Geçtiğimiz hafta Lozan Antlaşması’nın 93. yıldönümüydü.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi sayılan bu antlaşma, henüz yüz yaşını bile görmeden olup bitenler bir yüzyıllık muhasebeyi ister istemez herkesin önüne koydu.Aslına bakılırsa bu muhasabeyi çoktan yapanlar kararını vermiş ve 2023 yılında Yeni Türkiye’nin ilanı hazırlıklarına başlamıştı.
15 Temmuz darbe girişimi, deyim yerindeyse, bir erken doğum oldu.
Her erken doğumun taşıdığı risk Yeni Türkiye için de geçerli: yaşama şansı düşük, yaşasa bile sağlıklı bir bedene sahip olacağı şüpheli…
Yeni Türkiye hayatta kalma mücadelesi verirken, Eski Türkiye’ye ilişkin söylenebilecek olan ise tartışmasız bir iflastır.
Lozan Antlaşması’na referansla tanımlayacak olursak Türkiye Cumhuriyeti’ni taşıyan iki temel kolon vardı: bunlardan biri laiklik, bir diğeri ise batıcılıktı.
Burada kısaca vurgulamak gerekirse, Cumhuriyet’in ‘Türk’ niteliği zaman içine yayılan yerel bir projeydi; günün sonunda bir proje olarak da kaldı. Ancak, erken dönem Cumhuriyet yıllarında laiklik ve batıcılık kolonlarının inşasında gördüğü harç işlevi önemliydi. Bir başka ifadeyle, Türklük harcıyla örülen laiklik ve batıcılık yerelleştirilmeye, ‘öteki’ne ait olmaktan çıkarılıp ‘biz’e özgün biçimlendirilmeye çalışıldı.
Bu bağlamda, Lozan Antlaşması’na taraf ülkelerin nazarında Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘Türk’ olmaktan çok ‘müslüman’ kabul edildiği de gözden kaçırılmamalı. Zira azınlıklara ilişkin atıflarda ‘gayrimüslim’ ifadesinin tercih edilmesi bir tesadüf değildi. Nihayetinde, Lozan Antlaşması’nı izleyen inkilaplarlar da özünde Türklük değil, laiklik ve batıcılık odaklıydı.
Bugün eski Türkiye’nin iflas ettiğini iddia etmeyi mümkün kılan gerekçeler ise tam da Türkiye Cumhuriyeti’ni ayakta tuttan bu iki kolonun artık yerinde olmadığı tespitine dayanıyor.
Her şeyden önce şu gerçeği idrak etmek gerekiyor: Bugüne kadar, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve batıcı nosyonlarının en etkin savunucusu ve koruyucusu olan Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), islamcı aktörlerin kuşatmasına yenik düştü. Cumhuriyet tarihi boyunca laiklik ve batıcılık konusunda sergilediği tavizsiz tutum ve bu tutum gereği göze aldığı yıkıcı eylemlere rağmen, 15 Temmuz darbe girişimi ertesinde açığa çıkan biçimiyle, Fetullah Gülen cemaatinin TSK içinde ulaştığı örgütlenme kapasitesi aksi bir yoruma yer bırakmıyor.
Üstelik bu gerçeği 15 yıllık AKP iktidarının bir sonucu olarak okumak da eksik kalıyor. Ortaya çıkan durum, TSK’nın çok uzun zamandır bu tür bir kuşatmaya karşı kırılgan olduğunu açıkça ortaya koyuyor.Gelinen aşamada, 15 Temmuz darbe girişimin Eski Türkiye’nin iflasına ilişkin bize söylediği en önemli şey, laiklik kolonun artık yerinde olmadığı. TSK çıkışlı bir darbe girşiminin dahi islamın ‘F’ haline içkin bir yapı üzerinden tezahür etmiş olması, buna karşı gelişen direncin ise özünde islamın bir başka hali ‘AKP’ etrafında örgütlenmesi bunun en somut kanıtı.
Tankların önüne yatan ya da meydanları dolduran kalabalıkların motivasyonu ne olursa olsun, darbeye karşı bu toplumsal direnişi siyasi bir projeye tahvil etme kapasite ve becerisine sahip tek aktör AKP oldukça, laiklik nosyonunun Yeni Türkiye’de yeniden inşa edileceğine dair bir umut taşımanın zemini belli ki yok. AKP, tüm bu yaşananlardaki sorumluluğuna rağmen ne söyleminde ne eyleminde bir farklılaşmaya gidecek gibi görünüyor.
Öte yandan, Eski Türkiye’nin iflasıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin de ortadan kalkması bir tehdit algısı olmaktan çıkıp bir ihtimal haline geldiği ölçüde hemen herkes AKP’ye destek olmayı adeta ‘milli bir görev’ sayıyor.
Bu ‘milli görev’in yerine getirilme biçiminin Eski Türkiye’ye ilişkin işaret ettiği bir başka gerçek ise batıcılık kolonunun da laiklikle birlikte yerle bir olduğu.
Bu aşamada, sanırım şu genellemeyi yapmak yanlış olmaz: Türkiye Cumhuriyeti’nde laiklik toplumun, batıcılık ise devletin inşasına ilişkin temel dayanaklardı. Ve toplum-laiklik ilişkisinde yaşanan direnç ve çelişkilerin bir benzeri, devlet-batıcılık ilişkisinde de var olageldi.
Zira İstanbul’un fethinden bu yana Batı’ya hükmetme ihtirasıyla şekillenen devlet hafızası İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e devrolurken, yeni devletin kuruluş belgesi Lozan Antlaşması’nı nasıl kodlayacağını bilemedi. Nihayetinde, topluma Batı’ya karşı kazanılan bir zaferin belgesi olarak sunulan Antlaşma, devletin devamlılığı esasına dayalı gelenek içinde bir yenilginin tescili olarak yer aldı.
TSK’nın, askeri güç ve yeteneği büyük ölçüde NATO üyeliği sayesinde gelişmiş olsa da, her zaman benimsediği anti-Batıcı tutumun asıl kaynağı da bu devlet hafızadır demek yanlış olmaz.
Bugün sözkonusu hafıza, 15 Temmuz darbe girişimin arkasında ABD’nin olduğu iddialarıyla yeniden canlanmış görünüyor. Öyle ki, bu iddiaları dillendiren AKP’lilere en büyük destek asker kökenli aktörlerden geliyor. Bu durumun somut olarak, örneğin Türkiye’nin NATO üyeliği tartışmalarına nasıl yansıyacağı henüz belli olmasa da, Eski Türkiye’de olduğu gibi batıcılık kolonunu taşıyacak bir zeminin ortadan kalktığı açıkça görülüyor.
Peki ABD, gerçekten 15 Temmuz darbe girşimine destek omuş mudur?
Ya da iyimser bir tahlille, ABD darbe girişiminden önceden haberdar olduğu halde kayıtsız kalmış olabilir mi?
Bu sorulara kesin yanıtlar vermek kolay değil…
Ancak, bazı gelişmeleri takip ederek bir yorumda bulunmak da mümkün.
Bu bağlamda, Türkiye’nin jeopolitik değerinde yaşanan aşınma yanında, başta ABD olmak üzere Batı’nın AKP iktidarıyla yaşadığı hayal kırıklığını not etmek yerinde olur. Sözkonusu hayal kırıklığı bizzat ABD Başkanı Obama’ya dayandırılan kaynaklarda açıkça ifade edildi zaten…
Ama asıl önemlisi özellikle IŞİD’le mücadele çerçevesinde Batı’nın sözkonusu hayal kırıklığını artık tolare edemeyecek bir hazırlık içinde olması.
En son Varşova’da gerçekleştirilen NATO Zirvesi bu hazırlığın somut bir göstergesiydi. Zireveden çıkan en önemli karar NATO’nun IŞİD’le mücadeleye doğrudan katılacağının açıklanması oldu. Üstelik opreasyonların Ortadoğu ile sınırlı kalmayacağı ve NATO’nun Karadeniz’i de kapsaması muhtemel bir biçimde Doğu Avrupa’da askeri varlığını artırma yoluna gideceği söylendi.
Bu tabloya bakıldığında herşeyden önce NATO’nun ‘öngörülebilir’ bir Türkiye’ye acil ihtiyaç duyacağını düşünmek yanlış olmaz. Dolayısıyla, ABD’nin Türkiye’yi iç karışıklığa sürükleyecek bir darbeye destek olduğunu iddia etmek yersiz.
Ancak, darbe girişimin ilk saatlerinde verilen tepkileri de gözönüne alarak ABD’nin en azından ‘öngörülebilir’ bir TSK’nın ortaya çıkmasından medet umması da anlaşılabilir.
Zira 2003, 1 Mart Tezkeresi benzeri bir travmayı şu günlerde kimsenin kaldıracak hali yok.
Son tahlilde, 15 Temmuz darbe girişiminde ABD’nin rolüne odaklanmak yerine,Türkiye ne yaptı ve ne yapıyor sorularına yanıt aramak daha anlamlı görünüyor. Çünkü herkesin gözü önünde faş olan gerçek ABD’nin güvenilir bir müttefik olup olmamasından daha büyük sorunlarla karşı karşıya olunduğunu gösteriyor.
Asıl sorun Lozan’ın serencamı…
Eski Türkiye iflas etti etmesine de,
Yeni Türkiye neye benzeyecek biz ona bakalım.