Devletin “Yas” Oyunları Hakkında (II)
Derviş Aydın Akkoç

Ruhsal bir “enerji” dolaşımı olarak yas ve melankoli mefhumları esas olarak “acı” ile alakalıdır: Sevilen bir “nesne”nin kaybından duyulan acı hem yasın hem de melankolinin müşterek duygusudur. Nesnenin sevilmiş olması, ona sevgiyle bağlanılmış olması gerekir, zira nefret edilen bir nesnenin kaybı özneyi ne yasa ne de melankoliye sürükler. Sevgi nesnesinin kaybı akabinde nesnenin bir vakitler öznenin ruhsal dünyasında kapladığı yer boşalır, üstüne üstlük özne bu boşluğu başka sevgi nesneleriyle doldurma kudretini de bir süreliğine yitirir. Nesne kopup gitmiş olmasına rağmen özne nesneden bir türlü kopamaz ama, nesne sürekli ve umutsuzca geri çağrılır. Çekilen acının nedeni de tam olarak bu kabullenememe durumudur zaten. 

Freud’a göre, yasın ve melankolinin semptomları şunlardır: “sancılı bir keder”, “dış dünyayla alakanın kesilmesi”, “sevme kapasitesinde yaşanan azalma”, “beslenmeyi reddetme”, “kendini kınama” ve nihayet “cezalandırılma beklentisi.” Bu semptomlar iki mefhum için de geçerli olduğundan, Freud melankoliyi yastan ayıran belirleyici semptomun “özsaygı duygusunun yitimi” olduğunu öne sürer.[1] Yası ve melankoliyi birbirinden ayırmakla kalmayıp, yası “tıbbi” müdahaleye gerek duyulmayan, melankoliyi ise “patolojik” bir hale getiren başlıca unsurdur bu: Kendini aşağılama, hakir görme, egonun sıkıp suyunu çıkarma. Melankoli yasa nazaran daha karmaşık ve “tehlikedir.” Melankoli ve yas arasındaki ilişkide Freud’u meşgul eden müphem bir nokta var ama: Yas söz konusu olduğunda geçerli olan “ideal kayıp” olarak ölüm, melankolide yasta olduğu kadar açık değildir. Melankolide “nesne belki de gerçekten ölmemiştir ama bir sevgi nesnesi olarak kaybedilmiştir.” Sevilen bir nesnenin “kaybı” ile “ölümü” bambaşka hallerdir.

Agamben’in altını çizdiği üzere, yas da melankoli de, esasen nesne kaybına yönelik olarak geliştirilen “tepkilerdir.”[2] “Ölüm”, nesne kaybının en acı verici ve kesin olanıdır. Freud nesne kaybının nedenleriyle değil, sonuçlarıyla ilgilenir ama. Hakkında düşünce geliştirilen öldürülme değil, doğal ölümdür. Freud’un analizlerinde bu iki biçim arasındaki sınırlar geçersizleşmiş, farklılıklar silinmiş gibidir: Başkaları tarafından öldürülmüş de olsa, doğal yollardan ölmüş de olsa sonuç olarak nesne yitirilmiştir. Öznenin acıdan sıyrılması, yeniden sevebilmesi için yas süreci elzemdir. Bu itibarla, Freud’a göre, “yas sevilen kişinin kaybına düzenli aralıklarla gerçekleştirilen tepkiler” toplamıdır. Tepkilerin “düzenli aralıklarla” gerçekleşmesi, yasın ruhsal açıdan dengeli bir seyir izlediğine karşılık gelir. Öte yandan, Freud’a bakılırsa, yas tutulması için ille de sevilen bir kişinin ölmesi gerekmez. Sevildikleri ve acı çektirdikleri ölçüde “ülke” yahut “özgürlük” gibi “soyutlamaların kaybında” da pekâlâ yas tutulabilir. Zira ego soyutlamalara da sevgi yatırımında bulunabilir. “Ülke” ve “özgürlük” kavramları, Freud’un çalışmasındaki siyasal içeriği olan başlıca göndermelerdir. Ama bu mesele üzerinde pek durmaz, geçerken değinmiştir. Bunun nedeni, somut ve doğrudan cereyan eden yas süreçleriyle, soyut ve dolaylı olarak cereyan eden yas süreçlerinin benzer bir rotayı izliyor olmasını düşünmüş olması olabilir. İster somut isterse soyut olsun, her durumda yas, nesne kaybını telafi etmenin olmazsa olmaz koşuludur. Öznenin önünde acıyı savuşturması için iki yol uzanır: ya yas tutarak kendini yeniden kuracak ya da melankoliye gömülerek kendini hepten kaybedecektir. Her ne kadar acı verici de olsa, yasta bir “çıkış” imkânı vardır. Freud’un acıdan çıkış imkânlarına dair kimi “varsayımlarda” bulunması, önem arz etmektedir.   

Yasta özsaygı duygusunun yitimi söz konusu olmadığı gibi, özsaygının yitimine paralel olarak gerçekleşen “kendini aşağılama” ve egonun “dağılması” da söz konusu değildir. Egoyu dağılmaktan alıkoyan unsur, “gerçeklik ilkesi”ne bağlı olan libidodan başkası değildir. Ego sevilen nesnenin kaybından sonra kendisini de ölüme ayarlar. Libido bu eşikte devreye girerek, egonun “nesneyle olan bağlarını gevşetir” ve öznenin “yaşamayı tercih etmesi” için mesai harcar. Libidonun egonun karşısına çıkardığı her “anı ve beklenti”, nesnenin artık var olmadığını egoya hatırlatır. Bu açıdan yas bir yüzleşme sürecidir: egonun nesneyle aynı akıbeti paylaşıp paylaşmayacağı meselesi gündeme geldiğinde, ego “sağ kalmış olmaktan sağladığı narsistik doyumla” rotasını ölümden hayata çevirme aşamasına geçer. Yasta, şu ya da bu şekilde, şu ya da bu zaman zarfında nesne yitiminin üstesinden gelinir ama “bu sürede egonun enerjisi tüketilir.” Ego başka hiçbir odağa değil ama yitik nesneye odaklandığından, amaçlar ve ilgiler neredeyse sıfırlanmıştır, enerjinin tüketilmesi ise öznenin “yasa adanmışlığıyla” alakalıdır. 

Gelgelelim yas sonsuza kadar sürmez. Şayet özne hayatta kalmak istiyorsa, kesinlikle kaybedilen “nesneden kendisini geri çekmelidir.” Bu geri çekilme birdenbire gerçekleşmez, bilakis “zaman ve enerji harcanması pahasına” ağır ağır gerçekleşir. “Ölenle ölünmez” sözünün özne tarafından idrak edilmesi, yasın önemli bir aşamasının kat edildiği anlamına gelir. Kesinlikle zamanla bağlantılı olan “yas”, nesnenin yitirilmiş olduğunu, öldüğünü, artık bir daha geri dönmeyeceğini özneye -gerçeklik ilkesine de gönderme yaparak- telkin eder ve acıdan dağılmış ego kendisini bu süreçte yeniden toparlamaya koyulur. Bu anlamda yas, başlangıcı ve sonu olan bir süreçtir: acı seyrelir, nesne yitiminin yarattığı sevme kapasitesindeki daralma yerini genişlemeye bırakır, keder azalır, “dış dünya” yeniden değer kazanır, bu açıdan yasın sona ermesi, bir kapanıştan ziyade açılış safhasına karşılık gelir.[3]

***

Freud’un yas ve melankoliye ilişkin analizlerinden hareketle yas fenomenini “bireysel” sahadan alıp devletlerin politik ve hukuki söylemlerine kaydırmak ve bu hatta kalarak birtakım sorular sormak pek abes olmasa gerek: Herhangi bir işçi katliamında yahut “terör” saldırısında ya da deprem ve sel gibi bir doğal afette öncelikli varoluş amacı “yurttaş”larının “can ve mal güvenliği”ni sağlamak olan devletlerin yas tutma pratiklerini nasıl yorumlamalı? Yurttaşlar devletlerin ve piyasa kuvvetlerinin, kapitalistlerin “sevgi nesnesi” statüsüne mi sahiptirler? Devletin sahiden bir “duygu dünyası” var mıdır? Varsa şayet bu duygular arasında özel olarak “sevgi”nin yeri nedir? Devlet kendi yurttaşlarına “sevgi” besleyen bir oluşum mudur? Yurttaşlarının kaybına üzülüp hakikaten acı çeker mi? Devlet düzleminde, madem ortada dile getirilen bariz bir “yas” söylemi var, olası bir toplu kayıp hadisesinde, Freud’un işaret ettiği semptomların hangisi nasıl devreye girer: sözgelimi yas tutarken devletin sevme kapasitesi eksilir mi? Dış dünyayla bağları zayıflar mı? Beslenme süreçlerini (vergi?) azaltır mı? Kendini kınayıp suçlar mı? Ayrıca, devletin de libidosu mevcut mudur? Bu libido devletin egosunu nesnesinden nasıl ve ne kullanarak çeker? Devlet yas aşamasında “cezalandırılma beklentisine” girer, “sorumluluk” üstlenir mi? Devletin yas tutma süreci ne zaman başlar ve ne zaman biter? 

Devlet yapılanmasını “insan” üzerinden düşünmemek gerektiği söylenebilir: iyi de onca “resmi yas” ilanı, töreni ve söylemleri, neyin nesidir tüm bunlar...



[1] Sigmund Freud, “Mourning and Melancholia”, The Standart Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, C. XIV, çev. James Strachey, London: The Hogart Press, s. 243-258.

[2] Giorgio Agamben, “Kayıp Nesne”, çev. Şengül Öztürk, Cogito, Yaz 2007, Sayı: 51, s. 258-261.

[3] Benjamin Arditi, Liberalizmin Kıyılarında Siyaset: Farklılık, Popülizm, Devrim, Ajitasyon, çev. Emine Ayhan, İstanbul: Metis, 2010, s. 139.