Bildiğimiz Cemaatlerin Sonu
Polat S. Alpman

Türkiye’deki İslami cemaatlerin tarihsel gelişiminde, ekonomik, sosyal, siyasal bir güç olarak belli bir boşluğu doldurabilmesinde, Türkiye’deki siyasal yapının ve siyasal alanın belirleyici bir etkisi var. Türkiye’deki dini grupların din ile kurdukları ilişkinin teleolojik olduğu, dinsel alanı egemenlik ve güç ilişkilerinin gerçekleştiği alanlardan biri olarak tanzim ettikleri ve sonuç odaklı bir ahlakçılığı benimsedikleri sıklıkla ifade edilir. ‘Kötü pragmatizm’e açılan bu geniş yolun Türkiye siyasetinde pek ilginç olmayan, fakat etkili bir tarihi var.

Bir süredir cemaatler üzerinde yapılagelen tartışmalardan da anlaşılacağı üzere, bu yolun vardığı yer ibretlerle dolu bir yol öyküsü. ‘Cemaatler savaşı’ ya da ‘cemaatlerin sonu’ gibi adlandırmalarla kamuoyu tarafından izlenen bu sürecin magazin dozu yüksek kısımları bir kenara bırakıldığında Türkiye’de İslami cemaatlerin ağır ve sancılı bir değişim süreci ile karşı karşıya kaldıkları öne sürülebilir. Bir başka ifadeyle, Türkiye’deki hükümet, Cumhuriyet’in büyük arzularından biri olan, cemaatlerin devlette erimesi idealini, gerçekleştirmeyi başarmak üzereymiş gibi bir görüntü veriyor. Cemaatleri soğuracak, onları massedebilecek, kendi çeperinde zapt edecek dinamikleri üretmiş ve dini alanı kendi egemenliği altında toplayacak bir iradenin oluşmuş olması, Türkiye’nin yaşamakta olduğu değişim ya da dönüşüm sürecinden bağımsız değil.

Burada bir tuhaflık da var. İslami grupları, tarikatları ve toplulukları sivil toplumun unsurları gibi okumaya çalışan yaklaşımların çoğu, burada bir sivilleşme görmeye çalışırken, cemaatler herhangi bir direnç göstermeden devletin mütemmim bir cüzü olmaya gayret ettiler. Bu durum, Türkiye’nin yaşadığı dönüşümden bağımsız olarak, Türkiye’deki İslamcılığın ve İslami hareketlerin nihai amacı olarak yorumlanabilir. Bu nedenle cemaatler içerisindeki sivil toplumculuk izlerini, onların egemenlik arayışının bir parçası olarak yorumlamak makul gibi görünüyor. Eğer bu önermede bir gerçeklik payı varsa, cemaat savaşlarını ve cemaatlere yönelik operasyonları açıklamak ve bu süreç ile siyasal dönüşüm ve yeni siyaset tekniği arasındaki ilişkiyi kurmak daha kolay olabilir.

***

Türkiye’deki dindarlık biçimlerinin birçok tipinden söz edilebilir. Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmamayı ahlaki ölçü olarak esas alan ve eylemlerinin sonucuna değil sürecine odaklanan deontolojik ahlakîlik ile İslamcılığın teleolojik ahlakçılığı arasındaki mesafe, genellikle siyasal alanın içerisinde gözlemlenebilmektedir. Bu, diğer toplumsal alanlarda buna benzer mesafelerin olmadığını göstermez, ancak bunun izlenmesinin görece kolay olduğu alanın siyasal alan olduğu söylenebilir.

Türkiye’de İslamcılık hareketi, devletin giremediği ya da boş bırakmayı tercih ettiği alanları doldurarak geliştiği için İslamcılığın iktidar olmasıyla birlikte bu alanların da devletleştiği bir döneme tanıklık ediyoruz. Bunun dramatik anlarından biri, 24 Haziran seçimlerine giden süreçte İslami cemaatlerin neredeyse hepsinin, oy verecekleri siyasi partiyi kamuoyuna açıklamak için birbirleri ile yarışmalarıydı. Bunlardan bazılarının kendi aralarında sert tartışmalar yaşadığı, birbirlerine kamuoyu nezdinde hakaretler ettiği, hatta bazılarının husumet yaşadığı diğer cemaatleri tekfir ettiği ise sır değil. Buna rağmen, yerli ve milli menfaatler gereği, AKP’ye oy verilmesi gerektiğini söylemekten geri durmadılar. Bu, meselenin bir boyutu.

Meselenin diğer boyutu Fetullahçılar ile başlayan Furkan Vakfı ve Adnan Oktar cemaati ile devam eden (ve sırada Süleymancıların olduğu yönünde bazı söylentilerin dolaşımda olduğu) operasyonlar ile ilgili. Bu operasyonların her birinin kendine mahsus nitelikleri olduğu bilinmekle birlikte, devletin cemaatler ile ilişkisini yeniden düzenlenmeye karar verdiği, cemaatler ile devlet arasında yeni bir döneme girildiği konusunda da izler barındırıyor. Burada, hükümete, siyasi ya da dini öğreti açısından, muhalif olan cemaatlere yönelik sınırlı bir operasyon silsilesi olarak yorumlamak yerine, dinsel alanı ve ilişkileri tanzim etmekle ilişkili bir süreçten söz edilebilir. Cumhuriyet sonrası dönemde Diyanet Teşkilatı çatısı altında ve bizzat onun eliyle yapılması arzu edilen ve becerilemeyen şey cemaatlerin devlete eklemlenmesiydi. Bu eklemlenmenin günümüzde gerçekleşmeye başladığı ve cemaatlerin sivil olmaktan çok siyasal yapılar olduğu, bu siyasallığın sınırlarının ise devlet tarafından yeniden düzenlediği bir aşamanın içerisinde olunduğu öne sürülebilir. Bu nedenle, bugün kendini İslamcı olarak tanımlayan ya da siyasal pozisyonunu İslamcılıktan aldığı ilhamla açıklayanların hiçbiri, Diyanet’i devlet dininin temsilcisi olarak tanımlamaz. Bu nedenle devletle dinsel alan arasındaki mesafenin devlet tarafından doldurulduğu ve önceden var olan boşluğun ortadan kalktığı bir dönemin başladığı ifade edilebilir.

Meselenin bir diğer boyutu ise özellikle İslami muhitlerde tartışılagelen İslami grupların, tarikatların ve toplulukların denetlenebilir hale gelmesinin gerekliliği ile ilgilidir. Bir zamanlar bizzat İslamcılar tarafından itiraz edilen bu taleplerin bugün yine onlar tarafından dile getirilmesinin hikmeti, bu cemaatlerin şeffaf ve kamuya açık yapılar haline getirilmesi konusundaki hassasiyetten daha çok düzenleyici, denetleyici ve yönlendirici erk olarak devletin, bu alanı belirleme hakkını tekeline almayı başarmış olmasıdır. Tıpkı eğitim, ekonomi, sanat gibi… Bunun İslamcılar tarafından savunulması, hatta onlar tarafından hayata geçirilecek olması ironik olmakla birlikte Türkiye’deki İslamcıların siyasal statükoya eklemlenme süreçlerinin tamamlanması anlamına gelir. Bu sürecin tamamlanması, parti-cemaat bütünleşmesinin sağlanması ve cemaatlerin ‘fenâ fi’l devlet’ makamına erişip onda erimeyi ulvi bir mertebe kabul etmeleri, İslamcılığın sosyo-politik ufkunun sıkıştığı yeri göstermesi bakımından da değerlendirilebilir.

***

Cemaatlerle devlet arasındaki ilişkinin nasıl düzenleneceğini, hangi cemaatlerin tasfiye edilip hangilerinin destekleneceğini ve bu ilişkinin kurumsallaşma imkanlarını öngörebilmek kolay değil. Şimdiye kadar kendi sosyal, ekonomik ve siyasal habitatı içerisinde gelişen ve teleolojik ahlakçılığı sayesinde içinde yer aldığı koşullara uygun ve faydacı bir ahlakçılık geliştiren İslami cemaatlerin devlet tarafından yeniden düzenlenmesi, şimdiye kadar düzeni eleştirirken bile onu fırsata çevirebilen cemaatler için yeni bir dönemin başladığını gösteriyor. Cemaatlerin Türkiye’deki tarihsel gelişimlerine ve Türkiye’deki siyasal koşullara göre aldıkları pozisyonların, özellikle sosyal alanda kendi çabalarıyla kurdukları çeşitli ilişki ağlarını, düzeneklerini ve imkanlarını siyasal iktidarın ellerine terk edip etmeyeceklerini kestirebilmek kolay olmasa da, bildiğimiz cemaatlerin sonunun geldiği söylenebilir. Çünkü ‘eski’ Türkiye’ye ait ne varsa, artık oyun sahasının dışında ama sahada nelerin olup bittiğini görmek cemaatler içinde mümkün değil.