Mülteciler yalnız, uluslararası hukukun “insan kaçakçısı” dediği suçlular tarafından değil, uluslararası hukuk nezdinde tanınan hükümetler tarafından da alıkonuyor ve rehin tutuluyor. Bu durumun somut bir örneğini, son aylarda İtalya hükümeti vermekte. Üstelik geçtiğimiz günlerde savcılığın, İçişleri Bakanı Matteo Salvini hakkında, mültecileri alıkoyma ve kaçırma suçlamalarıyla soruşturma başlatması neticesinde bu durum tescillenmiş oldu.
İtalya Sahil Güvenliği’ne ait bir gemi İtalya’nın Lampedusa Adası yakınlarında, yine denizin ortasında bir bota sıkıştırılmış 190 mülteciyi kurtardı. Sicilya’ya yanaşan gemiden hastalar ve çocuklar indirildikten sonra kalan yaklaşık 150 kişinin karaya çıkmasına ise müsaade edilmedi. Bunun gerekçesini Salvini’nin tweet’lerinden öğrenmek mümkün. Daha önce de birçok kez İtalya’nın artık Avrupa’nın “paspası”, “mülteci kampı” olmayacağını ilan eden Bakan yine aynı dirençle, diğer Avrupa ülkeleri tarafından kabul edilene dek gemidekilerin karaya çıkmasına izin verilmeyeceğini söyledi.
Uluslararası hukuktaki karmaşık ve pek çok koşula bağlı tanımı bir yana, apaçık görülebilecek şekilde mülteci demek, kendi hükümetleri ve birçok yabancı hükümetin izlediği politikalar yüzünden hayatları çekilmez kılınmış ve geleceğe dair umutları tükenmiş olduğu için yaşadıkları, yerleştikleri toprakları terk etmek zorunda kalan insanlar demek. İşte bu yüzden, mültecilerin hukuki statüleriyle ilgili temel uluslararası hukuk belgesi olan ve İtalya’nın da taraf olduğu Cenevre Sözleşmesi de devletlerin, mültecilerin sığınma başvurularını incelemeden, ülkelerine yasa dışı yollardan girmiş oldukları için onlara ceza veremeyeceğini ve mültecilerin hareketlerine gerekli olanların dışında kısıtlama getiremeyeceklerini öngörüyor. Dolayısıyla Salvini’nin kararı hukuki değil, ancak kendisi bunu ilk kez de yapmıyor. Salvini’nin, içişleri bakanı ve başbakan yardımcısı olduğu hükümet, Salvini liderliğindeki Lig Partisi ve Beş Yıldız Hareketi’nin kurduğu koalisyonla, 1 Haziran’da göreve başlamıştı. Kendilerini “Değişim Hükümeti” olarak adlandırdılar ve gerçekten de iki önemli konuda büyük bir değişim vadederek iktidara geldiler. Bunlardan biri yüksek işsizlik ve kamu borcu, diğeri ise mülteci meselesiydi. Değişim için bulunan yolsa göçmenleri sınır dışı etmek ve ülkeye yeni mülteci sokmamak oldu.
Afrika’dan Avrupa’ya yönelen göç dalgasında en fazla kullanılan Orta Akdeniz rotası, dünyanın en tehlikeli göç yolu olarak biliniyor. Avrupalı devletlerse bu rotada güvenliği sağlamak yerine, mültecileri ne şekilde olursa olsun Afrika’da tutması için, çıkış noktası olan Libya’ya baskı uyguluyor. Bu nedenle sivil toplum kuruluşları yıllardır Akdeniz’de yoğun bir çaba içinde. Avrupa menşeli SOS Mediterranee, Sea-Watch ve Sınır Tanımayan Doktorlar gibi örgütler kiraladıkları gemilerle Orta Akdeniz’de arama-kurtarma çalışmaları yapıyor. Bunlara ait Aquarius, Dignity ve Sea-Watch gibi gemilerin isimlerini de Salvini ve mevkidaşları sayesinde dünya kamuoyu sıkça işitmekte. Zira bu gemiler, kanlı canlı birer düşman gibi, Avrupalı liderlerin hedef tahtasında duruyor.
Temmuz’da Sea-Watch, Malta tarafından alıkonmuştu. İtalya’nın Değişim Hükümeti ise daha iktidarının ikinci haftasında, 600’den fazla göçmeni taşıyan Aquarius’un İtalya’ya yanaşmasına izin vermemiş ve mülteciler, İspanya tarafından kabul edilene kadar denizin ortasında mahsur kalmıştı. Salvini bunu, “Aquarius İspanya’ya ulaştı. İlk kez Libya'dan kalkan ve İtalya'ya doğru gelen bir gemi başka bir ülkenin limanına yanaştı: Bu, artık bir şeylerin değişmekte olduğunun, Avrupa'nın paspası olmadığımızın göstergesidir." tweet’iyle kutladı.
Bakan yine Twitter üzerinden mültecilere “kalplerinin açık ama limanlarının kapalı” olduğunu ifade etmiş, sivil toplum örgütlerine ait gemilerin İtalya dışında istedikleri her yere gidebileceğini belirtmişti. Salvini’ye karşı soruşturma başlatılan son olayda ise mülteciler bizzat İtalya’ya ait bir gemideydiler ama bu kez de gemiden ayrılmalarına izin verilmedi. Soruşturmanın nasıl sonuçlanacağı henüz belli değil ama Bakan kendini muktedire özgü o bildik ifadeyle savunuyor ve "Ülke sınırlarını ve güvenliğini koruduğum için sorgulanıyorsam bundan onur duyarım.” diyor.
Avrupalı devletler, 19. yüzyılın sonuna kadar milyonlarca Afrikalıyı gemilere yığarak gelişmiş dünyaya taşıdı ve köle emeği sayesinde gelişmişliğine gelişmişlik kattı. Bugünse artık gelişmiş kalmak uğruna Afrikalıları taşıyan gemileri kendi limanlarından uzak tutmak için yarışıyorlar. Yoksa tam da devlet eliyle yapılan insan kaçakçılığının eski failleri olarak, kaçakçılarla mücadelenin insanları rehin tutmakla değil, göç yollarının güvenliği sağlamakla mümkün olduğunu bilmediklerinden değil.