İnsanlık tarihinin seyri daima inişli çıkışlı olagelmiş, nispeten kısa dönemler haricinde hiçbir zaman öngörülebilir olmamış, henüz ortaya çıkmamış hiçbir yenilik ve değişim önceden kestirilememiştir. Büyük toplumsal olaylar ve dönüşümler hiç beklenmedik zamanlarda ve yerlerde ortaya çıkmıştır. Daha sonra, tarihsel sürece bugünden geriye doğru baktığımızda bazı kırılma noktalarının varlığı ve onların sonraki gelişmeleri etkileme/belirleme biçimleri görünür ve ayırt edilebilir hale gelmiştir.
“Toplum diye bir şey yoktur” sloganını ete kemiğe büründüren, o sloganın yazılı olduğu bayrağı sallandırarak, sallandırdığı ölçüde kökleşen, yerleşen, çoğalan, nüfuz eden neoliberal vahşetin/çağın zalimlik, felaket ve yıkımlarından söz etmiyor muyuz uzunca bir süredir? Kapitalizmin mevcut evresini, 70’lerin sonlarında başlayan geç kapitalist çürüme ve parçalanmayı eksiksiz biçimde tetikleyen, temsil eden, özetleyen korkunç ifade. Hem toplumsal ve bireysel hayatı hem de piyasayı tarif eden, düzenleyen, biçimlendiren ideolojik pratikler toplamı. Paradigmatik örnekleri Reaganizm ve Thatcherizm olan, tarihin kırılma anlarından birisi. Daha sonra, zafer kazanmış bir komutan edası, özgüveni ve nobranlığıyla M. Thatcher’ın ağzından dökülen o sözler işte: “Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır.” Bu dönem aynı zamanda, kurumlaşmış dinlerden new age obskürantizmlerine kadar uzanan yelpazede dinin ve dinsel inancın bilim ve özgürlükçü siyaset karşısında yükseleceği ve zafer kazanacağı bir dönem olacaktır:
“Lacan’ın dinin zaferinden bahsettiği tarihin finansallaşmanın şafak vakti olması, Amerika’nın Breton-Woods sistemini yürürlükten kaldırmasıyla birlikte altın standardının son bulup serbest kur döneminin başlamasından birkaç yıl sonrasına denk gelmesi tesadüf değildir. Dinin zaferinin siyasal iktisat içinde somut bir adı vardır: üstündeki denetlemelerin kaldırılmasıyla birlikte sermayenin taşıdığı ‘yaratıcı potansiyeller’in ve içkin teleolojinin, yani piyasanın kendiliğinden dengelenme eğiliminin serbest kalacağını söyleyen vahşi hipoteziyle neoliberalizm.”[1]
Şimdi daha iyi anlıyoruz ki toplum olma vasfının iptal edilmesi, geçersiz kılınması, dışarıda bırakılması ve toplumsal bağların parçalanmasıyla oluşan boşluğa zalimlik, soğukluk, acımasızlık, kalpsizlik ve nefret gibi özellikleriyle tuhaf bir sapkınlık yerleşmiş ve genelleşmiştir…demek neoliberalizmin tam kalbindeki şeyden söz ediyoruz. Yeni bir insanlık durumunun, yeni bir varoluş kipinin, yeni bir öznellik biçiminin eşlik ettiği ve tamamladığı bir senaryonun yürürlükte olmasından. Sahnede “Kendin ol!” ve “Zevk al!” buyrukları, basıncı ve kısıtlamaları uyarınca zuhur eden ve biçimlenen yeni bir özne vardır artık. Kapalı devre bir kendine-referans sayesinde, kendine-referansla oluşan, hiçbir muhatabı/ötekisi/sınırı olmayan, bunlardan ve kendini izah etme ‘yükünden’ ve sorumluluğundan sıyrılmış post-modern öznedir bu. “Ben” demekle yetiniyor, bunu yeterli sayıyor. Korkunç bir şey bu, başımıza gelen. “Cevherimiz/tözümüz” olan şeyi büsbütün kaybetmek, üstelik neyi kaybettiğimizi bile tam olarak anlayamadan. Çünkü yegane başvuru noktası, biricik referansı kendisi olan özne, çelişki ve çatışmalarından arınmış, suçluluk ve sorumluluk duygusundan azade, tamlık/eksiksizlik yanılsamasıyla kendinden geçmiş yeni bir insanlık durumu demektir artık. Kendini asgari düzeyde tarif etmek için bile gerekli olan simgesel koordinatlardan yoksun, demek hiçbir tanıma tabi olmayan bir uçuculuk ve akışkanlıktan muzdarip bir varolma biçimi. Her birimize musallat olan, her birimizi kuşatan bir şeyden, bir düşkünlük ve gerileme halinden söz ediyoruz demek ki. Aksu Bora’nın incelikle işaret ettiği şeyin ortaya çıkması, toplumun temellerinin kaybolması, çökmesi bu:
“Toplumu toplum yapan şey, her şeyden önce, birbirini umursamaktır. Bu umursamayı düzenlemek, kalıcı hale getirmek, güvenceye almak. Kimseyi tek başına ölmeye terk etmemek. Kadınların hep yapageldikleri ama tarihin ve politikanın dışında bırakılan şeyler.”[2]
Bireylerin sınırlı kaynak ve imkanlar için yarışan, rekabet eden ve üstünlük sağlamaya çalışan tüketiciler olarak tanımlandığı zihniyet ve ideoloji dünyasına göre şekillenen bir hayat/toplum başka nasıl olabilirdi ki zaten? Güç ve kudreti, makam/mevki/para/zenginlik/ayrıcalık sahibi olmayı haklı olmakla, hak ve söz sahibi olmakla eşitleyen yasanın hükmettiği bir toplum? Varolan eşitsizliklerin ve güç/egemenlik ilişkilerinin rekabet gücü, başarı, beceri, yetenek, yaratıcılık gibi bireysel özelliklere tercüme edilerek yeniden kurgulandığı/yazıldığı yerde umursamazlık ve kayıtsızlık kültürünün yükselmesinden daha dehşet verici olan şey, bir tür nefret kültürü ve bağının yeşermesi, kök salmasıdır belki de. Neoliberal mantığın ürettiği ve biçimlendirdiği öznenin aynı mantığı içselleştirdiği, pekiştirdiği ve güçlendirdiği ölümcül bir kısır döngü bu.
[1] Samo Tomsic, Kapitalist Bilinçdışı, Çev: Barış Engin Aksoy, Metis, 2017, s. 65