Türkiye’nin Otoriteryan Siyasal Sistemi Kalıcı mı?
Evren Balta

Bundan bir önceki yazımda demokrasi endekslerinden yola çıkarak Türkiye’nin kendi demokratikleşme tarihinin en dip noktasını yaşadığını göstermiştim. Bu yazıda Türkiye’nin inşa etme sürecini uzun zamandır tamamlamış olduğu rekabetçi otoriteryan sisteminin ne kadar kalıcı olabileceğini sorgulamak istiyorum. Hedefim bu sorudan yola çıkarak bir rejim tipine geçiş ile onun sürdürülebilirliği arasındaki farkı tartışmak. 

Nitekim 2000’lerin başında AKP’nin demokratik potansiyelinin olduğundan fazla görülmesi tam da demokratikleşme ve demokratik kalıcılık arasındaki farkı atlamaktan kaynaklanmıştı. Bu dönemde Türkiye’nin demokratikleştiğini düşünenlerin yanıldığı nokta otoriteryanizmin tek biçimine odaklanmaları ve ve demokrasinin derinleşmesi için seçimler ve iktidar üzerindeki askeri vesayetin kaldırılmasını en önemli (ve neredeyse) tek şart olarak görmeleriydi. Oysa demokratikleşme yönünde atılan adımların kalıcılığına odaklanmak o dönemde AKP’de şekillenen otoriter popülist siyasal hattı analiz edebilmeyi gerektiriyordu (bu konuda 2008 tarihli bir uyarı için Yunus Sözen’in yazısını buraya koyuyorum).

Bugün de rejimin verdiği anlık sinyallere odaklanan benzer bir akıl yürütme, otoriteryanizmin gücünü muhalif siyaset imkânlarını güçsüzleştirebilecek denli çok vurgulayabiliyor. Hiç kuşkusuz bu Türkiye’nin otoriteryan bir dönemece saptığını ve rekabetçi otoriteryanizmin bütün kurum ve süreçleri ile inşa edildiği gerçeğini reddetmek anlamına gelmiyor. Buradaki itirazım daha çok rejimin kalıcılığını sorgulamayan ve “bununla yaşamaya alışın, çünkü inşa edildi bile” öngörüsünde bulunan bir otoriteryanizm teşhisinin yanlışlığına yönelik...

Bir rejim tipine geçiş ile o rejim tipinin kalıcılığını bir ve aynı şey olarak değerlendirdiğinizde Türkiye’yi (mutlak) demokratikleşmeden (mutlak) otoriterleşmeye ışık hızıyla geçen bir tuhaf vaka olarak da görebiliyorsunuz...

Otoriteryan Kalıcılık

Türkiye’de iktidarın bir kişinin elinde toplandığı, iktidarı denetleyen hem bürokratik kurumların hem de medya gibi ara kurumların bağımsızlıklarını yitirerek siyasetin denetimine girdiği, seçimlerin varlığına rağmen siyasal aktörlerin siyasette eşit şartlarda yarışma imkânlarının ellerinden alındığı, muhalefetin en sert yöntemlerle bastırıldığı, bireysel ve kolektif özgürlüklerde olağanüstü bir gerilemenin yaşandığı bir dönemden geçtiğimiz malumumuz. Bütün bunlar son derece önemli olmasına rağmen, sadece iktidarın denetlenemeyen gücüne ve haklardaki bozulmaya odaklanmak tam da kalıcılık sorununu ıskalamamıza neden oluyor. Nitekim bunlar otoriteryan inşanın önemli ama yalnızca bir parçası.

Otoriteryan konsolidasyonun bir diğer parçası gücü elinde toplamış olan iktidarın sürekli bir biçimde kaynak dağıtabileceği başarılı işleyen bir ödül ekonomisini hayata geçirebilmesi. Bu açıdan petrol, gaz gibi doğal kaynaklara sahip iktidarların otoriteryan kalıcılık konusunda sahip oldukları avantaj Türkiye’de yok (Kaynak laneti teorisinin yakın tarihli bir değerlendirmesi için Micheal Ross’a bakılabilir). Üstelik güçlü sinyaller veren ekonomik kriz, özellikle inşaat sektörü üzerinden ilerleyen bu paylaşımın artık eskisi kadar çekici olmayabileceğine dair de işaretler taşıyor.

Ekonomik kriz ise Bruce Bueno de Mesquita ve Alastair Smith’e göre seçmen tabanının tercihlerini değiştirmesi açısından önemli değil. Onlara göre otoriteryan hükümetler destekçi kitleleri ne kadar geniş (ya da dar) olursa olsun genellikle kilit görevlerdeki ordu mensupları, üst düzey devlet memurları ve danışmanlardan oluşan küçük bir grup sadık destekçiyi ödüllendirerek iktidarda kalabiliyorlar. Bu sadık destekçilerin merkezi sorumluluğu rejime yönelik muhalefetin bastırılması. Ama bu destekçiler sadece rejimin kendilerini ödüllendirmeye devam etmesini (ve rejimin yakın gelecekte devam etmesini) garanti olarak gördükleri sürece bu nahoş görevi yerine getiriyorlar.

Liderin yaşlanması, hastalanması, kendinde değilmiş gibi gözükmesi ve daha da önemlisi kriz beklentisi bu sadık destekçilerin bir çil yavrusu gibi dağılmasına da neden olabiliyor. De Mesquita ve Smith “kaynak laneti” teorisinin de doğru olduğunu, özellikle doğal kaynak (ya da uluslararası yardım) bakımından zengin olmayan ülkelerde ekonomik krizlerin diktatörün sadık kitlesini dağıtmakta önemli bir rol oynayabileceğini iddia ediyor.

Dış Destek

Otoriteryan sürekliliği sağlayan bir diğer önemli faktör uluslararası ittifaklar ve güç dengeleri. Uluslararası sistemin ve onun ana aktörlerinin bildiğimiz gibi otoriter hükümetlerle çalışmak konusunda bir sorunu yok. Hiç kuşkusuz tüm dünyada yükselen sağ popülizm de otoriteryan inşa için mümbit bir iklim sunuyor. Ancak Türkiye’nin uluslararası ittifak sistemi içerisindeki sürekli pozisyon değiştiren ne yaptığına karar verememiş çalkantılı hali, bu hale eşlik eden müttefiklerini suçlayıcı öfkeli dış politika tonu, Rusya’dan ABD’ye hemen bütün uluslararası aktörleri rahatsız eden siyasal İslâmcı hattı yüzünden Türkiye uluslararası alanda kendi otoriter sistemine bir türlü arzu ettiği güçlü ağ ve destek sistemini kuramıyor (bu konuda önemli bir değerlendirme İlhan Uzgel’e bakılabilir). 

Üçüncü Dünyacılıktan Avrasyacılığa, Avrasyacalıktan Batıcılığa gezinip duran dış politika bir güç değil, bir zayıflık işareti. Otoriteryan konsolidasyonun en önemli unsurlarından birisi (eğer bir iç savaş yaratıp dağılmış bir ülkeyi yöneten bir savaş ağasına dönüşmeyi göze almıyorsanız) uluslararası ittifaklar sisteminde meşru bir ortak olarak görülmeniz. Hele de otoriteryanizmi sürdürecek kaynaklarınız yoksa bu ittifak sistemi zor durumda kaldığınızda askeri/siyasi/ekonomik yardım talep edebilmenizi mümkün kılıyor.

İç Destek

Rejimin bir diğer kırılganlığı tam da kendi iktidarını mutlaklaştırmak için seçtiği otoriteryan popülist hattın kendi sınırlarına gelmiş olmasında yatıyor. Nüfusun önemlice bir bölümünün siyasal mekanizmalardan dışlanması, gündelik tercihlerini sürdüremez hale gelmesi, en zararsız muhalefetin bile düşman ilan edilmesi sürdürülebilir tercihler değil. 

Hiç unutmamak gerekiyor ki otoriteryanizmin sürekliliği de tıpkı demokrasi gibi baskının seçici ve rasyonel kullanılmasına dayanıyor. Önünüze gelene baskı uygulamanız baskı mekanizmasını maliyetli hale getirdiği gibi, muhalefeti de kemikleştiriyor. Bu durum kısa dönemde muhalefeti sindiren bir rol oynasa da, rejimin krizlere dayanıklılığını orta ve uzun dönemde azaltıyor (siyasal düzen ve siyasi baskı arasındaki denge için Christian Davenport okunabilir). 

Popülist otoriteryanizmin siyasal elitlerle ve akılla olan kavgası ise herhangi bir rejimi sürdürebilecek, meşrulaştıracak, rasyonalize edecek insan malzemesinin hızla rejimden uzaklaşmasına neden oluyor. Karşımıza her gün bir rüya aleminde yaşadığından emin olduğumuz bir grup siyasetçi ve uzman çıkıyor. Bu rüya alemi bir tesadüf değil, bu rejimin karakterinin doğrudan bir sonucu...

Üstelik bu rejim rekabetçi olduğu için (yani ayakta kalması hâlâ hatırı sayılır bir seçmen desteğine bağlı olduğu için) ilk filizlendiği dönemlerde sermayenin kendisine destek vermesini sağlayan emek disiplinine dayanan iktisadi politikasını kısmen de olsa değiştirmek zorunda. Bu durum sermaye ile kurduğu ittifakı –hem de ekonomik kriz koşullarında– ciddi bir biçimde sekteye uğratıyor.

Buna bir de Merkez Bankası denetiminin dahi mücadele edilecek yeni bir öcü olarak kodlanmasını, mülkiyet haklarının siyasi nedenlerle tehdit ve el koymalara konu olabiliyor olmasını eklerseniz rejimin bir zamanlar desteğini aldığı yerli ve milli burjuvazi gözünde dahi “tehlikeli” hale gelmeye başladığını görebilirsiniz...

Otoriteryan Birey

Son olarak, bir otoriteryan sistemin kalıcılığından ancak ve ancak otoriter siyasal sistem uzun dönemli davranışsal değişimi sağladığında söz etmek mümkün. Bu ülkenin ağır aksak işlemiş bir demokrasi deneyimi, toplumsal özgürlüklerin tadına varmış bir insan malzemesi var. Nasıl ki demokratik konsolidasyondan söz edebilmek için bütün siyasal aktörlerin “demokrasinin tek oyun” olduğu noktasında uzlaşmaları ve siyasal davranışlarını bu uzlaşıya göre şekillendirmeleri gerekiyorsa, otoriteryanizm için de aynı şey söz konusu. Bir diğer deyişle otoriteryanizmi büyük bir çoğunluk ve temel siyasal aktörler siyasal davranışlarını belirleyen “tek gerçek” olarak kabul etmediği ve buna karşı güçlü bir direniş var olduğu sürece otoriteryan konsolidasyondan bahsetmek mümkün değil.

Her ne kadar bu direnç çeşitli yollarla kırılmaya çalışılmış olsa da, Haziran seçimlerine giderken siyaset sahnesine baktığınızda Türkiye’de bu davranışsal dönüşümün gerçekleşmediğini çok çıplak bir biçimde görüyorsunuz. Siyasal sistemler üzerine Linz ve Stefan’ın sıkça alıntılanan cümlesini ters çevirirsem henüz Türkiye’de “otoriteryanizm tek oyun” değil...Ve olmayacağına yönelik de çok işaret var. Hiç kuşkusuz mevcut rejim Steven Heydemann’ın “otoriteryan sürüm yükseltme (authoritarian upgrading)” adını verdiği süreç ile değişen politik, ekonomik ve sosyal koşulları yönetmek için bir yeniden yapılandırmaya gidebilir. Ama henüz bu yeniden yapılandırmanın hiçbir işareti olmadığını da tespit etmek gerekir.

***

Velhasıl bir rejimin belirli bir yöne doğru gösterdiği kimi özellikler (yani demokrasiye ya da otoriteryanizme geçiş) o rejimin süreklilik kazandığı anlamını taşımıyor. Demokrasi ya da otoriteryanizm söz konusu olduğunda bu sürekliliği varsayanlar ise siyasal rejimleri üzerinde yükseldikleri sınıfsal/siyasi dengeler ve sürdürülebilirliği sağlayan yapısal mekanizmaları analiz etmeden, sadece en görünür olana bakarak anlamaya çalışıyorlar.

Türkiye’nin mevcut tahripkar siyasal sistemde çakılı kalmasının nedeni gücün muazzam bir biçimde merkezileşmiş ve tek bir kişinin elinde toplanmış olması değil. Bunun nedeni girdiğimiz yolu çıkılamaz görmemiz. Bunun nedeni Türkiye’nin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair toplumsal uzlaşmanın kaybolmuş olması.

Bizim görevimiz her gün yeniden otoriteryanizmin geldiğini ilan etmek değil, o toplumsal uzlaşının ve başka bir Türkiye hayalinin nasıl inşa edileceğine katkıda bulunmak olmalı...