Vladimir Putin, geçen Cumartesi Osaka’daki G20 zirvesinden sonra “liberalizm” üstüne görüşlerini gazetecilerle paylaştı ve bu vesileyle Batı basınında bir “liberalizm” tartışması başladı. Liberalizmin Türkiye’deki yaygın pejoratif anlamlarına da uzandığı için bu tartışma burayı da ilgilendiriyor.
Putin’in liberalizm eleştirisi Marksizm’in sermaye ve serbest piyasa eleştirisiyle bir benzerlik taşımıyor. Rus devlet başkanının kapitalist iktisadi ilişkilerle bir sorunu yok; “liberalizm tehlikesine karşı sendikaların önünü açmalıyız” gibi laflar etmiyor örneğin. Ne de vergi tabanının genişletilmesi, işçi haklarının güvenceye alınması, gelir eşitsizliklerinin azaltılması gibi sosyal demokrat taleplere dayalı bir eleştirel ajandası var. Bunun yerine Batı’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra kabul görmüş demokratik değerleri liberalizmle eşitleyip, Rusya’da kendi iktidarına tehdit oluşturabilecek bir siyasal alternatifi eleştiriyor.
***
Putin’e bakılırsa, “dünyanın başına bela olan” göçmen akınından “liberaller” sorumlu: “Liberaller… göçmenlerin yıkma, yağmalama, tecavüz etme haklarını… sırf göçmen haklarını koruma zorunluluğundan dolayı savunuyorlar." Göçmenlerin kriminal eylemleri ile liberalizmin haklar savunusunu ilintilendiren bu çarpık politik hesap göçmenler ve liberalleri aynı anda kapı dışarı eden bir “anavatan” edebiyatına dayanıyor. Liberalizmin karşısına en az liberalizm kadar evrensel bir ideoloji olan komünizmle değil Rus milliyetçiliğiyle çıkıyor Putin.
Liberallerin bir başka kabahati çocuklara “beş altı farklı cinsel kimliğe sahip olabilecekleri” fikrini telkin etmeleri. Bütün dünyada sağcıların diline pelesenk olan liboşluk ile eşcinsellik arasındaki ilişki böylelikle bir kez daha gündeme geliyor (Türkiye’nin bir ayrıcalığı bu cinsiyetçi espriyi burada kendine solcu diyenlerin de gönül rahatlığıyla yapmaları). Farklı cinsel kimliklerin bahsi açıldığında ayağının altındaki erkeklik zemininin kaydığını hisseden muktedir; liberalizmi yalnız siyasal değil aynı zamanda cinsel sapmayla özdeşliyor.
Göçmenler, LGBT-ler ve liberaller birçok yerde azınlık oldukları için sorun hemen bir nicelik ve hoşgörü düzlemine taşınıyor.
Putin, Rusların aslında liboşluk-eşcinsellik bahsinde hoşgörülü bir toplum olduklarını ve asıl sorunun LGBT’lerden kaynaklandığını vurgulama ihtiyacı duyuyor: “Rus toplumunun LGBT’lere karşı tavrı aslında tümüyle ağırbaşlı ve önyargısız ama toplumun bu kesimi [LGBT’ler] kendi görüşlerini başkalarına son derece agresif şekilde dayatıyorlar.”
Birikim’in son sayısında (362-363, Haziran-Temmuz 2019) “Hoşgörünün Arka Yüzü: Eşitsizlik” başlıklı yazısında modern toplumlarda esas olanın babacanlık kisvesi ardına saklanmış bir hoşgörü söyleminden ziyade çağdaş hukuk sistemi içinde tanımlanmış eşit haklar ve yükümlülükler olduğunu ileri süren Ahmet İnsel şu tespiti yapıyordu: “Kişilerarası ilişkilerin konusu olan hoşgörünün bir çoğunluk tarafından azınlığa karşı kullanılması genellikle azınlığın eşitlik taleplerini etkisizleştirmek amacı taşır.” Putin’in LGBT’ler ve liberallerle ilgili görüşleri tam da bu iktidar konumunun, “hoşgörünün de bir sınırı var” örtük tehdidinin itirafı.
LGBT’lere çoğunluğun (ve çoğunluk hoşgörüsünün) yüzü suyu hürmetine varolabildiklerini hatırlatan Putin, liberal fikirlerin “çoğunluk iradesi” karşısında hezimete uğradığını da memnuniyetle ifade ediyor: “Liberal fikirler bir köşede hayata temas etmeden dururken… halklar kendi hayatlarını, kendi gelenekleriyle yaşamaya… kendi tercihlerini yapmaya devam ediyorlar.”
Putin gibi otokratların ve Avrupa’da hâlâ etkili olabilen sağ-popülist, göçmen karşıtı siyasetçilerin (Orban, Salvini v.b.) kendi bulundukları toplumlarda “liberal fikir”lerin hayata temas etmemesinden memnuniyet duymalarının anlaşılır nedenleri var. Kuvvetler ayrılığının ya da uluslararası hukuk normlarının geçerli olduğu toplumlarda siyasetçiler sadece “milli irade”yle, “sandık”la değil aynı zamanda bağımsız yargı organlarıyla denetlenirler. Skripal vakası gibi skandalların bir ayda unutturulmasına müsaade etmeyen medya organlarının yanısıra oligarklarla-otokratlar arasındaki ilişkileri, diktatörlerin servetlerini sorgulayan bağımsız kitle örgütleri vardır. Sivil toplum kuruluşları ve sendikalar iktidar üstünde aktif bir toplumsal denetim görevi ifa ederler. Bu tür denetleyici kurumların varlığı mutlak iktidarın, diktatoryanın daima huzurunu kaçıracaktır.
***
Liberalizm ve sosyalizm mutlakıyetçiliğe karşı aynı dönemde ortaya çıkmış iki rakip ama demokrasi içi ideolojiydi. Sosyalizmin reel-siyasetteki yokluğu elle tutulur bir olgu haline geldiğinden beri diktatörler demokrasi taleplerini liberalizmin hanesine yazar oldular ve bu çarpık liberalizm eleştirisinin sosyalistlerin liberalizm eleştirisiyle alakası kalmadı. Liberalizmin bu eleştirisi esas olarak siyasi liberalizmin eleştirisidir ve 19. yüzyıl sonundan itibaren bütün aşırı sağ-milliyetçi akımlar tarafından bütün argümanlarıyla eksiksiz dile getirilmiş; iki dünya savaşı arası faşizmlerinin, diktatörlüklerinin ideolojik zeminini hazırlamıştır.
Bu çeşit liberalizm eleştirisinin iğvasına kapılan Putin’in konumu bir otokrat olarak kendi nesnel çıkarlarıyla gayet uyumlu. Bir kısım solcunun liberalizm karşıtlığı adına bu konumu rahatlıkla sahiplenebilmesi ise solun ne ilkeleriyle ne de “nesnel çıkarları”yla uyumlu.