminin orijini olarak belirlenen (1,1) noktası da her iki grubun ortalama düzeyde tükettiği ürünler; gri alan da deyim yerindeyse, sınıflar üstü gıda ürünlerini gösteriyor. Eksenlerdeki değerleri de şöyle okumak gerek: Örneğin 1,2 değeri, ortalamadan %20 para harcadığı anlamına geliyor.
Sonuç çok da fazla yorum yapmaya gerek bırakmayacak kadar ortada; yoksul kesim başta şeker, pirinç, makarna, tavuk eti, patates, çay ve ekmek ile besleniyor; yemeklerini de margarin ve ayçiçek yağı ile pişiriyor belli ki. Sağ alttaki ürün bolluğu elbette ki dikkatlerden kaçmayacaktır. Sol üstteki ürünler ise hem sayıca az hem de her açıdan mütevazı ürünler. Konudan anlayanlar daha iyi bilecektir elbette ama buradaki ürünlerin hiçbiri, sağlıklı beslenmek için danışacağınız doktorunuzun yemenizi tavsiye edeceği ürünler değil (belki beyaz et dışında, o da beyaz etin fiyatının göreli olarak ucuzlaması sayesinde). Sağ alt kesimde yer alan ürünlerin çeşit bolluğu, zengin sofrası ile yoksul sofrası arasındaki farkı koyuyor ortaya. Deniz ürünlerinin hemen tümü sağ altta -bu ürünlerdeki harcama farkı muazzam. Bunlar dışında peynir, kahve, çikolata, kırmızı et, tereyağı, zeytinyağı gibi ürünler toplumun geniş bir kesimi için belli ki lüks sınıfına giriyor. Yoğurt, taze sebze ve meyve, yumurta Türkiye toplumunun sınıfsız ürünleri -her iki grubun da görece eşit oranda tükettiği ürünler. Ama en net özet şu galiba: Toplumun alt katlarında, hatta bodrum katlarında yaşayanlar, borç harç elde ederek tüketime ayırdıkları paranın büyücek bir bölümünü, az sayıda, üstelik sağlıksız ürünlere ayırmak zorunda. Bu kesim, güneş alan üst katlarda yaşayanların bilmediği bir dizi fedakârlık yapmak, birçok şeyden vazgeçmek zorunda kalıyor mutfak giderlerini karşılamak için. Bunun karşılığında elde ettiği de az sayıda ürünle kötü bir beslenme düzeni.
Buradaki değerler, hanelerin bu ürünler için kişi başına harcadığı para miktarı üzerinden oran olarak hesaplandı. Elbette harcama değerleri ile bu ürünlerin kalorileri arasında doğrudan bir ilişki kurmak doğru olmaz, ama grafiğin en kuzeybatı kesiminde tepeye yerleşmiş görünen şekerin yüksek kalorili bir gıda olduğunu da unutmadan, yoksul kesimin alması gereken günlük kalori miktarının önemli bir bölümünü doğrudan şekerden aldığını söylemek çok da yanlış olmaz galiba. Dünya Sağlık Örgütü, 20. yüzyılda günlük kalori ihtiyacının yaklaşık %20’sinin şeker ürünlerinden alındığını, bunun %10’a, hatta daha aşağılara çekilmesi gereğinden söz ediyor. Aslında tüm kapitalizmin tarihini Sidney Mintz’in Şeker ve Güç[1] kitabında yaptığı gibi şeker üzerinden anlatmak bile mümkün; bir zamanlar statü sembolü olan şekerin 20. yüzyılda “proleteryanın açlık kesicisi” haline dönüşmesinin öyküsü. 1820’de ABD’de kişi başına yılda 1,8 kg olan şeker tüketimi 2005 yılında 30,5 kilograma ulaşmış durumda. Bir dönem şeker, nasıl statü sembolü idiyse, bugün şekerden kaçmak, şekeri sağlıksız yaşamın simgesi olarak kötülemek de aynı şekilde bir statü sembolü. Üst sınıflar da şeker konu olduğunda tam bunu yapıyor.
Başta söylediklerime dönüp bitireyim: Yoksulluğu, eşitsizliği gelir üzerinden tanımlamak, konu üzerinde konuşanları iki seçenekten birisini seçmeye mecbur bırakıyor: Eşitsizliği ya mutlak terimlerle (belirlenen bir yoksulluk düzeyinin altında olanlar) ya da göreli terimlerle (medyan gelirin belirli bir yüzdesinin altında geliri olanlar) tanımlayıp, onun üzerinden konuşmak zorundasınız. Ama tüketim harcamaları açısından ve tüketim kalıpları ile baktığınızda önünüze yepyeni ve az bilinen bereketli bir alan açılıyor. Yoksulluğu ve de zenginliği çok daha farklı açılardan gündelik hayatın içinden, bir hayat tarzı olarak kurmak, insanların sofralarına koydukları ürünler üzerinden görmek fırsatı çıkıyor ortaya.
[1] Sidney W. Mintz, Sweetness and Power: The Place of Sugar in Modern History, New York: Viking-Penguin, 1985. Türkçe çevirisi: Sidney W. Mintz, Şeker ve Güç: Şekerin Modern Tarihteki Yeri, çev. Şükrü Alpagut, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1997.