Fransa'da "Cumhuriyetçi Baraj" Nereye Kadar?
Ahmet İnsel

Fransa’da aşırı sağın iktidara gelmesini, en azından parlamentoda çoğunluk elde etmeye çok yaklaşmasını Cumhuriyetçi Cephe şiarıyla harekete geçen geniş bir seçmen grubu bir kez daha engelledi. Birinci turda üçüncü gelip ikinci tura kalabilen sol koalisyondan 126, merkez koalisyondan 78 ve sağ partiden 2 aday aşırı sağ parti aleyhine seçimden çekilince, 250 ve üstünde milletvekili kazanmaya hazırlanan aşırı sağ Ulusal Birlik Partisi koalisyonu 7 Temmuz akşamı seçimi 143 milletvekiliyle bitirdi. Bunların 16’sı Ulusal Birlik’le ittifak yapan, sağcı Cumhuriyetçiler Partisi içindeki  küçük bir azınlık.

Böylece sol ve merkez partilerinin kararlı davranışı sayesinde Cumhuriyetçi Cephe bir kez daha amacına ulaştı. Bu iki ittifakın seçmenleri ikinci turda aşırı sağ adayın karşısındaki adaya oy vermekte tereddüt etmediler. Cumhuriyetçiler Partisi seçmeninin çoğunluğu ise aşırı sağın karşısındaki aday Yeni Halk Cephesi’nin sol kanadını oluşturan Boyun Eğmeyen Fransa Partisi’nden (LFI) olunca, ona oy vermedi, aşırı sağın adayını tercih etti. Aşırı sağa karşı alınan bu kararlı duruş Fransa seçim tarihinde ilk kez ikinci tur sonuçlarının birinci tur sonucunu tersyüz etmesiyle sonuçlandı. Bunu sağlayan en büyük etmen, dört sol partinin baskın erken seçim karşısında can havliyle iki gün içinde, Yeni Halk Cephesi adıyla bir ittifak kurmaları oldu (bkz. Fransa'da Geleneksel Sağ Komaya Girdi).     

Cumhuriyetçi Cephe terimi Fransa’da ilk kez 1956’da, Cezayir’in Fransa’dan ayrılmasına şiddet kullanarak karşı çıkanlara ve esas olarak bugünkü aşırı sağcı Ulusal Birlik’in atası Pierre Poujade’ın Fransız Birliği ve Kardeşliği Partisi’ne karşı merkez-sol ve sosyalist partilerin birleşmesini ifade etmek için kullanıldı. Sonra gündemden düştü. Yeniden canlanması, 2002’de o zamanki adıyla Ulusal Cephe olan aşırı sağ partinin kurucusu ve lideri Jean-Marie Le Pen’in, oyların %16,8’ini alıp, hiç beklenmedik bir şekilde Sosyalist Parti adayının çok az farkla önüne geçip ikinci tura kalmasıyla atıldı. Sol bu durumda, De Gaullecü sağın adayı Chirac’ın arkasında durdu ve oyların %82’sini alarak seçilmesini sağladı. Ardından aynı cephe veya baraj 2017’de Le Pen’in kızı başkanlık seçiminde ikinci tura kalınca daha az şevkle çalıştı ve Emmanuel Macron oyların %66’sını alarak Marine Le Pen’e karşı seçildi. Üçüncü kez 2022’de gene aynı iki aday ikinci tura kaldılar. Bu kez Macron oyların %58,5’ini alabildi. Dördüncü kez 2024’de, genel seçimlerde, seçmenlerin takriben üçte ikisi Le Pen’in Ulusal Birlik Partisi ve müttefiki sağ grubun adaylarının karşısında yer alan aday lehine oy kullandı. Mutlak çoğunluğu alamasalarda,  parlamentonun en büyük grubu olacaklarına kesin gözüyle bakılan Ulusal Birlik, sol ittifak ve merkez ittifakın arkasında üçüncü sırada kaldıs. Ama 2022 genel seçiminde elde ettiği 89 milletvekilliğini yarıya yakın arttırmaktan geri kalmadı. Dolayısıyla aşırı sağın uzun dönemli artış eğiliminde bir kırılma olmadı. Bu eğilim ve onu besleyen toplumsal dip dalgası dikkate alınırsa, 2027 başkanlık seçimini aşırı sağın liderinin kazanması ihtimalinin daha da arttığı söylenebilir.

Bu karamsar ihtimali, Fransa’da 7 Temmuz seçimleri sonrasında oluşan meclis aritmetiği de güçlendiriyor. Ne aşırı sağ, ne sağ, ne merkez ne de sol grupların hiçbirinin tek başlarına azınlık hükümeti bile kurmak için milletvekili sayısının yetmediği bir meclisle Fransa en az bir yıl, belki birkaç yıl yaşayacak. Hükümette merkez ve sağ veya merkez ve sol koalisyonları kaçınılmaz olacak. Koalisyon hükümetlerine alışık olmayan Fransa’daki egemen siyasal kültürü derinden sarsan bu durum, eğer bu hükümetler ayrıca önemli bir istikrarsızlık, bocalama sergilerlerse, iç tepişmeler ayyuka çıkarsa, “istikrar, güvenlik, halk iradesi” sloganıyla aşırı sağ liderin 2027’deki başkanlık seçimini kazanması mümkün olabilir. Bu olası gelişmeye karşı, sol ve merkez partiler aralarında anlaşıp, başkanlık rejimiyle parlamenter rejim arasında salınan, terazinin topuzu hep cumhuriyetçi kral figürüne doğru kayan Fransa’daki 5. Cumhuriyet’e son verip, diğer Avrupa Birliği ülkelerinde yürürlükte olan parlamenter rejime geçerler mi, geçebilirler mi? Cumhurbaşkanı etrafında oluşan bir meclis çoğunluğuna dayanan 5. Cumhuriyet rejimini, üç ve belki daha çok bloktan oluşan bir siyasal ortamda ayakta tutmak çok daha zor olacak. Şimdiden nispi temsil sistemine geçilmesi çağrısı çeşitli cephelerden dile getirilmeye başlandı. Bu da fiilen parlamenter rejime dönüş demek.

***

Toplumda yaygın bir memnuniyetsizlik yaratan Macron iktidarının yedi yıllık uygulamalarına karşı aşırı sağ her alanda “ulusal olanı tercih etmek” sloganıyla ifade ettiği bir politik hat öneriyor. Ama Fransa’da rağbet görmeyen AB’den çıkma önerisini son yıllarda hasıraltı etmeyi de ihmal etmiyor. “Elitlerin hakir gördüğü”, dışlanan, “kenarda bırakılan” “hakiki Fransızları” savunurken, zengin dostu olmayı da ihmal etmeyen çelişkilerle dolu bu hükümet programının esas taşıyıcısı gelecek ve yabancı korkusu. Sol ittifak ise Macron iktidarının yürüttüğü “neoliberal yöntemlerle neoliberalizmden çıkış” (bkz. Işık Bora’nın yazısı) politikasına karşı aceleyle hazırladığı hükümet programında esas olarak asgari ücretin artması, emeklilik yaşının indirilmesi, şirketlerin ve üst gelir gruplarının vergi oranlarının arttırılmasının ön plana çıktığı bir hükümet programı öneriyor. Ama bunu hayata geçirecek parlamento çoğunluğuna sol sahip değil. Macroncu partinin cılız sol kanadının verebileceği destek de yeterli olmayacak.

Diğer taraftan merkez ve merkez-sağ partileri, Yeni Halk Cephesi’nin radikal sol kanadıyla herhangi bir koalisyon içinde kesinlikle reddiyorlar. LFI ise şimdilik “sadece Yeni Halk Cephesi programı ve bütünüyle bu program” diyerek merkezle müzakere kapısını peşinen kapatıyor. Sonuç olarak koalisyon fikrine LFI liderliği de kapalı. LFI’nin lideri Mélenchon ve yakın ekibinin yürüttüğü sol popülizm politikası, sol ve sağ arasında birbirlerine ikame edilebilir toplumsal mücadele biçimleri olduğu yanılgısını yaratarak, örneğin siyasal alanda tabula rasa  yapmayı, bütün siyaset sınıfını kapı dışarı etmeyi savunarak, aslında kök faşizmin ana temasına meşruiyet kazandırıyor. LFI lideri Mélenchon’un sekter, kibirli ve aşırı çatışmacı tavrı, partisine karşı solda bile ciddi bir tepki birikmesine neden oluyor. LFI’nin bu seçimde Mélenchon’u eleştirdikleri için dışladığı, buna rağmen sol seçmenlerin birleşerek, Yeni Halk Cephesi’nin resmi adayına karşı seçtikleri altı LFI kurucusu milletvekilinin durumu bunun anlamlı bir göstergesi. Bu milletvekillerinin ayrı bir parlamento grubu kurarak, çevrecileri ve sosyalistlerin bir kısmını burada toplaması Halk Cephesi içi güç dengesini değiştirebilir. 

Solla işbirliğine sıcak bakmayan Macron’un, önümüzdeki gün ve büyük ihtimalle haftalarda merkez partileri ve onların sağından ve solundan gelen birkaç milletvekilinin desteğini alan bir hükümete yönelmesi ihtimal dahilinde. Böyle bir azınlık hükümeti sürekli olarak   aşırı sağın veya solun vereceği güvenoyu önergesinin tehdidi altında kalacak. Kanun teklifleri ve bütçe kanununu kabul ettirmek için ya aşırı sağın ya da solun desteğine ihtiyaç duyacak.  tehdidi. Ya da Macron, bir ara İtalya’da olduğu gibi, bir teknokrat hükümeti kurma yoluna gidecek. Bu teknokrat hükümetin ardından İtalya’da Giorgia Meloni’nin aşırı sağ koalisyon hükümeti kurduğunuve iki yıla yakın bir süreden beri iktidarda olduğunu  hatırlatalım.

Fransa’nın komşularında neredeyse olağan olan ama Fransa’da 1960’lardan beri rastlanılmayan uzun pazarlıklarla kurulan koalisyon hükümetleri, aşırı sağın otorite kaybı, güvenlik eksikliği ve göçmen tehlikesi temalarını daha fazla işlemesini, genelleşmiş bir korku halini daha da besleyip, “sisteme karşı çıkan yegane parti” temasıyla daha güçlendirerek 2027 başkanlık seçimlerine hazırlanmasını kolaylaştıracaktır. Fransa’da devlet ve din arasında kesin bir ayrım getiren laiklik ilkesini İslamofob bir laikçiliğe dönüştüren Macroncu hükümetin birçok üyesi, sağ partiler ve elbette bunun şampiyonu olan aşırı sağ, otoritenin yeniden tesisi temasını da birlikte işliyorlar. Göçmen karşıtı bir yasa çıkarma veya İsrail hükümetinin Gazze’de ve Batı Şeria’da işlediği son derece ağır suçları kınayanları antisemitizmle ve ırkçılıkla (!) damgalama konularında anlaşıyorlar.

Fransa’da merkez sağ ve merkez solu çökerterek iktidar olan ve bunu pekiştiren Macronculuğun “aşırı merkez” siyasetinin sonuçta esas olarak aşırı sağı ve biraz radikal solu beslediği iyice ortaya çıktı. Bu aşırı merkez siyaseti bir tür siyasal kara delik işlevi görerek, siyasal alanı siyasetsizleştiriyor. Bu siyasetsizleştirme büyük kentlerde ve çeperinde yaşayan solcuların, “elitler”in taşranın ve “hakiki Fransız halkın” dünyasına artık bütünüyle yabancı olduklarını, “cezalandırıcı bir ekoloji siyaseti”ni savunduklarını, çokkültürlülük adı altında toplumun kadim kültürünü azınlığa düşürdüklerini, büyük bir demografik ikameye kapıları açtıkları gibi temaları siyasal kampanyasının merkezine yerleştiren aşırı sağın önünde büyük bir alan açıyor. Etnik-dinsel ağırlıklı bir ulusalcı köktencilik güçleniyor. Bunu popülizm olarak tanımlamak doğru değil.

Bu etnik-dinsel ulusalcı köktencilik çoğu zaman bir öç alma havası içinde kendini ifade ediyor. Sadece seçim zaferi arzusunu değil, geleneksel sağın 2017’den itibaren çöküşüyle boşalan alanı kimlik, güvenlik ve egemenlik temalarıyla doldurma arzusunu dile getiriyor. Eskiden sola, Komünist Parti’ye oy vermek işçiler, hizmet sektörünün düşük ücretli çalışanları hatta küçük köylüler arasında bir gurur vesilesiydi. Muktedirlere karşı meydan okuma işaretiydi. Şimdi bu kesimlerin önemli bir bölümü aynı hissi aşırı sağa oy verirken taşıyor. Ama bir farkla: eskiden gelecek umuduyla oyunu kullanırken, şimdi gelecek korkusunun ağır bastığı bir duygu dünyası içinde davranıyor. Birinci turda sandığa giden işçilerin %56’sı aşırı sağa oy verdi. Aşırı sağ, bir yandan kendine temiz, düzgün, “comme il faut” bir sağ parti görünümü vermeye çalışırken,[1] diğer yandan sınıfsal pozisyonunda düşüş yaşayan veya konumunu böyle algılayan “hakiki Fransızların” korkularını, endişelerini ustalıkla kanalize ediyor. Birkaç reaksiyoner milyarderin sahip olduğu televizyon kanalları, gazetelerin verdiği destek de bunu güçlendiriyor. Alt sınıfların büyük çoğunluğu, solun sadece şeytanlaştırıldığı bu medya araçlarını takip ediyor. Bu kesim böylece iktidara karşı biriken öfkesine sola karşı beslenen bir kültürel öfkeyi katıyor. Ya sandığa gitmiyor ya da ne İslam’ı, ne göçmenleri ne de wokizmi seven, Hıristiyan, beyaz bir Avrupa ve geleneksel aile değerlerini savunan bir partiye, kendisi bütünüyle bunları savunmasa da oy veriyor.

***

Emmanuel Macron baskın erken seçim kararını alırken sol partilerin birleşemeyeceğini ve iki turlu seçimde kendi partisinin bir kez daha “aşırı sağa karşı kalkan” olma işlevini ikinci turda yerine getirerek, kazançlı çıkacağını hesap etmişti. Evdeki pazar çarşıya uymadı ve çarşı karıştı. Bu karmaşa içinde, Fransa’da özellikle sol siyasal hareketlerin, bu etnik-dinsel ulusalcı köktenciliği besleyen politikaları, uygulamaları, iktidarın dil ve duruşunu eleştirmenin, toplumu bekleyen yakın ve uzak felaketleri dile getirmenin ötesinde, arzulanabilir bir yeni gelecek, yeni bir umut söylemi geliştirmesi, yeni bir söz söylemesi gereği çok daha açık biçimde ortaya çıktı. Fransa’da sol partiler, başkanlık rejiminin dayattığı liderlik yarışı ve çekişmesine saplanıp kalmadan, hem kendi aralarında birliği koruyup, hem çok daha geniş bir toplumsal koalisyonun taşıyıcı gücü olmayı başarabilirlerse, işte o zaman gelecek seçimde solun zaferinden bahsetmek mümkün olacaktır. Şimdilik sol yakın bir büyük tehlikeyi geçici olarak savuşturma başarısı gösterdi. Bu başarıyı küçümsemek kendini sinik bir karamsarlığa bırakmanın ifadesi olur. Ama bu göreli ve anlık başarının kalıcı hale dönmesi için solun çok daha büyük bir iç dönüşüm yaşaması gerekiyor.    


[1] Alelacele 577 seçim bölgesinde aday bulup çıkaran Ulusal Birlik’in birçok adayının açık ırkçı, antisemit, homofobik oldukları, özellikle yerel gazetelerin çabalarıyla ortaya çıktı. Bu adaylardan birkaçını Ulusal Birlik yönetimi parti disiplin kuruluna sevk etti.