André Gide, “sanatın baskından doğduğunu” belirtir. Sanatın kaynağına/kökenine ilişkin bir saptama bu. Cemal Süreya 1958’de Pazar Postası’nda yayımlanan “Şiir Adamı Rahatsız Etmeli” adlı yazısında, Gide’in saptamasını –şiir sahasında kalarak- biraz daha genişletir: “[Ş]iir aynı zamanda kendine birtakım baskılar arar. İster estetik ister öbür planlarda, bu böyle.”[1] Şiirin kendine “birtakım baskılar araması”: Şiir özelinde sanatın sadece baskıdan doğmadığını söylemek ister gibidir Cemal Süreya. Yazının başlığındaki “rahatsızlık” kelimesini gözden kaçırmamak gerek. Kimi rahatsız etmelidir şiir? Cevap açık: “Adam.” “Adam” sözü, iki faile birden göndermede bulunur ama: hem şair-şiir (sanatçı-eser) hem de okur (alımlayıcı).
Rahatsızlık hususunda, söz konusu yazısında daha ziyade şiir üzerinde durur Cemal Süreya: “Çağdaş şiir hep alışkanlıklara, yerleşmiş simetrilere, edinilmiş rahatlıklara karşı olmuştur. Ne olursa olsun yenilenmek, en büyük kaygısı bu onun.” Şiir ve şair dolayımıyla, yıpranmış tematik kodlardan, oturmuş ağırlaşmış tekniklerden, kısacası “eski”nin manyetik alanından çıkma arzusu olarak, Cemal Süreya’nın zihninde iktisadi çağrışımları da olan bir kelimeyle belirtmek gerekirse, yenilenme “girişimi” sanat üretiminin esasını teşkil eder: Bu durumda “baskı” dışsal (siyasal, kültürel, toplumsal) olmanın yanı sıra, içseldir de. “Rahatsızlık” ve “kaygı”, yaratım sürecinde birbirlerini tamamlayan iki kuvvettir. Şiirin şairi rahatsız etmesinin altında da, şiirin yenilenme dürtüsü yatar. Yenilenme dürtüsü önce şairi sonra da okuru menziline alır. Yenilenmiş şiir (sanat), kaçınılmaz olarak okuru da rahatsız edecektir: Yeni olan çoğu zaman yadırgatıcıdır...
Süreya, sol-sosyalist mahfillerde hayli taraftarı olan, sanatın baskıdan doğduğuna yönelik hâkim kanaate karşı mesafelidir aslında. Zira “baskı” mefhumu, sanat bahsinde açıklayıcı bir niteliğe sahip olduğu kadar kuşatıcı bir niteliğe de sahiptir. İster sanat, ister siyaset, isterse sosyal teori mıntıkasında olsun, kuşatıcı kavramlar kimi ayrımları görünmez kılar: Foucault’dan mülhem ifade etmek gerekirse, kuşatıcı kavram ve söylemler nesnelerini tartışma dışı bir sahaya çekerek “sömürgeleştirir”. Bu itibarla, izah gücü epey yüksek “baskı” mefhumunun da konformist bir sığınağa dönüşme eğilimi var. Cemal Süreya’nın sanat hususunda, André Gide’den farklı olarak “baskı”dan ziyade “çatışma” kavramını tercih etmesi, bu eğilime karşı uyanık olmasıyla alakalı. Sanatın doğumu meselesine de –metafizik olduğundan olsa gerek– pek itibar etmez Süreya. Önemli olan sanatın doğumu, nasıl doğduğu değil, icrası, pratiğe dökülme tarzları ve yarattığı etkilerdir.
Sanatın dünya üzerinde yarattığı etki geniş bir düzleme yayılır. “Adam” sözündeki çifte failin okur kümesindeki elemanlardan biri de siyasal iktidardır tabii: sanatın etkisi iktidarı da yörüngesine alır. Cemal Süreya’ya göre sanat, siyasal iktidarı da rahatsız eder. En büyük kaygısı yenilenmek olan sanat, hem siyasal iktidarın güdümündeki sanat pratiklerine hem de bizzat iktidara çatar, mücadele eder. Estetik üretimin sahip olduğu potansiyel siyasi içeriğin doğal tezahürüdür bu mücadele. Rahatsızlığa maruz kalan iktidarın stratejisi sanatı kendi dümen suyuna çekmenin yollarını aramak, bunun mümkün olmadığı durumlardaysa sanatı siyasal alandan kovmak, defetmektir. Başarılı olduğu ölçüde siyasal iktidar ya sanattaki siyasal içeriği kendi bünyesine katıp eritir ya da bu siyasal içeriği bertaraf eder. İlk bakışta siyasal alandan kovulan sanatmış gibi görünse de, aslında sanatla birlikte siyaset, daha doğrusu özgürleştirici karşı-siyaset(ler) de siyasal alandan kovulur. Cemal Süreya’nın sanat tasavvurunda başköşeye oturttuğu “çatışma” kavrayışı da, bu kritik eşikte anlam kazanır.
Süreya, sanatın toplumsal olanla ilişkisini “çatışma” hattından hareketle düşünür. 1961 Mayıs’ında yayımlanan, dönemin siyasal ve toplumsal bağlamı içinde sözünü sarf eden ama o bağlamı aşıp teorik açından daha geniş bir düzleme de yerleşen “Şiir Anayasaya Aykırıdır” yazısında “doğum,” “beslenme,” “çatışma” gibi ucu açık ifadeleri, “kurulu düzen” kavramsallaştırması altında tartışır Cemal Süreya. Sanatın kimi zaman doğrudan kimi zaman dolaylı olarak karşısına aldığı odaklar hukuk, ahlak ve siyasal iktidardır:
“Tabiat ahlakı kovuyor. Nerde bir ahlak türemişse, orada tabiatla ahlak çatışma halinde. Sanatı doğuran mutlaka bu çatışmadır demiyoruz. Ama sanatı besleyen hep bu çatışmadır diyoruz. Tabiat sanatla kurulu düzene karşı başkaldırıyor. İtiyor onu. Hafife alıyor. Bozuyor.”[2]
Sanat tartışmasız bir şekilde “kurulu düzene” karşıdır. Siyasal iktidarın sanatla baş etmede bazı stratejileri varsa, sanatın da kendi stratejileri ve taktikleri vardır. Sanatın başlıca müttefiki “tabiat”tır. Siyasal iktidarla mücadelede “tabiat”ın özellikle öne çıkarılması dikkate değer. Kurulu düzen –buna medeniyet demek de mümkün– tabiat karşıtıdır. Nitekim tabiatta devlet, ordu yahut hukuk ya da özel mülkiyet yoktur. Sanat, insanı iktidara değil, tabiata, kendi tabiatına yaklaştırır; yabancılaşma sürecini sonlandırmak üzere. Süreya “tabiat” kelimesinin hâlihazırdaki kullanım biçimlerine müdahale ederek bir tür yer değiştirme işlemi gerçekleştirir. “Şiir ve Devrim” adlı yazısındaki tespitler “tabiat” kelimesinin mevcut koordinatlarını değiştirme hamlesi olarak değerlendirilebilir:
“[K]apitalist toplumu besleyen sağcı düşünce öteden beri dile karşıdır. Doğanın sessizliğine hayrandır. Hatta bir yerde sessizliğinden ötürü ‘Doğa sağdadır’ diye konuştuğu olur.”[3]
Sağ düşüncede “doğa” taşlaşmış, donuk ve sessizdir, sol dünya tahayyülündeyse sessiz değil, aksine konuşma, ses çıkarma yanlısıdır doğa. Nitekim sanat sessizliğe karşı, susturulmuş olanın konuşma, tecessüm etme çabasının ifadesidir bir yerde. Ahlakla çatışmasında, Cemal Süreya’nın bakış açısına göre, sanatın “kurulu düzen” karşısındaki tavrı üç fiilde cisimleşir: İtmek, hafife almak ve bozmak. Çarpıcı olan fiilin “bozmak” fiili olduğuna şüphe yok. Bozma işlemi, sanat etkinliğinin özgürleştirici karşı-siyasetlerle kesiştiği noktadır: Siyaset de sanat da düzen bozar. Sanat, düzenin bir noktadan bir başka noktaya itilmesine (hareket ettirilmesine), hafife alınmasına (otoritenin itibarsızlaştırılmasına) ve nihayet bozulmasına (işlemez hale getirilişine) yönelik olarak “aksiyon” başlatıcı bir amaca sahip değildir ama. Üç fiilde ifade edilen hareketler sanatın amacı değil, işlevleridir. Sanat kurulu düzenin itilmesi, hafife alınması ve bozulması yönünde başlamış aksiyonlara; gerisinde, yanında yöresinde, hatta bazen ötesinde olmak üzere eklemlenebilir ancak...
Sanat iktidar talebinde bulunmaz. Ama bu iktidarsız olduğu anlamına gelmez. Elbette sanatın, hayat üzerinde bir “etki” gücü vardır. Cemal Süreya –aşırı bir kanaat olduğu izlenimi yaratsa da- sanatın etki gücünün “evrenin değiştirilmesi” olduğunu iddia eder: “Her mısra evreni değiştirir şiirde. Öyle ki, o mısra yazılmadan önce evren başkaydı, yazıldıktan sonra başka.”[4] Sürekli değişen sanat, nesnesini de kaçınılmaz olarak değiştirir, “önce” ve “sonra” olmak üzere etkide bulunduğu dünyayı ikiye böler.
“Çatışma” temelinde serpilen sanat, Süreya’ya göre, “uzlaşmaz” bir niteliğe sahiptir. Sanat kurulu düzenle değil, kurulu düzenle çatışan odaklarla uzlaşma arayışına girer, ittifaklar kurar, sanatın toplumsal olanla rabıtası da bu noktada açığa çıkar. Sanat, kurulu düzeni bozma işlemi uyarınca kaynaştığı toplumsal kesimlerin sözcülüğünü ve temsilini üstlenmez ama. Sözcülük ve temsil üstlenmek, sanatın uzlaşmazlık işlevini kesmesi demektir. Cemal Süreya yine şiir özelinde sanatın toplumsal çatışmalarla olan ilişkisini tartışırken, sahiden radikal saptamalar eşliğinde, dün olduğu gibi bugün de bir tür kutsallıkla donatılmış, “insan hakları” örneği üzerinde durur:
“Bugün şiirin bir ucu toplumsal planda insan haklarını kolluyor. Bu şiirin çekirdeğinde ahlaki bir kaygı bulunduğundan değil, belki kurulu düzene ayrılık niteliği ağır bastığından oluyor. Çünkü insan haklarındaki ilkeler daha yürürlükte değil. Çünkü o ilkeler kurulu düzenle daha çatışma halinde. Ama onların bir gün toplumlarda geniş olarak uygulandığını, kurulu düzen içinde kaynaşarak ayrılmaz birer parça olduğunu düşünelim, o zaman şiir kollamayacak artık onları. Karşı çıkacak belki onlara.”[5]
Kıstas belli: iktidar karşıtı söylem ve oluşumlar, güç ilişkileri uyarınca iktidar pozisyonuna intikal ettiklerinde, sanat (şiir) bir vakitler “kolladığı” bu söylem ve oluşumlarla ilişkisini koparmakla kalmaz, onları karşısına alır. İnsan haklarının ya da herhangi bir başka ideolojik yapının düzenle “kaynaşması,” yani iktidara dayanak oluşturması ya da düpedüz iktidar olması halinde sanat, sahip olduğu karşı çıkma inadından ve direncinden taviz vermeyecektir; çatışmalardan beslenen uzlaşmazlık ilkesinin bir sonucu olarak...
[1] Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle, Toplu Yazılar I, İstanbul: YKY, s. 243.
[2] Cemal Süreya, a.g.e., s. 275.
[3] Cemal Süreya, “Şiir ve Devrim,” Şapkam Dolu Çiçekle, Toplu Yazılar I, İstanbul: YKY, s. 322.
[4] Cemal Süreya, “Şiir Evreni Değiştirir,” Toplu Yazılar, İstanbul: YKY, s. 273.
[5] Cemal Süreya, “Şiir Anayasa Aykırıdır.” Toplu Yazılar, s. 276.