Bu yazının başlığını Katherine Verdery’nin aynı isimli kitabından aldım. Verdery ölü bedenlerin önümüze bir özgeçmiş ile birlikte geldiklerini söyler. O özgeçmiş bizim o ölü bedenleri onlarla aynı hayatı süren başka insanlarla özdeşleştirmemizi sağlar. Onların bedenine yapılanlar, hayattayken onlarla aynı kaderi paylaşanlara yapılmak istenilenin bir göstergesidir. Bedenleri hem ölü, hem diridir. Fiziken ölü olsalar da, siyaseten yaşamaktadırlar. Ölü beden ve ölü bedene yapılanlar siyasetin en çıplak halidir (link).
Geleneksel olarak savaşın, yaşamın sona ermesi ile ilişkili olduğunu düşünürüz. Karşı tarafın yürüyen, konuşan, düşünen, silah atan “canlıları”nı yok etmekle ilgili olduğunu. Eğer savaş karşı tarafın eylemde bulunma kapasitesini yok etmekten ibaretse, artık sadece cansız bir beden olarak orada yatan biri ile uğraşmanın sebebi ne olabilir? Eğer devlete karşı bir tehdit varsa ve devletin tek arzuladığı o tehdidi bertaraf etmekse yürümeyen, konuşamayan birinden devlet ne isteyebilir? Onun cesedine niçin işkence yapar? Niçin ona bir mezarı çok görür?
Savaşı karşı tarafın fiziki kapasitesinin yok edilmesi olarak anladığımızda, ölülere yönelik vahşetin anlaşılması güçleşir. Oysa kazanmak sadece fizikî ölümle ilgili olmadığı gibi, şiddet de sadece canlı bedenlere yönelik değildir. Gelenekler, hafıza ve ritüllere yönelik kıyım ve şiddet her zaman savaşın, özellikle isyan bastırmanın bir parçasıdır. Savaş/isyan bastırma düşman olarak gördüğün topluluğun kendi tarihini, kendi sürekliliğini kurabileceği hafızayı yok etmektir, onun ortaya çıkmasını engellemektir. Siyasal iktidarların öldürmek istediği, isyan eden bedenler değildir yalnızca, isyan edenin etrafında şekillenmiş toplum ve o topluma ait süreklilik duygusudur. İsyan edenin ölümü kamusal bir anlam kazanmamalıdır. Öldürülen bedenler etrafında (resmî olana) alternatif bir hafıza inşa edilmemelidir.
İsyan ettikleri için öldürülenleri gelecek kuşakların hatırlamaması iktidarın en derin arzusudur: “Öldürdüm ve bitti. Ölümden öte köy var mı?”
Oysa ölümden öte köy vardır ve bu arzu hep kendi zıddını yaratır.
Siyasal iktidarın, isyancıların alternatif bir toplumsal hafıza inşa etme çabalarını engellemek için başvurduğu en yaygın yöntemlerden biri hafızayı mekânsız (yani mezarsız) bırakmaktır. Katherine Verdery, ölülerin heykelleriyle, mezarlarıyla, anıtlarıyla, haklarında yazılan destanlarla bir siyasal yaşama kavuştuklarını anlatır (link). “Her yeni iktidar der” Verdery, “kendi geçmişini ölümle yeniden kurar”. Kendi kutsal ölüsünü yaratır ve kendisine muhalif olanları mezarsız bırakır. Her yeni iktidarla birlikte mezarlar açılır, mezarlar kapanır. Ölülere itibarları iade edilir, yeni cenaze törenleri düzenlenir.
Siyaset biraz da kimin, nasıl ve ne için öldüğüdür. Kimin yaşamayı hak ettiği kadar, kimin ölüsünün değerli olduğudur. Değersiz ölüler, o iktidar açısından ölmesi gereken bir geçmişin ve fikirlerin sembolüdürler. Onlar mezarsız kalanlardır.
Örneğin sosyalist isyanın sembolü haline gelen Che Guevara tam da alternatif bir mekân inşasının önüne geçilmek istendiğinden, yerini hiç kimsenin bilmediği, işaretsiz bir mezara gömülmüştür. Darbe ile devrilen Salvador Allende’nin de bir mezarı yoktur. Sosyalizmde reform yapmak isteyen Macaristan başbakanı İmre Nagy, 1958’de kabinedeki 4 bakanı ile birlikte asılmış ve her birinin cenazeleri tabutsuz, yüzüstü, ve işaretlenmemiş mezarlara konulmuştur. Guevara da, Allende de, Nagy de onları işaretsiz mezarlara koyanların devri sona erdiğinde törenle yeniden gömülmüşlerdir. Mekânsız olmaları unutuldukları anlamına gelmez. Tam aksine ölülerin mekândan mahrum edilmiş olması onları devletin mutlak egemenliğine karşı direnişin sembolü haline getirmiştir.
Türkiye’de de isyancıların mezardan mahrum bırakılması bir devlet geleneğidir. İsyan ettiği için idam edilen Şeyh Sait ve 46 arkadaşının idamından sonra cenazeleri ailelerine teslim edilmemiştir. Mezar yerlerinin nerede olduğu belli değildir. Tıpkı Şeyh Sait gibi Dersim Katliamı sırasında asılan Seyit Rıza’nın da mezar yeri yoktur. Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edildikten sonra yan yana gömülmelerine izin verilmemiştir. Adnan Menderes’in de idam edildikten sonra konulduğu mezar yeri işaretsizdir.
Sadece onlar mı? Türkiye bir mezarsızlar ülkesidir adeta. Bugünlerle sıklıkla kıyaslanan ‘90’lı yılları hatırlayın örneğin. Kazılan çukurlara toplu olarak gömülen ölüleri. Kimsesizler mezarlıklarındaki işaretsiz ölüleri. Derelere, su kuyularına atılan ölüleri. Gömüldükleri yerlerden kutsal toprağı kirlettikleri için çıkarılan ölüleri. Mezarları yağmalanan, kulakları kesilen ölüleri (link). Onların kemikleriyle daha yeni yeni helalleşmeye başlamıştık oysaki!
Ne zaman ki devlet, barışmak ve konuşmak yerine savaşmayı/unutturmayı seçsin, o zaman mezarsız bırakma geleneğimiz baş gösterir. Son günlerde olan da bu değil midir? Daha birkaç ay öncesine kadar Rojava’da IŞİD ile savaşırken öldürülenlerin ülkeye dönmesine izin verilirken, birdenbire hiç kimsenin içeriğini bilmediği bir Bakanlar Kurulu kararı ile cenazelerin aileler tarafından sahiplenilmesinin yasaklanması aynı mantığın uzantısı olarak görülemez mi? Bu mantık geride çocuklarını çocukları olduğu için sevmekten başka bir şey yapmamış olan ve “Acımızı yaşamamıza izin verin. Acımıza saygılı davranın. Tarifi imkânsız acımızı kısmen azaltmak için oğlumuzu bize verin” diyen aileler bırakır (link).
Peki ya geçen haftalarda Muş, Ağrı gibi illerde arka arkaya yapılan mezarlık operasyonları ölüme müdahale ederek, ölümü mekansızlaştırarak toplumu yeniden şekillendirme arzusunun bir başka tezahürü değil midir? Ne demişti Yalçın Akdoğan bu mezarlıklara yönelik operasyonlara yanıt verirken: "Halkın çağrılıp tehdit edildiği, haraç alındığı, işkence edildiği yerlerdir buralar. ...Terörizm merkezi haline gelen sözde mezarlıkların ortadan kaldırılması ve buraları inşa edenlerin yargıya hesap vermesi kaçınılmazdır. Kürt'ün canlısını istismar eden terör örgütü, ölüsünü de istismar etme aymazlığı içindedir." (link) Siz şöyle okuyun: Kürt’ün canlısı ile de ölüsü ile de mücadele edeceğiz bundan sonra. Ya da şöyle okuyun: Kürt hareketinin alternatif bir toplumsal hafıza kurmasına da izin vermeyeceğiz.
Siyasal iktidar bir ölüye “terörist” diyerek onu bir annenin hayatını kaybetmiş çocuğu olmaktan çıkardığında bir başka hukukun rutinleşmesinin kapısını aralar. Bir annenin ölü evladını mezarsız bıraktığınızda, cesedini çöplük olarak kullanılan derelere attığınızda, kimsesizler mezarlığına gömdüğünüzde çocuğunun ölüsünü insanlıktan çıkarırsınız.
Ölülerin bedenlerine ve mekânlarına yönelik şiddet hükümetin en yetkili ağızlarından “teröre yönelik” mücadelenin bir parçası olarak sunulurken Şırnak’tan bir kare düşer önümüze. Bir özel tim aracı, Hacı Birlik’in ölü bedenini arabanın arkasına bağlamış, büyük bir nefret ve kinle sürükler o karede. Önce kimse inanmak istemez, ama sonra bu işi yapanlar yaptıkları işin doğruluğundan emin halde çektikleri videoyu paylaştılar pervasızca. Yaptıklarının rutin bir uygulama olduğunun bilinciyle. Yaptıkları rutin bir şiddet pratiğidir gerçekten de. ‘90’lı yıllarda akıllı telefonlarımız ve sosyal medyamız olmadığı için ancak gören gözlerin tanıklık ettiği rutin bir uygulama.
Bu rutin uygulamanın yanlışlığı değil ama açığa çıkmasının yaratacağı dehşet ve tepkinin farkında olan hükümet, fotoğrafa konu olan korkunç eylemi bir istisna hali olarak kodlar. Başbakan Davutoğlu terörle mücadelenin hukuk içinde kalarak sürdürülmesi gerektiğini açıklar hemen (link). Ama baklayı ağzından çıkartan Sabah gazetesi olur:
“Öldürülen teröriste bomba tuzaklamış olma ihtimaline karşın, tüm dünyada uygulanan rutin uygulama kontrol amaçlı yapılmış. Birkaç metre sürüklenerek kontrol tamamlanmış. Ceset arazideyse, iple bağlanır ve mecburen birkaç kişi tarafından elle çekilir. Şehir içindeyse çevredekilere zarar vermemesi, patlayıcının güçlü olma ihtimaline karşın zırhlı araçla çekilir.(link)”
Gerçekte ölü bedenlere işkence yapanlar, onu bir mezardan mahrum bırakanlar rutin bir güvenlik uygulamasından ziyade, bir bedenin inandığı bir dava uğruna ölmüş olmasının yarattığı kutsal haleyi yok etmek isterler. Ölüye saldırma ve ölümü değersizleştirme, ölen kişiye benzer hayatlar yaşayanlara yönelik bir mesajdır aslında. Siyasetin önümüze serilen en çıplak, en maskesiz hali.
***
II. Dünya Savaşı sırasında ABD askerlerinin kullandıkları askeri araçların üzerine öldürdükleri Japonların kesik başlarını koymaları rutin bir uygulamaydı. Japon askerler öldürülüyor ve öldürüldükten sonra kesilen kafaları tankların üzerine konuluyordu. 1943’te gazeteci Ralph Morse bu tüyler ürpertici uygulamayı fotoğrafladı. Fotoğrafta bir ABD tankının üzerinde ölü bir Japon askere ait, tamamen tahrif olmuş, çürümeye yüz tutmuş bir kafatası vardı.
Fotoğrafı yayınlayan Life dergisi bir Amerikan askerinin düşmana karşı bu kadar acımasız olabileceğine, bu kadar insanlıktan çıkabileceğine inanmadıklarını belirten binlerce tepki aldı. Dergi bu tepkiler sonrasında bir açıklama yayımladı: “Savaş sevimsiz, acımasız ve her zaman insanlık dışıdır. En tehlikeli şey bu gerçeği bize anımsatanlarla yüzleşmek değil, savaşa dair bu gerçeği unutmaktır.”
Hacı Birlik’in yerde sürüklenen fotoğrafı bize savaşın sadece canlıları değil, ölüleri de hedef aldığını hatırlatıyor. Bize savaşın aslında ne olduğunu gösteriyor.
Acımasız, sevimsiz ve daima insanlıkdışı.