Evli Evine…
Aksu Bora

Küçük İncelikler

 

Hani kalabalık bir salonda koltukların arasından geçerken siz,

insanlar ayaklarını toplar ki geçesiniz,

Bunu düşünüyorum nicedir.

Yabancılar “çok yaşa” der hâlâ biri hapşırdığında,

hıyarcıklı veba günlerinden kalma bir hatıra.

“Ölme” diyoruzdur aslında.

Hani bazen limonlarınız dökülür alışveriş torbanızdan da

Koşuverir birileri toplamanız için yardıma.

Çoğu zaman birbirimize zarar verelim istemeyiz

Kahvemiz fincanda sıcak verilsin isteriz

Verene teşekkür eder, gülümseriz; o da gülümsesin dileriz.

Hani garson bir kase sıcak çorbayı koyarken önümüze,

afiyet olsun der,

hani kırmızı kamyonetin şoförü geçelim diye yol verir.

Birbirimizden öyle az şey var ki artık hepimizde.

Ne kadar uzağız şimdi

Kabileden ve kamp ateşinden.

Geri kalan bir bu kısacık etkileşim anları.

Peki ya kutsalın hakiki mekânı bunlarsa,

“Gelin, oturun yerime,”

“Geçin, önden buyrun,”

“Şapkanıza bayıldım”

filan derken hep birlikte inşa ettiğimiz o geçici tapınaklarsa?

(Danusha Lameris, Small Kindness. Çeviren: Nuray Önoğlu)

“Bir toplumu toplum yapan şey nedir?” sorusu geçerliliğini değil ama popülerliğini yitirmiş görünüyor. Toplum olmaktan çok hayatta kalmayla uğraştığımız için belki. Bir yandan da, bu ikisini birbirinden ayrı düşünemiyorum, ne de olsa, türümüzün doğası bu: topluluk halinde yaşıyoruz. Ki, zaten toplulukların herhangi bir varlık problemi yok gibi görünüyor; hatta toplumu bir arada tutan bağlar gevşedikçe topluluklarınki pekişip güçleniyor. O kadar güçleniyor ki, içinden çıkmayı hayal bile edemiyorsunuz, hem nereye çıkacaksınız? Evli evine, köylü köyüne.

Ama işte, “evi olmayan sıçan deliğine” gitmesin diye, topluluktan fazlasına ihtiyacımız var: topluma. Tabii evliler ve köylüler için de çıkacak bir yer olması, hayatta kalmaktan biraz daha fazlasını yapma imkânı bulabilmek için elzem bu.

Toplumu toplum yapan şeyin ölmekte olanları yalnız bırakmamak olduğunu yazmıştı Alphonso Lingis. “İnsanları ister hastanelerde olsun ister köprü altlarında tek başlarına ölmeye terk eden bir toplumun kendisini kökten yıktığını düşünmeye başladım ben kendi hesabıma.” Geçtiğimiz hafta yanan ormanları, hayvanları, evleri, evsiz kalan ve “kendi imkânları”yla bu felaketle baş etmeye çalışan insanları gördüğümde, üzüldüğüm kadar utandım da. Tıpkı İliç cinayetinde, tıpkı depremde olduğu gibi. Kendi imkânlarıyla baş başa kalmasalar da ortak imkânlarımızı seferber edebilsek, bu felaketler cinayete dönüşmezdi. Ortak imkânlarımız, yani devlet kurumları. İşlemeyen, delik deşik olmuş kurumlar.

Covid 19 salgını dünyayı kasıp kavurmaktayken yazılan Bakım Manifestosu, şu cümleyle başlıyordu: “İçinde yaşadığımız dünya, umursamazlığın hüküm sürdüğü bir dünyadır.” Herkesin kendi imkânlarıyla çabalamak zorunda kalması, bu umursamazlığın cisimleşmiş hali. Herkes öyle ince ayarlı yaşamak zorunda ki, kafasını kaldırıp yanındakine bakamıyor. Muhtemel felaketle kendi imkânlarınla başa çıkmak zorunda kalacağını bilirken başka ne yapabilirsin? Bu ince ayarda yeterince uzun yaşadığında, umursamazlık sıradanlaşıyor: her koyun…

Bir yandan da yangın yerlerine koşan gönüllüler, barınaktaki köpekleri kurtarmak için seferber olanlar, itfaiyecilere su ve ayran taşıyan kuryeler var. İnce ayarları boşverip felakete el uzatanlar. Umursamazlığın hükümranlığına kafa tutuyorlar yaptıklarıyla.

Geçen ayki yazıda görünmeyen emek tartışmasının evin sınırlarını aşan, toplumsalın yapısını ilgilendiren boyutuna işaret etmeye çalışmıştım. Cinsiyete dayalı işbölümünün yarattığı “kadınlık yükü” probleminden fazlası var burada. Yalnızca felaketler zamanında değil, yalnızca evi olmayanların sıçan deliğine gitmesini engellemek için değil, birbirimizi umursamanın, toplum olmanın bir yordamı olarak “görünmeyen emek”. Evimizin, içine hapsolduğumuz topluluğumuzun dışına çıkıp “dünyaya katılmak” için.

Kadınların görünmeyen emeği sayesinde erkeklerin dünyaya katılabildikleri bir zamanda, bunun yalnızca bir “kadın sorunu” olduğunu iddia etmek mümkündü. O zaman da doğru değildi ama şimdi hiç değil. Çalışma, ev, kamusallık, politika… yeniden tarif ediliyor, yeniden biçimleniyor. Yahut belki de biçimini kaybediyor demek lazım. Kendimizi bu yeni biçimsizliklere uydurmaya çalışıyoruz ve yapabildiğimiz şey (o da becerebilirsek), ancak başımızı suyun üzerinde tutmak oluyor. Aslına bakarsanız, erkeklerin “dünyaya katılma” tecrübeleri, dünyayı böyle biçimsiz hale getirdi. Toplumu toplum yapan şeyin ne olduğuna dair verdikleri cevaplar hep yanlıştı. Leviathanmış, ayakkabıcıyla fırıncının işbölümüymüş, totemmiş (yoksa suç ortaklığı mı demeli?).

Toplumu toplum yapan şey, her şeyden önce, birbirini umursamaktır. Bu umursamayı düzenlemek, kalıcı hale getirmek, güvenceye almak. Kimseyi tek başına ölmeye terk etmemek. Kadınların hep yapageldikleri ama tarihin ve politikanın dışında bırakılan şeyler. Kadınlık yükü, bir yandan da kadınlık bilgisi: “yeniden üretim” dediğiniz şey, hayatın ta kendisidir! Dünya beton direklerin, fabrikaların, “tesis”lerin üzerinde durmaz, işte o küçük jestlerin, dikkatlerin, umursamaların üzerinde durur. Yaşanmaya değer bir dünya.

Kazım Kızıl’ın o güzelim fotoğrafında, kendisini engellemeye çalışanları itip yangının içine dalan, atını oradan kurtaran adama baktığımda, ben bunu görüyorum.


Not: Nuray Önoğlu’nun Küçük İncelikler şiirini çevirmesi de böyle bir küçük incelikti. Çok teşekkür ederim.