30 Temmuz’da Zimbabwe’de yapılan devlet başkanlığı ve parlamento seçimlerinde ülke tarihinde ilk kez Robert Mugabe’den başka bir isim, Emmerson Mnangagwa devlet başkanlığına seçildi. Ancak bağımsızlığın elde edildiği 1980’den bu yana uluslararası gözlemcilere kapalı olarak yapılan ve Mugambe’nin hepsinden de galip çıktığı seçimler ne kadar adil ve güvenliyse, 30 Temmuz seçimi de o kadar adil ve güvenli biçimde gerçekleşti. Zira hâlihazırda 94 yaşında olan Mugabe geçen yıl, 2018 seçimlerinde yeniden aday olacağını açıklayıp silah arkadaşı, sağ kolu ve başkan yardımcısı olan Mnangagwa’yla iktidar mücadelesine girmişti. Bunun üzerine Zimbabve ordusu Kasım 2017’de, darbe demekten imtina etse de basbayağı bir darbe olan müdahalesiyle tarafını seçmiş ve Mugabe’yi istifaya zorlamıştı.
Zimbabve’nin Lozan’ı sayılabilecek Lancaster House Antlaşması’na, Margaret Thatcher’ın Dışişleri Bakanı’nın muhatabı olarak imza atmış olan Mugabe, Zimbabwe kamuoyu için efsanevi bir kurtarıcı rolü üstlenmişti. 37 yıl sonra görevden alınmasını “inatçı ihtiyarlığına” ya da “insafsız karısına” yoranlar olsa da sonunu hazırlayan muhtemelen, çoktan yoksulluğa terk edilmiş Zimbabweliler bir yana artık askeri elitlerin de kurtarıcısı rolünü beceremiyor olmasıydı.Gerçekten de sahip olduğu simgesel değere rağmen (ki karısına göre seçimlere katılsa halk, Mugabe’nin cesedine bile oy verir) Mugabe, halkını yetersiz beslenmeden kaynaklı ölümlerden kurtaramadı. Eski sömürgecisi İngiltere, Zimbabwe yerlilerinin neredeyse tamamını, geçimlerini sürdürdükleri topraklardan edip tarıma elverişli arazileri Avrupalıların endüstriyel kullanımına açmıştı. Üstelik Zimbabwelilerin maruz kaldığı bu yerinden edilme ve dolayısıyla temel gıdadan ve geçimlik ekonomilerinden mahrum bırakılma durumu 20. yüzyılın son çeyreğinde bile, 1980’deki bağımsızlığa dek devam etti. Dolayısıyla ülkede egemenlik el değiştirirken “vasi” İngiltere’yi en fazla telaşlandıran konu, toprakların mevcut mülkiyet durumlarını değiştirecek bir toprak reformuydu. Nitekim Lancaster House Antlaşması imzalanırken en tartışmalı sorun da bu oldu. Antlaşma’da yer verilen bağımsızlık anayasasının, temel haklarla ilgili olan bölümünde devlet tarafından topraklara el konmasının sınırları çizildi. Bunun yanı sıra Thatcher hükümetinin atak diplomatları, sonraki on yıl boyunca bir toprak reformuna girişilmeyeceğinin de sözünü aldı. Yapılan pazarlığa göre, o ana dek halkına daima bağımsızlık ve kendi topraklarına dönüşü vadetmiş olan Mugabe, çizilen sınırlar dâhilinde Avrupa kökenli Zimbabvelilerin topraklarını kamulaştırırken, bunun bedelini piyasa fiyatı üzerinden ödeyecekti. İngiltere’nin üstüne düşense, toprakların bedelini ödemekte Zimbabve hükümetine destek olmaktı. Bu yolla kendi toprakları için ikinci kez bedel ödemek zorunda kalan Zimbabveliler, ilkinde zor gücüyle çıkarıldıkları arazileri şimdi kurtarıcı liderlerinin imzasıyla, İngiliz sermayesi için (hatta Zimbabve’ye “destek” vermeye gönüllü olan ABD ve Almanya sermayeleri için de) birer finansal yatırım aracı hâline getiriyorlardı.
Mugabe’nin kötü demokrasi ve insan hakları karnesi nedeniyle 1997’de, Tony Blair hükümeti iktidarı Muhafazakarlardan devraldıktan hemen sonra İngiltere bir politika değişikliğine giderek kamulaştırmalar için sağladığı fonları durdurduğunu açıkladı. Buna karşılık Mugabe de toprakları, askeri seçkinler lehine müsadere etmeye başladı. Bu hukuksuz uygulama, Avrupa ve Afrika kökenli Zimbabwe yurttaşları arasındaki kutuplaşmayı ve ırkçılığı beslemekle kalmadı, el konan toprakları yoksullarla buluşturmak yerine başka bir ayrıcalıklı grubun tasarrufuna sundu.
2017’ye gelindiğinde Mugabe’nin 20 yıllık toprak reformu ve endüstriyi yerlileştirme politikası sonucunda ülkede tarım üretimi düşmüş, işsizlik neredeyse toplumun her kesimine yayılmış ve yoksulluk ölümcül düzeye ulaşmıştı. Uluslararası sermayedarlarsa enflasyon nedeniyle para birimi bile ortadan kalkmış olan ülkeye artık destek vermek istemiyorlardı. Bununla birlikte Mugabe’ye karşı doğrudan tepki verense, ekonomik kaynaklarının tehlike altında olduğunu gören ordu oldu.
Mugabe’nin karısının etkisinde kalarak Mnangagwa’yı başkanlık yardımcılığı görevinden azletmesi darbenin ancak görünen sebebi olabilir. Nitekim darbeden sonra, Temmuz 2018 seçimlerine dek, ordu tarafından geçici devlet başkanı yapılan Mnangagwa’nın ilk icraatlarından biri uluslararası sermayedarlara yönelik olarak yayınladığı “Zimbabve’de Yatırım Rehberi ve Fırsatları” bildirisi oldu. Bildiride Mnangagwa öncelikli olarak Toprak Reformu kapsamında neden olunan zararların telafi edileceğinin ve ülkedeki büyük şirket hisselerinin % 51’inin yerlilere ait olması gerektiği yönündeki Yerlileştime ve Ekonomik Güçlendirme Yasası’na ciddi sınırlamalar getirileceğinin haberini/sözünü verdi. Böylece bildiriden beş ay sonra gerçekleşecek olan seçimler için ilk vaatlerini de Zimbabveli seçmene değil, uluslararası yatırımcılara vermiş oldu.
Batılı söz sahipleri darbenin arkasında bir Çin desteği aramakta. Bu arayışın dayanaklarını ise Mnangagwa’nın, gençliğinde ÇHC’nde askeri eğitim almış olması ve iki ülke arasında devlet başkanlığı düzeyinde ziyaretler yapılıyor oluşu gibi gerekçeler oluşturuyor. Ancak darbeyi desteklemekten bağımsız olarak Avrupa’nın ve Çin’in Zimbabve ekonomisini “kurtarmak” için el ele vermiş olduğu ortada. Bu açıdan Mnangagwa’nın seçim çalışmalarını uluslararası sermayedarlara yöneltmesinin, meyvelerini verdiği söylenebilir. Devlet başkanlığı seçimiyle aynı anda ve yine askeri denetim altında yapılan parlamento seçimleriyse, eski ve yeni başkanın partisi olan Zimbabve Afrika Ulusal Birliği-Vatansever Cephe’nin 38 yıldır olduğu gibi çoğunluğu tekrar elde etmesiyle sonuçlandı. Bu bakımdan ülke içinde iktidarın yaygınlaşması adına, sıradan Zimbabveliler için yeni bir kurtarıcının belirdiğini söylemek zor.