İsrail’in Pervasızlığı ve Kural Tanımazlığı Karşısında
Barış Özkul

Hizbullah’ın otuz küsur yıllık şefi Hasan Nasrallah, Hizbullah militanlarının haberleşme cihazlarını hedef alan 17 Eylül saldırısına misilleme sözüyle karşılık verdikten on gün sonra yine bir İsrail saldırısıyla hayatını kaybetti. İsrail ve ABD gazeteleri, saldırının ABD yapımı “bunker-buster” (sığınak patlatıcı) mühimmatla yapıldığını özellikle vurgulayan haberler geçtiler. Burada Ortadoğu’nun tamamına İsrail’in arkasında ABD’nin olduğu mesajının verildiği aşikâr. Netanyahu’nun BM konuşmasında bütün Ortadoğu’yu ulu orta tehdit etmesi, İsrail’in uzun kolunun uzanamayacağı bir yer olmadığını defalarca hatırlatması İsrail devletinin bir “haydut rejim” olma yolunda pervasızca ilerlediğini gösteriyor. ABD’nin “İsrail yancılığı” olarak özetlenebilecek tavrı Netanyahu’nun pervasızlığının günbegün artmasına olanak sağlıyor. Oysa, İsrail devletinin Gazze ve Lübnan’da sivil ölümlerine yol açan “soykırım” saldırıları Batı blokunun düşman kardeşleri Rusya ve Çin’in saldırgan politikalarından (Ukrayna’da, Uygur özerk bölgesinde vb.), jeopolitik hesaplarından büyük ölçüde farksız. Uluslarası hukuk ihlallerinin yarattığı küresel meşruiyet sorunu İsrail’in arkasında sıralanan Batı ülkelerini de içine alarak genişliyor. Mazlumlar arasında ayrım yapmadan barıştan, insan haklarından, uluslarararası hukuktan yana olanların karamsarlığı, acizlik hissi gitgide derinleşiyor.

***

İsrail güvenlik servislerinin Nasrallah suikastından on gün önce Lübnan ve Suriye'deki Hizbullah militanlarının haberleşme cihazlarını “başarı”yla infilak ettirmiş olması Batı medyasında Mossad’a derin bir hayranlıkla, bir istihbarat örgütünün insan öldürme becerisine takdirle karşılandı. Haberleşme cihazlarının infilakıyla Lübnan’lı masum sivil ve çocukların ölmüş olması pek umursanmadı. Ölenler Arap olduğunda infial Ortadoğu ile sınırlı kalıyor. İsrail’in bu tekno-saldırının hazırlıklarına en az iki yıl önceden, 7 Ekim saldırıları henüz bir ihtimal bile değilken başlamış olduğu gerçeği de durumu değiştirmiyor.

İsrail devleti ve güvenlik teşkilatının Libya, Irak, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerde suç örgütleriyle işbirliği halinde işlediği cinayetler Ronen Bergman’ın ibretlik kitabı Rise and Kill First’te meraklısı için bir bir anlatılıyor; bir suikast şebekesi gibi faaliyet gösteren İsrail devletinin dış politika anlayışı Putin Rusyası ile benzer bir mantığa oturuyor. Mahmut Abbas gibi kontrol edebileceği, uysal liderler isteyen İsrail; Haniye ve Nasrallah gibileri ortadan kaldırılması gereken haşarat olarak görüyor. Bu nedenle, başka bir egemen devletin topraklarında suikast düzenleyerek uluslararası hukuku ihlal etme hakkını kendinde görebiliyor veya Gazze’de herhangi bir vicdani çekince duymaksızın Filistin halkını hedef alan bir imha ve tehcir harekatı sürdürebiliyor.

***

İsrail’in kural tanımazlığı ve pervasızlığı karşısında Türkiye’de ve dünyada kabaca iki tavır gözlemleniyor. İlk olarak, Türkiye’de siyasal İslâmcılar tarafından öteden beri “ümmetin kanayan yarası” olarak sunulan Filistin meselesinin bir yıl içinde bu denli alevlenmesinde Hamas’ın muhtemelen İran sponsorluğunda başlattığı “akılsız 7 Ekim saldırısı”nın payı neredeyse yok sayılıyor; böyle bir hadise sanki hiç yaşanmamış, Netanhayu’ya katliam fırsatı Hamas tarafından “altın tepside” sunulmamış gibi bir hava yaratılıyor. İsrailli sivillerin konser meydanından kaçırılıp öldürülmesi, kibbutzlardaki sivillerin otomatik silahlarla taranması karşısında Hamas liderlerinin şükür duaları ettiği utanç tablosu kınanacağı yerde “kol kırılır, yen içinde kalır” mantığıyla geçiştiriliyor. Hizbullah’ın İsrail toplumunun küçük bir kısmının günlük yaşamını rahatsız etmekten öteye gitmeyen saldırılarına İsrail’in misliyle karşılık verip yüzlerce Lübnanlı’nın canına, on binlercesinin yerinden yurdundan edilmesine yol açmasının mantıksızlığı da Arap ve Müslüman dünyasında konuşulmuyor. 

Diğer taraftan, Filistin ve Lübnan konusunda son derece duyarlı olan siyasal İslamcıların Ukrayna’da, Sudan’da, Çin Uygur özerk bölgesinde devam eden insan hakları ihlalleri karşısında sessiz kalmaları meselenin iç siyasetteki “sürüm” değerini daha çok önemseyen bir pragmatist tutuma işaret ediyor. Putin Rusyası’nın Ukrayna’da yürüttüğü ve şimdiye kadar yüz binlerce insanın ölümüne yol açan ilhak savaşına, Navalni gibi muhalif siyasetçiler ve gazetecilerin öldürülmesine ses etmeyen ABD karşıtı anti-emperyalistlerin insan hakları meselesindeki samimiyeti de siyasal İslâmcılarınkine denk görünüyor.

Sol-seküler çevrelerde yaygın bir diğer tavır ise paradoksal olarak Avrupa’nın yeni nesil aşırı sağ partilerinde de gözlemlenen; Arap ve Müslüman karşıtlığıyla İsrail destekçiliğini birleştiren bir içgüdüsel tepkiyi ifade ediyor. Avrupa’da Müslüman sığınmacı ve göçmenlere yönelik düşmanlığı, deportasyon taraftarlığını ele alan aşırı sağ partiler, 20. yüzyıl faşizminin anti-Semitist diskurunu bir kenara bırakıp, Arap-Müslüman öldürme maharetinden ötürü İsrail’i neredeyse tebrik eder duruma geldiler. Nasrallah veya Haniye gibi liderlerin insan hakları, demokrasi, şiddet karşıtlığı gibi değerlerle uzun boylu ilişkilerinin olmamış olması aşırı sağın bu tavrına yanıltıcı bir meşruiyet görüntüsü de kazandırıyor. Örneğin, geçen haftaki suikasta kadar 1992’den beri Hizbullah’ın genel sekreterliğini yürüten Hasan Nasrallah; Lübnanlı sivilleri, Birleşmiş Milletler Barış Muhafızları’nı, bombalı suikasta kurban giden eski Lübnan başbakanı Refik Hariri’yi hedef alan çeşitli şiddet eylemlerinden doğrudan veya dolaylı olarak sorumlu tutuluyordu ve bunlardan ötürü herhangi bir pişmanlık belirtisi göstermemişti. 1983’te 254 ABD askeri ve 58 Fransız askerinin öldüğü çifte suikastın da sorumlusu olarak gösterildiği için ölümü Joe Biden ve Kamala Harris tarafından “adaletin tecellisi” olarak nitelendirildi. Bu “dişe diş, kana kan” mantığı hemen her yerde medeniyetin temel ilkelerinin köküne kibrit suyu döküyor. İsrail’de, Lübnan’da, Gazze’de ve Batı Şeria’da karşı tarafın acı çeken, ölen sivillerine empati duymak veya bunu dile getirmek imkansız hale geliyor.

Hamas veya Hizbullah’ın temsil ettiği dinî bağnazlığa ve şiddeti kutsallaştıran zihniyete yönelik tepkiden hareket eden Avrupa'daki aşırı sağ partiler veya AKP’nin yirmi yıllık iktidar performansından ötürü siyasal İslâm’ın temsilcilerine iyice bilenmiş halde olan Türkiye'deki sol-seküler çevreler; İsrail devletinin kendi egemen varlığını hedef alan saldırılara karşı koyma hakkı ile Netanyahu hükümetinin bunu bahane edip uluslararası hukuku ağır biçimde ihlal etmesi arasındaki ayrımı göz ardı ederek Gazze’de ve Lübnan’da sivil, çocuk binlerce kişinin öldürülmesini, hastaneler, okullar ve sığınmacı kamplarının bombalanmasını normal karşılayabiliyorlar. Böylece İsrail bir anlamda 11 Eylül’den sonra Batı ülkelerinde ve -kendi özel konjonktürü çerçevesinde- Türkiye’de biriken hıncın temsilcisi, "bunlara müstahaktır" feveranı ve intikam arzusunun icracısı haline geliyor. Netanyahu ve faşist hükümeti Ortadoğu sınırlarını aşan bir sosyal psikolojiye yaslanmanın rahatlığıyla Lübnan ve Filistin’e karşı sadece bir varoluş değil aynı zamanda bir medeniyet savaşı yürütüyor olduklarını iddia edebiliyorlar.

Ortadoğu’da gerçekte bir soykırım saldırısı yürüten ve savaşı genişletmek için yeni fırsatlar kollayan İsrail’in pervasızlığı ve kural tanımazlığı karşısında Müslüman-gayrimüslim, Arap-Batılı ayrımlarını askıya alarak küresel bir perspektifle insan hakları ve hukuk mücadelesi veren bir duyarlılığa, duyarlıktan öte bir sivil haklar hareketine ihtiyaç var. Ölümleri ve acıları durdurmanın yolu nefret ve intikam retoriğine teslim olmak yerine küresel bir insan hakları bilinci yeşertmek için çalışmaktan, uluslararası hukuku her durumda savunmaktan geçiyor.